[19.6.2008 tarihli Radikal]
Söylem
bunalımı
68'liler ulusalcı
mıydı? Üniversitede türban serbest olsun mu olmasın mı? PKK teröristtir
demeyenin siyaset yapma hakkı olsun mu olmasın mı? vb.
Gündemdeki başlıca
tartışmalar bu başlıklardaki türden bir söylemle temsil ediliyor. Gerçek durum
açısından indirgenmiş, sözlüksel belirsizlik içeren, dolayısıyla aldatıcı
fikirlerin anlatımı olabilecek bir söylem türü bu. Tektip olmayanı tektipmiş
gibi gösteriyor.
Birinci konuyu ele
alalım: 68'liler ulusalcı mıydı? Bu sorunun sorulmayanları şunlar: Hangi
68'liler? Ve, "ulusalcı"dan kasıt ne?
"'Ulusalcı'dan
kasıt ne?" sorusunun zorunluluğu, sözlüksel belirsizlikten, yani Türkçe
konuşanların bu kavramı her zaman aynı içerikle anlamamasından, başka bir
deyişle söylem bunalımından kaynaklanıyor. Bu farklılık, tarihsel metinler ve
tanıklıklar kadar, sözcüğün günümüzdeki kullanımlarından ve güncel Türkçe
sözlüklerden de izlenebilir.
Günümüzdeki
kullanımlara yeni ve tipik bir örnek olarak, Zülfü Livaneli'nin geçenlerde
yitirdiğimiz Cengiz Aytmatov için, olumlu bir yükle kullandığı cümleyi
alabiliriz: "Bir kültür milliyetçisiydi." (12 Haziran 2008 tarihli
Milliyet gazetesi)
Livaneli, buradaki
"milliyetçi" sıfatından ne anladığını bir sonraki cümlesinde
açıklıyor: "Yani diline, kültürüne, yöresine, geleneklerine sahip çıkmak
gibi bir erdeme sahipti."
Herhangi bir
batılıya sorsanız, Livaneli'nin bu tanımının karşılığı olan kavram
"milliyetçi/ulusalcı (nationalist)" değil, "muhafazakâr"
olabilir diyecektir; o da, başta gelenek olmak üzere, sıralanan öğelerin
mutlaklaştırılması söz konusuysa. Çünkü mutlaklaştırılmadığında, gelenek dahil,
milliyetçi ya da muhafazakâr olmaksızın da, toplumsal aidiyetin bir sonucu
olarak sahip çıkılabilecek kültürel varlıklardır Livaneli'nin söz ettikleri.
Milliyetçiler bu varlıklara bir üstünlük iddiasıyla, muhafazakârlar ise bir değişmezlik
iddiasıyla sahip çıkmalarıyla ayırt edilirler.
Milliyetçiliğin
batıda İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana hiç değilse görünüşte ayıplanan
tutumlardan olması, üstünlük iddiasının bilinen sonuçlarından
kaynaklanmaktadır. Günümüzün bağımsızlıkçı hareketleri de kendilerine ulusalcı
dememektedir artık.
68'lilerde nasıldı
peki? Türkiye 68'lilerinin büyük bir bölümüne göre, emperyalizm ile ulusal
olanın karşı karşıya geldiği noktada "ulusal" olanı, proleter
enternasyonalizmi ve halkların kardeşliği ilkesinin ulusalcılıkla karşı karşıya
geldiği noktada ise enternasyonalizmi savunmak gerekiyordu.
Bugün, hayatta olan
68'lilerden bazıları enternasyonalizmin "enter"ini bırakıp
nasyonalizminde karar kılmış görünüyor, bazıları ise enternasyonalizmin
içindeki nasyonalin ne gibi sorunlara yol açtığını sorguluyor.
Buraya kadar,
"'Ulusalcı'dan kasıt ne?" sorusunun üzerinde durmaya çalıştım. Bu
arada, "68'liler ulusalcı mıydı?" sorusunun neden "Hangi
68'liler?" sorusunu zorunlu kıldığı da az çok açığa çıkmış oldu: 68'liler,
ulusalcı olup olmadığı sorulabilecek türden bütünsel bir varlık değildi.
Bireysel görüş farklılıklarını bir yana bıraksak bile, genel bazı ayrım
çizgileri geçerliydi: Türkiye İşçi Partisi'ne (dikkat, İP değil, TİP) yakın
olanlar/ olmayanlar; belirli reformları savunanlar/ reformist olanlar; belirli
ulusal önlemleri savunanlar/ ulusalcı olanlar, vb, vb.
Gerçek durum bu.
"68'liler ulusalcı mıydı?" sorusu, 68'lilerin topluca
"ulusalcı" ya da topluca "enternasyonalist" sayılabilecek
kadar tekparça ya da tektip olduğu varsayımını içerdiğinden, gerçek duruma
uymuyor. Temel bir mantık hatasıdır söz konusu olan. Soru bütün öğeleriyle
indirgemecidir ve ancak yanıtının evet ya da hayır olmasını isteyenlere ait
olabilir.
68'liler demişken,
son yılların "68'liler" etiketli çıkışlarında Marx'ın ünlü ve bence
çok doğru olan bir sözünün unutulduğuna işaret etmeden bitirmeyeyim:
"Bütün büyük
tarihsel olaylar ve kişiler, deyim yerindeyse, iki kez yinelenir (...)
birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak."
=========================================================================
Aheste meseleler
================
Eşlikçi yayın
Bizi hiçbir yerde
okumasız bırakmayan yayın, eşlikçi yayın. Bir yerlerde birini ya da sıramızı
beklerken, bir park ya da bahçede otururken, taşıtlara binip bir yerlere
giderken, kısacası kısa vakitlerde ve seyir halinde okunmaya elveren yayın.
Nasıl olmalı bu yayınlar?
Cebimize ya da
çantamıza kolayca sığmalı ve hafif olmalı. Son yıllarda üretilen o hem dolgun
hem hafif kâğıtlar bu açıdan çok sempatik. Kokuları da hoş.
Eşlikçi yayının
içerdiği metinler de, bir seferde bitirilebilecek ya da çok çok iki üç kez
yarıda kalacak kısalıkta olmalı. Demektir ki en uygunları, şiir kitapları, öykü
kitapları, dergiler ve uzun olmayan romanlardır. Gazeteler de hiç yoktan iyidir
ama, sayfalarının çarşaflığından ötürü her yerde açamazsınız; yer yoktur ya da
rüzgâr vardır.
Yasak Meyve
Yayınları'nın o güzelim, broşürümsü şiir kitapları, Can Yayınları'nın Tahsin
Yücel'den Cemil Kavukçu'ya, Binbir Gece Masalları'ndan Paul Auster'a kadar
uzanan birinci sınıf, küçük boyutlu edebiyat yapıtları "Cancep"ler,
bize her yerde eşlik edebilecek yayınlar. Fiyatları iki buçuk lira, üç lira.
Dergiler mi?
"Sincan İstasyonu" gibi katlanabilenleri ve fanzinleri saymazsak,
cepten çok çantalıktır dergiler. Bir bölümünün kâğıdı hafiftir. İyi şiir
dergilerinden Heves'in kâğıdı öyledir örneğin.
Yasak Meyve'ye
haksızlık etmeyelim bu arada: Derginin kendisi yerleşik bir yer gerektirse de,
her sayıda ayrı bir izlekle ek olarak verdiği küçük derlemeler, en az
yayınevinin dergi dışı şiir kitapları kadar ideal eşlikçi yayınlardan. YKY ise
şiir kitaplarının boyutlarını küçültürken ikircimde kalmış gibi görünüyor.
==========================================================================
[26.6.2008 Radikal]
Türbbbb...
Tekanlamlılığa en
çok ihtiyaç duyduğumuz bir noktada bütün belirsizliğiyle düğümlendi 'türban'.
Çoğu kişi, türbanın sırtına yapışmış bir hayalet olarak siyasal İslamı ve
şeriatı görüyor ve onları tartışmak yerine, bir ikame nesnesini, türbanı
tartışıyor. Böylelikle, Anayasa Mahkemesi Türkiye kadınlarının örtünme özgürlüğünü
kısıtlama hakkını kendinde bulabiliyor.
Önce sözcüğün
görünürdeki anlamı değişikliğe uğradı. 'Türban', kentli büyük ailelere mensup
ileri yaşlardaki 'büyükhanım'ların kullandığı, Hintlilerinki gibi enseden
başlayıp kulakları kapatarak başın tepesine sarılan örtünün adı olmaktan
uzaklaştı, yüz hatları dışında başı ve boynu bütünüyle saran ve bizim
toplumumuzda yeni bir olgunun merkezine oturan o bildiğimiz örtünme tarzını
anlatır duruma geldi. Sözcük bu tanımıyla sözlüklere de girmeye başladı.
Gelgelelim,
bazılarımızın 'türbanlı' dediği kadınlar kendilerini böyle değil, 'başörtülü'
olarak adlandırmakta ısrar ettiler, hâlâ da ediyorlar. 'Başörtüsü' sözcüğünün
anlamını, 'türban'ı da kapsayacak biçimde genişleme yönünde zorluyorlar.
Bu zorlamanın, daha
geniş ve daha geleneksel bir kadın kesimiyle bir arada anılma isteğinden
kaynaklandığı düşünülebilir. Ben bu konuda Nilüfer Göle'ye katılıyorum:
Göle'nin Taha Akyol söyleşisinde belirttiği gibi, karşı karşıya olduğumuz
örtünme olgusu eskisinden farklı ve kendine özgü. Olgunun farklılığı,
adlandırmanın da farklı olması ihtiyacını doğuruyor. Her durumda, türbanı
'başörtüsü' adıyla anma çabası, söylem bunalımının bileşenlerinden biri.
Ancak, türban
sorunuyla ilgili tartışma ya da açıklamaların yarattığı iç rahatsızlığının çok
daha önemli bir nedeni, sorunun, ya yalnızca örtünme özgürlüğü yönüyle, ya da
yalnızca siyasal simge suçlamasıyla söz konusu edilmesi oldu. Bu iki yönden
birini kendiniz için önemli sayıyorsanız, diğerini yok sayıyorsunuz. Sonuçta,
'siyasal simge' sözünden bir adım bile öteye gidilemiyor. O ilk adımda
sorulması gereken bazı sorular mantığın kapılarını alabildiğine zorluyor oysa.
Bunlardan ilkini Başbakan R.T. Erdoğan sormuştu: Siyasal simge olsa ne olur?
R.T. Erdoğan soruyu
sordu ama, önü hemen kesildiğinden, adım da gerçekte atılamamış oldu. CHP
Erdoğan'ın simgeyi itiraf ettiğini ilan etti, böylece yerinde sayma hareketine
geri dönüldü, ardından da konu bilindiği biçimde mahkemelik oldu.
Oysa, mantığın geri
püskürtülen o birinci sorusu yerli yerinde duruyor: Siyasal simge olsa ne olur?
Yanıt, elbette,
siyasal simgelerin taşınabildiği her yerde ve durumda, türbanın da
taşınabilmesi gerekir, olacaktır. Bu noktadan itibaren, tartışmanın konusu da
artık yalnızca türbanın değil, bir üst kategori olarak siyasal simgelerin
taşınma koşullarına dönüşecektir. Gerçekten de, bir ara 'Üniversitede siyasal
simge taşınabilir' gibi bir tez ortaya atan da oldu. Ne var ki, tartışma orada
tutunamadı, yeniden, simgedir/değildir noktasına geriledi.
Öyle görünüyor ki
ortak bilinç, sorunun bütününe, yani tartışmanın bağlamına uzanacak düşünsel
güçten yoksundur. Bu gücü engelleyen ne olabilir?
Bu soruya geçmeden
önce, "Siyasal simge olsa ne olur?" sorusunun tutunamaması nedeniyle
anlamını az çok yitirmiş de olsa, mantığın kapılarını zorlamayı sürdüren ikinci
soruyu sormak gerekiyor: Neyin siyasal simgesi?
Bu sorunun yanıtı
bir başka anlam belirsizliğini ortaya koyuyor: Türban, eğer siyasal simgeyse,
şeriatın simgesi midir, yoksa eskisinden farklı bir laiklik anlayışının simgesi
mi? Birinci yanıtın suçlayıcılar tarafından, ikincisinin ise suçlananlar
(örneğin, sorusu bir tutunabilse, R.T. Erdoğan) tarafından verileceğini
sanıyorum.
Ama bunlar dile
getirilmiyor, bağlamın bu kesimlerine güç yetirilemiyor. Oysa türbanı
destekleyenler arasında, özgürlük isteyen öğrencilerle kadınlar kadar, hatırı
sayılır bir erkek enerjisinin ve büyük ölçüde İslamcılardan oluşan bir siyasal
enerjinin de olduğunu hepimiz biliyoruz.
Benzer bir siyasal
enerji, türbanı şeriatın simgesi sayan kesimler ile, türbansızlık özgürlüğünün
tehlikeye düşebileceğinden kaygılanan kadınlarda da var. Oysa, İran'da hiç
eşcinsel olmadığı gibi, bizim ülkemizde de şeriatı savunan bir Allah'ın kulu
yok!
Şaka bir yana,
buraya kadar yanılmadıysam asıl soruya ulaşmış olduk: Söz konusu iki taraflı
enerji (Arapça kökenli adıyla, kudret) neden sorunun bütününü tartışabileceği
ortak bir bilinç alanı, daha ilk sorularda yüz geri etmeyecek bir düşünsel güç
oluşturamıyor?
=========================================================================
Aheste meseleler
================
Çocukken en çok
kızdığımız şeylerden biri, bize sunulan yiyeceğin yalnızca bize çekici gelen
kısmını yiyip geri kalanını bırakmamıza izin verilmemesidir. Ya da hepsini
yemek istediğimiz bir yiyeceği yememize izin verilmemesi. Sınırların ve
içeriğin her zaman büyükler tarafından belirlenmesi.
Okulda da böyle
dilimlenmiş parçalar halindedir her şey. Böylelikle aklımız parçalanır. Öyle
ki, lisenin bilmem kaçıncı yılında felsefeden söz açtıklarında aklımızı yeniden
bütünlememiz olanaksıza yaklaşmıştır. Bari bizi bütün bu dilimlenmelere
hazırlamış olsalar, bunun salt kolaylık olsun diye başvurulan bir yöntemden
ibaret olduğu ilk baştan beri bir biçimde anlatılabilmiş olsa. Ne gezer.
* * *
Françoise Sagan öldüğünde, daha o gün bitmiş tüm
kitapçılardaki ve depolardaki kitapları; yeni baskılarını zor yetiştirmişler.
Sınırları belli olan, çekinilecek bir şey olmaktan çıkıyor. Sanatın bir yönü,
yaşamı sınırlandırabilmek. Bir başka yönü, yaşamın sınırlılığını gösterebilmek.
==========================================================================
========================================================================
Ali Püsküllüoğlu
================
"Kimse dil
konusunda zorlanamaz, o bir gönül işidir."
(A. Püsküllüoğlu, "Dile Karışılmaz mı?: Dil ve Şiir
Yazıları", Can Yay., Mayıs 2008, s. 105.)
Üniversitelerde bir
sözlükbilim birimi kurulduğunu göremeden ölen bu şair sözlükçüyü saygıyla
anıyorum.
=======================================================================
==============================================================
İstanbul Modern, bugün ve her perşembe ücretsiz
(10.00-22.00).
==============================================================
[3.7.2008 tarihli Radikal
"gördü mü", bitişik olarak çıktı.]
Terörist
demek ya da dememek
"Ergenekon"dan da "terör örgütü" diye söz ediliyor.
Sanıklarına 'terörist' dendiğine ise henüz tanık olmadım.
DTP yöneticileri
sık sık PKK'ye terörist dememekle suçlanıyor ve bu gerekçeyle, devletin
yöneticileriyle görüştürülmedikleri gibi, bizzat terörist ilan edildikleri de
oluyor. Bu konudaki soruları ise her seferinde şöyle yanıtlıyor DTP'liler:
'Bizi destekleyenlerden çoğunun bir yakını dağda. Neredeyse her aileden bir
kişi. Biz onların çocuklarına nasıl terörist deriz?'
Bu yanıtın, ilk iki
cümlesiyle gerçekliğe işaret ettiği anlaşılıyor. Üçüncü cümlesiyle ilgili ilk
eldeki yorum ise ancak şu olabilir: DTP, PKK'nin terörist olduğunu düşünmekte
ama oy ya da destek yitirme kaygısıyla bunu dile getirmemektedir.
'Biz onların
çocuklarına nasıl terörist deriz?' cümlesinin, dil dışı bağlam göz önüne
alınarak yapılabilecek ikinci bir yorumuna göre ise, DTP, PKK'nin terörist
olduğunu kabul etmemekte, ama bilinen siyasal baskılar nedeniyle, bunu
belirtmekten kaçınmaktadır.
Her iki yorum da,
yanıtın net olmadığını gösteriyor.
PKK'nin niteliği konusunda resmî makamların
yaptığı açıklamalar net sayılabilir mi peki?
Bir süredir, bu
konudaki resmî açıklamalar bende her seferinde şu soruyu uyandırıyor: Dağlarda
gerilla yok mu? Gerek örgütün kendisi için, gerekse yakalanan militanlar için
her koşulda tek sıfat kullanıyor resmî makamlar: terörist. Hiçbir koşulda
'gerilla' demiyorlar. Hatta, yanılmıyorsam bu kış yapılan sınırötesi harekâtla
ilgili açıklamalarda bazı bölümler sözcük olarak değil ama içerik olarak
'gerilla' olgusunu anıştırıyor gerekçesiyle Devlet Bahçeli tarafından
eleştirilmişti.
Oysa yıllardır
dağlarda sözlüklerin 'gerilla' adını verdiği konumdaki insanlar bulunuyor. Bu
insanların mensup olduğu PKK, bir yandan gerilla savaşı verirken, zaman zaman
da kendi içindeki cezalandırma eylemlerine kadar varan terör eylemlerine
başvuruyor. Gerçek (olgusal) durum bu. Resmî söylem, savaş mantığının bir
sonucu olmalı, gerçek duruma uymuyor.
Adı uzun süre
anılmayan her sorun, şaşmaz bir biçimde büyür gider. Düşünsel güç yitimine mal
olur ayrıca. Farklı adlandırmalar ancak yeni ulaşılmış bir düşünsel katkıya
işaret olduğunda olumludur çünkü. Bunun dışındaki durumlarda, ya Türkçedeki
gibi terim birliği sorunlarından birine işarettir, ya da bir saptırma/gizleme
ihtiyacına.
ABD yönetimi çok
uzun süre Filistin Kurtuluş Örgütü'nden "terörist örgüt" diye söz
etmişti. Diyaloğun kaçınılmazlığına karar verdiği anda bıraktı bu adlandırmayı.
Bugünkü Irak'ta kent ortasında bomba patlatanlar, bizimki dahil pek çok ülkenin
haber bültenlerinde terörist diye değil, direnişçi diye anılıyor. Aynı ana akım
basının dilinde, Basklılar direnişçi, Tamiller ve Tupamaros gerilladır vb.
"PKK is a
terrorist organisation."
Başbakan R.T.
Erdoğan'ın son ABD ziyareti sırasında televizyonlar George W. Bush'un bu sözü
söylediği sahneyi tekrar tekrar yayımladı, tonlaması bile belleğimize kaydoldu.
Belli ki bir pazarlık öğesiydi bu. Bush, kendi payına düşeni bir güzel
ödemekteki kararlılığını belli etmek için, bizim halkın bir yabancı gördü mü
ona diyeceklerini yüksek sesle ve tane tane söylemesi gibi söylüyordu, üstüne
vazife olan formülü.
Türkçede '-ist/
-ci' sonekine gerekli dikkat gösterilmiyor. Özellikle toplumsal-siyasal
gerginlik eksenleri söz konusu olduğunda varlığı ve yokluğu yaşamsal bir önem
taşıyor bu ekin oysa. Mesleki bozulma diyebilirsiniz ama, 'terör'ün olduğu her
yerde otomatik olarak 'terörist' diyenlere, 'İslamcı' demeleri beklenen yerde
'İslamcı' yerine 'İslam' ya da 'Müslüman' diyenlere öfkelenmekten kendimi
alamıyorum.
Son milletvekili
seçimleri sırasında Baskın Oran'ın adaylığını destekleyenler İstanbul Mecidiköy
taraflarında yürüyüş yaparken atılan sloganlardan biri "Milliyetçiliğe
hayır!"dı. Dükkânlarının kapısına çıkmış meraklı esnaftan birinin gerçek
bir şaşkınlık içinde diğerine "Bunlar milliyetçilikten ne istiyor
yahu?" diye sorduğunu işittim. Çoğu yurttaşımızın bu slogandan ötürü aynı
duyguya kapılmış olduğunu tahmin etmek zor değil. Tıpkı sözünü ettiğim esnaf
gibi, milliyetçiliği olumlu bir değer sayıyor insanlar çünkü. Sorgulandığına
hiç rastlamamışlar.
Son bir nokta
olarak, 'milliyetçilik'teki üstünlük öğesinin yalnızca diğer milletlerle ilgili
olmadığına dikkat çekmeliyim: Boyut üstünlüğü de içeriyor bu kavram. İnsan
yaşamının boyutlarından ya da var olma biçimlerinden 'bireysel, aileyle ilgili,
yerel, topluluksal, bölgesel, ulusal, evrensel' dizisi içinde, 'milli/ulusal'
olanı üstün saymak anlamını taşıyor. Ünlü '-ist/ -ci' sonekinin marifeti bu:
öncelik tanımak ya da üstün saymak anlamını katıyor eklendiği sözcüğe.
Bencilin 'ben
bencilim' dememesi gibi, diğer milletler karşısındaki üstünlük duygusu da
dolaysız bir biçimde dile getirilmiyor. Yaygın olan, övünme biçimindeki
görüntüleridir daha çok. Her birimiz dünyaya bedelizdir vb. Çerçeve böyle
olunca, "Dünya milletler ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir
üyesi" sözündeki "aile"den kastımızın da, yoksul ve ezik
yakınlarımızı içerdiği yorumu yapılamaz bence. Buradaki eşitlik iddiamız,
küresel gidişatı belirleyen parlak milletlerin 'ailesi'ne yöneltilmiştir; 'eşitler
arasında daha eşit' olanlara.
==========================================================================
Kötülük
Mikael Hafström'ün
"Evil" adlı filminin Türkçe adı "Şeytana Karşı" belki
ticari olsun diye seçilmiştir ama, ben olsam 'Kötülük' diye çevirirdim; biraz
şematik de olsa, etkileyici sayılabilecek bir kötülük sorgulamasıydı film
çünkü. Yatılı bir erkek lisesinde yaşça ve tüm anlamlarıyla olmak üzere sınıfça
büyük bir grup öğrencinin okulda estirdiği terörü ve yönetimin de buna göz
yummasını anlatıyordu.
Terör estirme
yöntemlerinin tümünden de bir 'kadınlaştırma' kokusu alınıyordu. Bunlardan
biri, diş geçiremedikleri öğrenciye (başkişi), arkadaşı üzerinden, bir kova pis
ve müstehcen maddeyle saldırmaktı.
Ayrılan zamandan
ötürü pişman olunmayacak bir filmdi, öneririm.
===========================================================================
[10.7.2008 Radikal]
Kirlilik ve gözaltı
Nuray Mert
"kirli" sıfatını kullanmakta son derece haklı. Yazısının başlığı
"Kirli Hesaplaşma"ydı. Hesaplaşmayı bilmem ama kirlilik her yerde.
Darbelerdir, faili meçhullerdir, Susurluk'tur, Şemdinli'dir, Hrant Dink cinayetidir,
Malatya'dır, habire bekliyoruz, cesur savcılar her seferinde görevden alınıyor,
beklediklerimiz artıyor, örtüler üst üste örtülüp her şey karartılıyor.
Saydamlık sıfır.
Derken cuntacılar
bir ucundan soruşturulur gibi oluyor ama lambanın herhangi bir şeyi
aydınlatacak hali yok aslında. Şişesi kirli, gazının nereden geldiği bile
belirsiz.
Kirliler arasında
gözaltına alma işleminin de olduğunu yazmak zorunluluğunu duyuyorum. Kişisel
tanıklığım gereği.
Gözaltına alma
işlemi bir psikolojik harekât aracına dönüştürüleli epey oldu. Son örneği,
Mayıs ayı başında Türk Tabipleri Birliği Başkanı Gencay Gürsoy'un gözaltına
alınmasıydı. Kendimden söz etmekliğim bağışlansın: Benim deneyimim 2005 yılının
24 Mart'ında Diyarbakır'daki bir yazarlar toplantısı sırasında olup bitmişti.
Bana yöneltilen bir
suçlama da yoktu; bir "yanlışlık olmuş"tu; "12 Eylül dönemindeki
kayıtların silinmesi unutulmuş olduğundan, hakkınızda yeniden yakalama emri
çıkarılmış"tı. "Yakalama" emrini çıkaran, Kara Kuvvetleri Komutanlığı
ve onun talebiyle Ankara Emniyeti'ydi.
Aynı otelde üçüncü
seferdir kalıyorsunuz, "sabit bir ikametgâhınız" var, çeşitli
yerlerde yazılarınız yayımlanıyor, dört yıldır da her hafta Radikal gazetesinin
Kitap ekinde yazıyorsunuz, kısacası arayanın ânında bulabildiği bir
konumdasınız, ne gam. Sabahın 5'inde sivil polislerce otelde
"yakalanmanız" gerekiyor.
Bu
"yanlışlık" neden o zaman olmuştu? Sanıyorum şu nedenle:
Diyarbakır'da,
uluslararası yazarlar örgütü PEN'in bir toplantısı için bulunuyordum, toplantı
21-24 Mart arasındaydı, yani 2005'in o kitlesel nevruzunun hemen ardından. PEN
toplantısı, yazarların bir gövde gösterisi gibi algılanmış olmalıydı. Benim
üzerimden bir taşla iki kuş vuruluyordu: Yazarların girişimine 'haddinizi
bilin' mesajı, bana da gözdağı.
Korkmadığımı
söyleyemem. Aynı günün akşamı İstanbul'a döndüğümde, sabaha karşı kapım yeniden
çalınabilir duygusu içindeydim. Çoğumuz için nasıl da tanıdık bir duygu öyle
değil mi? Çok tanıdık. Yalnızca, bir kısmımız son yıllarda unutur gibi olmuştuk
hani.
Bir avukat
arkadaşım, dava açalım dedi İstanbul'a dönünce. Resmî makam yüzü görmek mi, hem
de kendi girişimimle? Uzak olsun!
Bana yapılandan
ötürü kimse de kıyameti koparmadı. Sonra Nihat Behram'a yapıldı aynı
"yanlışlık". Gencay Gürsoy'u az önce anmıştım.
Hiç beklemediğiniz
bir anda Emniyet kokusu size yeniden koklatılıyor, adınız 'gözaltına alındı'ya
çıkarılıyor.
'İktidar (güç,
kudret)' olgusunun 'tecavüz'e her zaman çok yakın olduğunu unutmamak gerekiyor
belki de. Her tür iktidar, kendi iç denetimi ne kadar zayıfsa, yani aslında ne
kadar âcizse, o kadar tecavüzcü. Hakka tecavüzü marifet bilenden tutun, bundan
kendini alamayana kadar.
Böyle bir durumda,
cuntacılık nihayet bir adalet sürecine tâbi tutuluyor havalarının estiği
bugünlerde bu sürecin ne kadarının gerçek, ne kadarının psikolojik harekâta
dahil olduğunu ayırt edebilir misiniz? Amaç cuntacılığı ortadan kaldırmak
olduğunda her şey mübahtır, psikolojik harekât bile, denebilir mi?
Bence denemez.
Kirliliğe her tür cuntacılık kadar, psikolojik harekât(lar) da dahil. Peki ne
yapılsın diye sorarsanız, her ne söylenir ve ne yapılırsa, gerçeklik bir bütün
olarak dikkate alınarak yapılmaya çalışılsın derim. Bir bölümü
silikleştirilerek değil.
_________________________________________________________________________
Dil meseleleri
______________
Kurumun
durumu
TRT2'de cuma
günleri kültür sanat konularını ele alan "Boğaziçi'nden"
programlarının sonuncusunda AKDTYKTDK'nin "yabancı sözcüklere
öneriler"i tartışıldı.
AKDTYKTDK önerileri
yeni bir haber değil, bir türlü yenilenemeyen bir haber. "Yabancı
Sözcüklere Öneriler" kitapçık yapılıp törenle basına dağıtılmasa, kimse
ilgilenmeyecek. Bunun iyi bir ilgisizlik olup olmayacağı ayrı mesele. Açık olan
şu ki, "Yabancı Sözcüklere Öneriler", Türkçede sadeleşme çabalarının
en yoğun olduğu dönemlerden kalma bir mizah türüne ciddi katkılarda bulunuyor.
O mizah türünün
acımasız bir yanı vardır: Günün koşulları dikkate alınmaz alay edilirken. Bazen
de, verilen uydurmacılık örnekleri, gerçekte örneği veren tarafından
uydurulmuştur.
Şu anki durum için
ise ne deseniz haklısınız: Bunca deneyimden, yayından ve eleştiriden sonra, bazı
sözcükler, üzerinde düşünülmeden, ölçüye vurulmadan, 1972 tarihli bir TDK
kılavuzundan kopyalanıp öneri diye yeniden ve yeniden sunulmaktadır.
'Aspiratör' yerine
'emmeç' diyecek birini bulabilir misiniz? 'Avans' yerine 'öndelik'
diyebiliyorlar mı acaba öneri sahipleri? 'Ülkücü öğretmen' deseniz, günümüzde
bundan ne anlaşılır? 'İdealist öğretmen' ile 'ülkücü öğretmen' arasında açık
bir anlam farkı oluşmamış mıdır? Ya 'terörist' sözcüğü? Bunca yıldır her
anlamıyla yaşamsal çağrışımlar yüklendikten sonra 'yıldırıcı'ya dönüşebilir mi
bu sözcük? 'Fabrika' gibi üç heceli bir sözcüğü 'üretimevi' ile değiştirebilir
misiniz?
__________________________________________________________________________
===========================================================================
Ayıp
====
Televizyonların bir
son dakika haberi verecekleri zaman bunu üzerinde 'SON DAKİKA' yazılı
sarı-siyah, bir ucu hareketli bir bantla belirtmelerine alıştık. Böyle
durumlarda dikkat kesiliyoruz ve doğal olarak o kanaldan ayrılmıyoruz.
Şimdi bakıyorum,
Star televizyonu, gerçek bir son dakika haberi olsun olmasın her habere
üzerinde "DETAY HABER", "SICAK GELİŞME", hatta
"HÜZÜNLÜ HABER" vb yazılı olan ve son dakika bandına çok benzeyen
sarı-siyah bantlar ekleyerek bizi kendine bağlamaya çalışıyor. Kötü bir
kurnazlık. Son derece itici.
===========================================================================
[17.7.2008 tarihli Radikal]
Bazı çözümleme araçlarına dair
Sovyetler Birliği
zamanında, sosyalizmin en sağlam güvencelerinden birinin Sovyet ordusu olduğu
söylenirdi.
Dünya komünistleri
bunu sakıncalı görüp görmemek konusunda kabaca ikiye ayrılmıştı. Savunucularına
göre, Sovyet ordusu başka ordulara benzemezdi; proletaryanın ordusuydu o,
Marksist-Leninistti; subaylar da diğer aydınlar gibi birer aydındı.
Böylece, elinde
silah tutmanın farklı somut koşullar anlamına geldiği, silahın sizi belirlemeye
başladığı, görmezden geliniyordu. Anlaşılan o ki, sosyalist ülkelerin güttüğü
sosyalizm davasında ağırlık gitgide partiden orduya geçmişti.
Stalin'i de göz
önünde bulundurarak bu durumu bir 'sosyalist Bonapartizm' olarak düşünmek ufuk
açıcı oluyor. Türkiye'de ve benzer 'çeper' ülkelerde de güncelliğini yitirmeyen
bir olgu, Bonapartizm. Çoğu durumda adından haberi olmayan ya da bu adı
kendisine yakıştırmayan bir akım.
Marx bu kavramı on
dokuzuncu yüzyıl Fransa'sında burjuvazi dahil hiçbir toplumsal sınıfın bütün
boyutlarda egemenlik kuracak güçte olmadığı geçiş döneminde ipleri Napolyon
gibi bir bireyin darbe yoluyla ele geçirebildiğini ve kurulan rejimin farklı
sınıfsal kesimlerce desteklenebildiğini anlatmak için kullanmıştı ("18
Brumaire" adlı kitabı, 1852). "Birincisinde trajedi, ikincisinde
komedi" dediği de, önce Napolyon'un, ardından onun akrabası Louis
Bonapart'ın darbe serüvenleriydi.
Benzer sınıfsal
koşullar bu kez yirminci yüzyıldan itibaren olmak üzere Türkiye ve Rusya gibi
ülkelerde de geçerlidir: Egemenliğe aday olan sınıf henüz her tür karizmadan
önce gelen bir siyasal güç oluşturabilmiş değildir, güçler dengesi değişkendir
vb. Denir ki bu toplumsal koşullar ve mücadeleler Lenin'i ve Mustafa Kemal'i
ortaya çıkarmıştır. Gayet akla yakın.
Lenin'in ve Mustafa
Kemal'in 'Louis Bonapart'ları kimler peki? Rusya'da Stalin, Stalincilik, Boris
Yeltsin ve ardılları. Türkiye'de ise, bitmek tükenmek bilmeyen, günümüzde de iç
içe geçtiklerini, cunta içinde cunta oluşturduklarını sezdiğimiz Kemalist
darbeciler.
Sovyet ordusunu
(partinin, proletaryanın ya da halkın yerine orduyu) Sovyet sosyalizminin en
sağlam güvencesi durumuna getiren, Stalincilikti. Zaman içinde bu güvencenin
altının ne kadar boşaldığını hiç kimse tahmin edememişti: Ordu Gorbaçov'un
Perestroyka (açılma) politikasına karşı 1991 Ağustos'unda darbe yapmaya
kalkıştığında, geri püskürtülmesi hiç zor olmadı. Bonapartizmin yönelimi
değişmişti belli ki; hem de aynı başkişiler üzerinden.
Boris Yeltsin
sosyalist Bonapartizmin ürünlerindendi ama, bu kez yeniden egemen sınıf olmaya
aday burjuvazinin tipik, ve sonsuzca cüretkâr bir temsilcisi olarak çıktı
ortaya: 1991 darbesinin boşa çıkarılmasında tankların üstüne çıkan kahraman
rolünü oynadı, 1993'te de, kendisinin istediği kararları çıkarmıyor diye
parlamentoyu tanklarla çevirtip ateş emri vererek iki yüze (200) yakın
milletvekilini öldürttü. 'Demokrasiye geçiş için!'
Geçilen
'demokrasi'ler, faili meçhullerle devam ediyor işte. Rusya'da gazeteci
zehirlemelerle, bizim buralarda, hangi birini sayayım. Geçiş, aslında bir
Bonapartizmden diğerine.
Bonapartizm
kavramı, içselleştirilmiş darbecilikle ilgili. Burjuva demokrasisi, sosyalist
demokrasi ya da sosyal demokrasi: Bonapartizme bel bağlamışsanız, bunların
hiçbiriyle kalıcı bir düşünsel ya da davranışsal ilişki kuramıyorsunuz.
Kullanmayı sevdiğiniz alarm zilleri arasında ne 'demokrasi tehlikede' zili
bulunuyor, ne de 'darbe tehlikesi' zili. Çözümleme araçlarınız arasında,
'militarizm' ve 'Bonapartizm' kavramları bulunmuyor çünkü. Bulunsa, bu
kavramlarla ilgili yadsıma refleksinden kurtulabilseniz, örneklerini ya da
izlerini kendinizde de görebileceksiniz.
Evet, Sovyetler
Birliği zamanında, sosyalizmin en sağlam güvencelerinden birinin Sovyet ordusu
olduğu söylenirdi...
_________________________________________________________________________
Dil meseleleri
______________
İngilizceden
gelmemiş gibi yapanlar
10.7.2008 tarihli
Cumhuriyet gazetesinde gördüğüm bir reklam şöyleydi: "ING Bank şimdi
Türkiye'de. Türkçe okunuşu da İ-NE-GE."
Aynı gazetenin aynı
gün verdiği Kitap ekinde Feyza Hepçilingirler, Amerikan John Hopkins hastaneler
zincirinin İstanbul'da yeni açtığı hastanelere "Anadolu Sağlık
Merkezi" adını verdiğini yazıyordu.
Tabela
kampanyacıları bu durumlardan memnun olur mu bilmem. Hepçilingirler'e gelince,
yerli hastanelerin adı 'hospital'a, 'akademik'ler 'academic'e dönüştürülürken
karşılaştığı bu Türkçecilik örneğini, "düşündürücü",
"ilginç", hatta "ürkünç" buluyor.
__________________________________________________________________________
==========================================================================
Aheste meseleler
================
Bir önceki
cumhurbaşkanı Afyonluydu. Kültür çevreleri Afyon'u son yıllarda, sanat
yönetmeni Hüseyin Başkadem sayesinde klasik batı müziği ve caz dinletileri,
festivaller düzenlenen bir kent olarak anıyor.
Gelgelelim, bu
festivallere katılan yazarlardan Perihan Mağden'in 7.4.2004 tarihli, Doğan
Hızlan'ın da 8.4.2008 tarihli yazıları, elbette her biri kendi biçeminde olmak
üzere, dünya kültürüyle olan bu yakınlaşma çabasının cumhuriyet dönemi
uygulamalarına dönmesine ramak kaldığını gösteriyor.
Abdullah Gül
Kayserili. Kayseri nasıl bir gelişme çizgisi izliyor acaba?
Bu soruyu
önemseyenler, Kadri Gürsel'in 29 Haziran 2008 tarihli Milliyet'teki "Merak
edilecek bir kent" başlıklı nefis yazısını okumalı. Şu kadarını
söyleyeyim: Zaten zengin bir kent olan Kayseri'nin son yıllarda daha da
zenginleştiğini, sanayi merkezinin dev boyutlara ulaştığını, kentteki kitapçıların
ise bir bir kapandığını, geriye kalanların neredeyse yalnızca ders kitapları
ile din konulu kitaplar sattığını anlatıyor Gürsel. "Merkezde sinema ve
tiyatro da bulamadım" diyor.
==========================================================================
[24.7.2008 tarihli Radikal]
Amida
Özcan Karabulut'un
romanı "Amida, Eğer Sana Gelemezsem", roman dışı gerçekliğe bitişik
bir yerlerden, esaslı bir gerçeklik duygusu yaratarak başlıyor. Bu duygu roman
boyunca aksatılmadan sürdürülebilmiş olsaydı, ortaya büyük bir yapıt
çıkabilirdi; özellikle, kadın başkişi üzerinden okunabilen eğretilemenin,
romanı en az ikiye katlayan katkısı da düşünüldüğünde: Amida aynı zamanda hem
bir kadın (Dilşa), hem de örtülü Kürt gerçekliğinin kendisi olarak okunabiliyor.
Karabulut'un
romanında çok iyi başlayan gerçeklik duygumuzu bir an gelip zedeleyerek
inandırıcılığı azaltan iki özellikten söz edilebilir. Bunlardan biri içerikle,
diğeri anlatımla ilgili. İçerikle ilgili olanı, başkişi Arat'ın ilk yarıda
fazla rötuş gören portresi ve bazı gerçeklik eksiklikleridir. Anlatımla ilgili
olanı ise, Metin Celâl'in 10.7.2008 tarihli Cumhuriyet Kitap'taki yazısında da
işaret ettiği üzere, roman boyunca arada bir karşımıza çıkan ve yer yer
yoğunlaşarak makale, konferans, söylev ya da haber diline dönüşen kitabilik.
Her iki özellik de,
'gerçekçi' romanları bekleyen başlıca tehlikeleri bir kez daha gösteriyor bize.
Bu roman türü belki
de yazılması en zor olanların başında geliyor. "Hayatı/gerçeği, hiç
değiştirmeden" yazacaksınız; böyle tanımlanmıştır, böyle anlaşılır
'gerçekçilik'. Dolayısıyla, en iyi bildiğiniz gerçek her ne ise onu yazmanız en
doğrusudur. Yazarsınız; uzun süre çok satmanız bile olanaklıdır, en azından
konusuyla ve okuma kolaylığıyla çekebilir çünkü romanınız insanları; hatta,
türün tanımına uygun bulup övenler de eksik olmayabilir.
Gelgelelim, bütün
bunlar, okurun romanınızı kalıcı bir biçimde ciddiye aldığı anlamına gelmez: Ek
olarak, "hayatı/gerçeği, hiç değiştirmeden" yazarken, yarattığınız
gerçeklik duygusunun roman boyunca bir an bile sarsılmaması gerekmektedir. Bir
anlık bir sarsıntıda bile, Nurdan Gürbilek'in acının anlatımı konusunda
söylediği gibi, okur "aslında etkilenmeyecek, hatta alttan alta gülüp
geçecektir" (Mağdurun Dili, s. 60). Gerçekçi edebiyatın zorluğu da tam
tamına bu acımasız koşulda yatıyor.
"Amida"nın başkişisi Arat, inandırıcılığa son derece yakın bir
karakter. Fazla ölçülü biçili bir kişiliği var ama, bunun kendi kendisini
terbiye etme bilincinin gelişmişliğiyle ilgili olduğunu düşünebiliriz (bkz. s.
65). Kaldı ki, roman dışı gerçeklikte de böyle kişilerin sayısı hiç az
değildir.
Ne var ki, roman
dışı gerçeklikte, kimsenin aslının göründüğü kadar ölçülü biçili olmadığını da
biliriz. En azından yakınlarımızdan, yakınlaşmış olduklarımızdan ve kendimizden
biliriz. Toplumsal yaşam öyle gerektirir, hepimiz ölçülü ve biçiliyizdir, en
ölçüsüz görünenimiz bile; aramızda bu açıdan derece farkı vardır yalnızca.
Romanlardan ise, bize bu ölçülülüğün arkasını (da) göstermesini bekleriz. Biz
okurlar için asıl ilginç olan, gerçeğin bu göremediğimiz, ama varlığını bildiğimiz
kısmıdır, onu talep ederiz aslında romanlardan. Vermiyorsa, belki yine roman
dışı yaşamdaki gibi inanmış görünürüz ama, hepsi o kadar.
Eklemeden
geçmemeliyim: Ölçülü biçili bir roman kişisi yaratmak bir başına alındığında
sakıncalı olmayabilir. Kişimiz, içinde yer aldığı roman bütünlüğüne bağlı
olarak, özgün bir tekniğe dahil olabilir ve bu yolla güçlü sonuçlar
yaratabilir. Bazı teknikler "kitabi dil"i de kaldıracak yapıda
olabilir ayrıca. Başka bir bütünün, belirli ilkelere göre düzenlenmiş bölümleri
böyle bir özellik gösterebilir vb. Buradaki anahtar, "belirli ilkelere
göre" sözüdür sanıyorum.
Arat'la ilgili
sorun, konuşmasındaki kitabiliğin ve portresindeki rötuşların yanı sıra,
romanın gerçeklik ilkesinin elvermediği bazı aksamalara rastlamamızda yatıyor.
Arat'ın iç deneyimleri, çelişkileri ve iç tartışmaları verilirken, terbiye
örüntüsüyle ilişkilendirilebilecek bir rötuş (belirlenmiş sınırlar içerisinde
kalınmışlık) izlenimi varlığını hep sürdürüyor.
Aksamaların en göze
batanı ise, Arat'ın üç pantolonlu Uğur'la olan karşılaşmasındaki âna ilişkin
bölümdür (s. 62): Yıllardır çocuk işçilere yönelik bir işte çalışan Arat,
cinsel istismar olgusunu hâlâ yalnızca "kuramsal olarak" biliyor
olabilir mi? "Çocuğa söyleyecek söz" bulamayacak kadar hazırlıksız
mıdır profesyonel açıdan? Anlatıcı o bölümde Arat'ın mesleki birikimini
unutarak konuşuyor. Ortaya çıkan gerçeklik eksikliği, örüntünün çarpıcılığıyla
bağlantılı bir biçimde romanın inandırıcılığını da eksiltecek kadar ağırlıklı.
Gerçekten de büyük
bir roman olabilirmiş "Amida". Elimizdeki haliyle, önemli bir roman
olarak okunmalıdır bence. Hiçbir şey için değilse, ölümün ve cinselliğin temel
sorunsal olmak konusunda roman boyunca yaptıkları dansın trajik güzelliği için.
Arat'ın 'duygusal eğitimi'ni izlemek için, ayrıca.
Arat, savaş ile
cinselliği bir arada düşünmek eğiliminde: "Bir erkeğin cinselliği onun en
büyük savaş alanıdır (Kervansaray Otel'de savaş konusuna bu açıdan niye bakmadı
ki?)" diyor (s. 171). Savaş konusuna bir de bu açıdan bakılması önerisine
sonsuzca katılıyorum.
=========================================================================
Ayıp
====
Hayat
Televizyonu'nun karartılmasını kınıyorum. Ne yaptı Hayat Televizyonu? Irkçılık
mı yaptı? Nefret mi yaydı? Şiddet çağrısında mı bulundu?
Elbette hayır.
Böyle yapan televizyonların kapatıldığına tanık olmuyoruz. Pek pek, yüksek
paralara satılıyor onlar.
Hayat
Televizyonu'na karşı yine o hukuk dışı "bölücülük" gerekçesi ileri
sürülmüş. Hukuk dışı, çünkü keyfi, çünkü somut tanımı yok bu gerekçenin.
=========================================================================
________________________________________________________________________
Fethi Naci, 3 Nisan 1927 - 23.7.2008
"Beni
ilgilendirmeyen yazılar, kitaplar, 'vasat' yazılar, 'vasat' kitaplardır."
("Roman ve Yaşam", YKY, 2002, s. 70)
________________________________________________________________________
[1.8.2008 Cuma tarihli Radikal. ("Server hatası"
nedeniyle, bir gün gecikmeyle yayımlandı.)]
Devrim
ve darbe
Yürürlükteki söylem
bunalımının öğeleri arasında başlıktaki iki kavram da yer alıyor: Devrim ve
darbe.
Konuyu
güncelleştiren, yürürlükteki iki büyük siyasal dava. Bu davalar, toplumu
tehlikeli ölçülerde sallaya sallaya demokrasi yönünde zorluyor. Öyle ki, sol
parti ve örgütler demokrasiyi tartışmak için bir araya bile gelebildi! Paneli
düzenleyenler: ÖDP, EMEP, Anti Kapitalist, DTP, Sosyalist Emek Hareketi (SEH),
TKP, Emekçi Hareket Partisi (EHP), Halkevleri, Sosyalist Parti Girişimi (SPG).
Gerçekten de hatırı
sayılacak bir olgu. Bazı temel söylem sorunlarıyla birlikte. Bunlardan biri,
toplantıda sorulmuş bir soruyla ilgili: "Ergenekona karşı mı,
Ergenekonculuğa karşı mı?"
Böyle bir soru,
soruyla karşılanmayı hak ediyor: Bu ikisi birbirini dışlıyor mu ki karşı
karşıya koyuyorsunuz? İkisine birden karşı olunmamasını gerektiren bir neden
var mı?
Toplantıdaki ikinci
söylem sorunu, katılamadığım için basından izlediğim kadarıyla söylüyorum, sol
örgütlerin bir toplantısından beklenebileceği üzere "devrim"
kavramının devreye girmiş ve tartışılmış olması, buna karşılık hiç kimsenin
çıkıp da toplumumuzun geniş katmanlarında kırk küsur yıldır darbelere yaygın ve
yerleşik bir biçimde "devrim" dendiği gerçeğini sorun etmemesi,
ettiyse bile basına yansıtacak kadar vurgulamamasıdır.
Acaba neden? Neden
farkına varılmamış olabilir bu söylem sorununun? Karışıklık solun kendi içinden
değil de halk katmanlarından kaynaklandığı için mi? Sizin her 'devrim'
deyişinizden 'halk' acaba ne anlıyor? Bu soruyu düşünüp taşındığınızda yine
"Devrimcilerin darbe karşıtı olduğunu ispat etmelerine gerek yoktur"
diyebiliyor musunuz?
Söylem bunalımı
demek, insanların temel noktalarda birbirinin dediğini anlamadığı toplumsal
ortam demek. CHP ile İP'in kendisine "sol" dediği bir ortamda, 'sol'
sözcüğünün bile bir bunalım öğesi olduğuna her an dikkat etmek gerekir.
________________________________________________________________________
Güngören'in
katilleri bulunsun
Güngören kıyımını
herkes lanetledi. En incelikli tanılardan biri Birgün gazetesininkiydi:
Patlamayı planlayanlar insanın en büyük erdemine, dayanışma duygusuna tuzak
kurdu, diyordu Birgün: "İlk patlamanın ardından yardıma koşan insanları
ikinci bir patlama ile öldürdüler..."
Barış Meclisi
sözcülerinin "saldırıları derin bir üzüntü ve endişe ile
karşıladığımız" açıklamasının ardından Marmara Bölge Girişimi de 30 Temmuz
2008 Çarşamba günü akşamı için, "Güngören'in katilleri açığa
çıkartılsın" talebiyle kitlesel bir basın toplantısı düzenledi.
________________________________________________________________________
========================================================================
Gerçekliğe
mahkûm edilmek
Ölüm izleği ve
imgesi, Özcan Karabulut'un "Amida"sı gibi Bülent Usta'nın
"Karınca Hastanesi"nde de metnin derinliklerine kadar sızmış durumda.
Edebiyat anlayışı açısından ise iki zıt uçta yer alan romanlar bunlar.
"Karınca
Hastanesi", bir yandan sisteme karşı silahlı mücadeleyi, giderek intihar
bombacılığını sorunlaştırırken, bir yandan da gerçekliğin sunuluşundaki
sınırlara baş döndürücü reddiyeler içeriyor. Üçüncü sayfada, romanın anlatıcı
başkişisi şu açık reddiyeyle çıkıyor karşımıza:
"Bizi sadece
sınırlayarak tüketebilirsiniz./ Bizi sadece gerçekliğe mahkûm ederek
aşağılayabilirsiniz. Hissettiğimiz kadar varız işte ve yokuz sizin gerçeklik diye
buyurduğunuz sınırların içinde."
Buradaki, bilişsel
temelde bir reddir ve gerçeklikle ilişkimiz açısından genel geçer olanla
aynılaştırılmaya karşıdır. Böyle bir aynılaştırmayı bir mahkûmiyet, hatta
aşağılanma sayacak kadar cesur, sert ve köşeli bir reddiye. Manifesto da
denebilir. Romandaki içeriğin biçimi ve anlatım ise, bu katı reddin paradoksal
bir ürünü olarak, uçucu, hatta hayli uçuk ("rüzgârın imgesi beni
havalandırmış" vb).
Romanın diğer
okurları gibi ben de "Metsis"i tersinden okumak eğilimindeyim:
'Sistem.' Böyle tersinden okunabilen epey ad var "Karınca
Hastanesi"nde: Mece'yi Ecem, İvam'ı Mavi, Kulah'ı Haluk, Kör Ahilez'i
Zeliha, Aic'i Cia, İla Dağı'nı Ali Dağı, Motmot Sokak'ı Tomtom Sokak, Gadarak'ı
Karadağ, Zuko Dağı'nı da, internete alışkın gözlerimizle, Öküz Dağı diye
okuyabiliriz vb. Bildiğimiz herhangi bir topluluğu çağrıştırmayan adlar da var.
Bunlar romanda olup
bitenlerin uçuculuğuyla da birleşince, bizim durmadan bir yitmişlik duygusuna
kapılmamız sonucunu veriyor. Gerçeklik ilkesi roman boyunca saldırı altında
ama, ortaya çıkanın her zaman haz olduğunu söyleyemeyiz. Günümüzün acar okurunu
bile irkiltebilmek için ne gerekiyorsa yapılmış. Anlatıcı, roman dışı
gerçeklikle yalnızca seyrek kavşaklarda bir araya geliyor, hemen ardından başka
bir yöne sapmak üzere. Yine de herhangi bir gizemcilik içermemeyi başarıyor
bana kalırsa bu metin.
Edebiyat çocuk
oyuncağı değildir fikrini mutlaklaştırmış okurlardan değilseniz, çok zor
olmayan, ama kolay da denemeyecek bu metni bazen akrabası Borges'le ya da
Cortazar'la karşılaştırılmayacak ölçüde havai bulsanız da bir anlamlandırma
çabası göstererek okursanız, ödüllendirmekten kendini alamıyor yazar sizi; her
aşamada, sizin anlamanızın hemen ardından cevap anahtarı geliyor: "Sözler,
tersten akıyordu" (s. 54) vb. Roman anlayışını ya da yazma sürecini
romanın içeriğine katmak modern edebiyatın eski ve güzel bir huyudur; günümüzün
yazarları da bu huydan kolay vazgeçecek gibi görünmüyor.
Simgesellikten de
öyle. "Karınca Hastanesi"nde ölüm motifini, 'bildiğimiz' ölüm kadar,
cinsel doyum anlamında okuyabiliyoruz; başkişi Bece'ye dayatılan postacılık
mesleğini, durmadan yaptığımız o söz ya da bilgi taşıyıcılığı anlamında, vb.
vb.
Anlatıcının
"düzülmüş gibi" yaşamaktan söz etmesinde (s. 11) ve erkeği öncülükle,
kadını evcillikle tanımlı göstermesinde (s. 47) ise erkeklik ideolojisini
görmemek olanaksız.
========================================================================
[7.8.2008 tarihli Radikal
Benim yolladığım metinde "etmiş" olan sözcük,
"etiş" olarak çıktı.]
Radikal'de
yazılanlar
Milliyetçi olmayan,
gayrimilli midir?
Hasan Celâl
Güzel'in 3.8.2008 tarihli Radikal yazısındaki iki sözü tipiklikleri nedeniyle
üzerinde durulmasını hak ediyor. Birincisi şu:
"Milliyetçi
demokrattır, ulusalcı ise darbecidir ve dikta taraftarıdır."
Bu sözün yalnızca
ilk bölümünü ele alacağım: "Milliyetçi demokrattır." Bir olguyu dile
getirir gibi yapılandırılmış bu söz. Oysa, dilekten öteye geçebilecek bir
gerçekliği yok. Bunu anlamak için ünlü milliyetçilere bakmak yetebilirdi
Güzel'e. Gelmiş geçmiş en ünlü milliyetçilerden biri olan Alpaslan Türkeş'in
neredeyse ikinci adı, "İhtilâlin kudretli Albay'ı"ydı. İhtilâlden
kasıt 27 Mayıs 1960 darbesi.
"Ne mozayiği
ulan?" sözüyle de ünlenmişti Türkeş son dönemlerinde. Herhalde bir
demokratın edeceği söz değil.
Şimdi, bu örnek
karşısında, "milliyetçi demokrattır" diyebiliriz misiniz,
üniversitelerdeki satırlı bıçaklı milliyetçi saldırılarını saymasak bile?
'Demokrat' sıfatını çarpıtmadığınız sürece, diyemezsiniz. Ya da, yukarıda
belirttiğim üzere, dileğinizi gerçekliğin yerine koymadığınız sürece.
Hasan Celâl
Güzel'in aynı yazıda yine tipikliği nedeniyle üzerinde durulmayı hak eden
ikinci sözü, "milliyetçilere karşı hasmane tavır alan gayrimillî ve dışa
bağımlı çevrelere..."
Pek çok yazar gibi
Güzel'in de bu sözlerden kimi kastettiği belli değil; ad ya da tanım vermeden
yazıyor. Oysa şu "dışa bağımlı çevreler" sözünü gerçekten ciddiye
alıyor olsanız, adını koymaz mısınız? NATO, CENTO, IMF, AB, bir sermaye grubu,
bir çıkar odağı, başka bir devlet... Kim bağımlı ve bunlardan hangisine
bağımlı? Neden açık konuşamıyorsunuz?
Gerekli açıklık
olmayınca, Güzel'in cümlesinin o bölümünü ciddiye almanın da olanağı kalmıyor.
Aynı cümlenin ilk
bölümüne gelelim. "Milliyetçilere karşı hasmane tavır alan gayrimillî
..."
Yine ilk bakışta
belirliymiş gibi duran, bulanık bir sözle karşı karşıyayız. Soru şu: Güzel, bu
sözüyle, milliyetçi olmayanları toptan ve otomatik olarak "gayrimillî"
ilan ediyor mu etmiyor mu? "Gayrimillî" sıfatını kimler için
kullanıyor Hasan Celâl Güzel, belli mi?
Bu soruyu bir ucu
bana değebileceği için ciddiye alıyor ve işte yazıyorum: Ben milliyetçi de
değilim, ulusalcı da. Bu sıfatları taşıyan çevrelerle yaşamım boyunca birlikte
hareket etmedim. Buna karşılık, 'ulusal' kavramını önemsedim ve yerine göre
savundum, bugün de savunurum. Anahtar söz, bir kez daha, 'yerine göre'dir. Ve
'ulusal' olan ile 'milliyetçi/ ulusalcı' olan arasında temelli bir fark vardır.
Sözün kısası, kimse
punduna getirip bana ve benzerlerime "gayrimillî" diyemez. Bunun
böylece bilinmesini isterim.
==========================================================================
"La
Esmeralda" Dolmabahçe'de
2 Ağustos 2008 tarihli
Cumhuriyet gazetesinde "Denizci Yazar" sıfatıyla Oktay Sönmez imzalı
bir yazı yayımlandı: "Esmeralda Yine İstanbul'da".
Oktay Sönmez,
"La Esmeralda" adlı bu Şili gemisini "ilk kez 21 Mayıs 1967
sabahı, sisler henüz dağılmamışken Dolmabahçe önünde" görmüş. Yazısı
neredeyse bir aşk mektubu: Süzülerek gelen "bembeyaz ve yorgun bir kuş ...
başı Boğaz'ın akıntısında öylece uzanıp kaldı" vb.
1967'de ilk
gelişinde gemiyi ziyaret de etmiş olduğunu anlatıyor Sönmez. Boynunda körüklü
eski tip bir fotoğraf makinesi, bir balıkçı motoru ile "doğru
'Esmeralda'"ya gitmiş. Komutan nezaketle kabul etmiş onu, ikramda
bulunmuş. "Tam bir denizci sohbeti" olmuş.
Sonra fotoğraflar
çekmiş, "kırk yıllık gazeteci gibi röportajlar, fıkralar, şakalar
vs". Hemen oturup yazmış, yazısı 28 Mayıs 1967 tarihli Cumhuriyet'te
yayımlanmış.
"Şimdi aynı
gemi üçüncü kez gelip aynı yere demirlemez mi!" diye yine mutluluktan
uçuyor Oktay Sönmez. Belli ki aradan geçen kırk bir yıl içinde kulağına hiçbir
şey çalınmamış bu meraklı denizcinin: Ne Şili'de olup bitenler, ne "La
Esmeralda"nın bir işkence gemisine dönüştürülüp adının "Yüzen İşkence
Odası"na çıkmış olması, ne Barış Pirhasan'ın o her şeyi anlatan güzelim
şiiri... Hâlâ "tersaneden yeni denize indirilmiş gibi yepyeni bir yeni gelin"
diyor Oktay Sönmez, "işte tam karşımda duruyor".
Barış Pirhasan'ın
1981 basımı "Tarih Kötüdür" adlı kitabındaki "La Esmeralda"
adlı uzun şiirinin ilk dörtlüğü şöyledir:
Kollarından vurulmuş paslı çiviyle
Çarmıhta dolaştırıyorlar Esmeralda'yı
Gözdağı olsun diye bütün halklara
Çarmıhta dolaştırıyorlar Esmeralda'yı
Pirhasan kitabın
70. sayfasındaki notlar arasında şu bilgiyi de vermiştir: "La Esmeralda:
1978'de İstanbul ve Antalya limanlarına gelen, halkın yürüyüşler ve
gösterilerle kovduğu Şili işkence gemisinin adı."
Denizci Oktay
Sönmez ise, yazısında geminin ikinci gelişi olarak Pirhasan'ın anlattığını
değil, 1994'tekini anlatıyor: O sıralar Dışişleri Bakanı olan Prof. Mümtaz
Soysal gitmiştir gemiyi ziyarete. Elbette protokol içinde, bandolar, mızıkalar,
alay sancakları ve zamanın Deniz Kuvvetleri Komutanı ile birlikte.
Uluslararası Af
Örgütü Yeni Zelanda şubesinin 5 Aralık 2001 tarihli basın bildirisine göre,
"Yüzen İşkence Odası" La Esmeralda'nın bir "iyi niyet"
ziyareti için o gün Wellington limanına gelişi protestolarla karşılanmıştır.
(http://www.amnesty.org.nz)
Yeni Zelanda
Başbakanı Helen Clark da, işkenceye karşı bizzat yürüttüğü üçüncü kampanyanın
açılışını bu ziyarete denk getirmiş ve şöyle demiş Esmeralda için:
"Kimsenin
gemiyi ziyaret etmesini engellemiyoruz, ziyaretlere karşı da çıkmıyoruz. Ancak,
insanları gemiyi gezerken onun ne için kullanılmış olduğunu hatırlamaya davet
ediyoruz. Geminin direklerine, halatlarına, kamaralarına bakarken, orada mutsuz
bir yazgıyla acı çekmiş o yüz insanı düşünmelerini istiyoruz."
Aynı basın
bildirisi, Şili'deki Ulusal Hakikati Araştırma ve Uzlaşma Komisyonu'nun sunduğu
kanıtlara göre General Augusto Pinochet döneminde Esmeralda gemisinin
sistematik ve yaygın işkence amacı için kullanıldığını, Şili Deniz
Kuvvetleri'nin ise bunu hep inkâr ettiğini söylüyor...
==========================================================================
[14.8.2008 tarihli Radikal
"Hayaletlemek" başlığı "Hayaletmek" diye
çıktı,
"sitesinde" sözcüğü "sitesin de" diye
çıktı...]
Bir
TSE yayınında açık ırkçılık
Bir TSE (Türk
Standartları Enstitüsü) yayınındaki açık ırkçılıktan söz edeceğim. Tam on dört
yıldır süren bir ayıp belki düzeltilir ve özür dilenir umuduyla.
Konuyu ilk kez
Mıgırdiç Margosyan, 19 Temmuz 1996 tarihli Agos gazetesindeki "Zurna"
adlı köşesinde yazmış. Ben o yazıyı görmemiştim. Margosyan, günlük Evrensel
gazetesindeki "Kirveme Mektuplar" adlı köşesinde geçen yıl yeniden
yazdı konuyu; 22 Haziran 2007'den başlayıp yedi hafta süren bir dizide.
Söz konusu olan,
bir tür 'insan standardı'dır: Ermenilerin standart kişiliği nedir, Yahudilerin
standart kişiliği nedir, Türklerin standart kişiliği nedir vb.
TSE (Türk
Standartları Enstitüsü) yayını. Kitap Adı: "Türk ve Türklük". Yazar
Adı: Ömer Naci Bozkurt. S. no: 1. Basım Yılı: 1994. UDC 930(560) BO. Konusu:
TARİH-TÜRKİYE.
Margosyan'ın 19
Temmuz 1996 tarihli yazısının, bir utanç, kınama ve özür tsunamisi
yaratmadığını biliyoruz. Onun ardından galiba yalnızca Nebil Özgentürk yazmış
konuyu. Özgentürk, internette bulduğum 6 Nisan 1997 tarihli Sabah gazetesindeki
"Onları seviyoruz..." başlıklı yazısında, Ermenilere yönelik bir
başka ırkçılık örneğini kınarken, söz konusu TSE yayınını da kınıyor ve
Margosyan gibi o da mahut kitaptan şunları alıntılıyor:
"Türkiye'de
sizi aldatan birine mi rastladınız, bilin ki bu muhakkak Ermeni'dir."
"Bir Türk'e mi
iş yaptıracaksınız, mukaveleye lüzum yok, sözü kâfidir. Ama Rum veya başka bir
Hristiyan'la iş yapacaksanız mukavele yapınız. Ermeni ile yazılı veya sözlü
hiçbir mukavele yapmayın. Zira onların yalan ve hilelerine karşı hiçbir
mukavele garanti sağlayamaz."
Kitapta ayrıca
Yahudilerin "azınlık ve dönme ırkçılığı"yla, Kürtlerin bölücülükle,
Ermeni ve Rumların hırsızlıkla damgalandığı anlaşılıyor.
Ben neden şimdi
yazıyorum peki bunları? Kitap, TSE'nin yayın listesinden hâlâ çıkarılmadığı,
gereken özür açıklaması hâlâ yapılmadığı için. Bugünlerde 'standart' kavramının
dil alanındaki yerinden söz eden bir yazı tasarlarken, bu 'insan standardı'
zihnimde gerilere itemeyeceğim kadar önlere çıktığı için. Gecikmiş olarak
yazıyorum gerçekte. Ve her gecikme ayıbın sürüp gitmesine katkıda bulunduğu
için, utanarak.
Birisi daha
yazmıştı: Keşke azınlıkların haklarını çoğunluklar, zayıfların hakkını zayıf
olmayanlar savunsa. Türkiye Kürtlerinin hakkını Türkler, Almanya ve Yunanistan
Türklerinin hakkını Almanlar ve Yunanlılar, sakatların hakkını sakat
sayılmayanlar, kadınların hakkını kadın olmayanlar, eşcinsellerin hakkını
eşcinsel olmayanlar, Afroamerikalıların hakkını diğer Amerikalılar savunsa vb.
Bu işler, insan hakları savunucularıyla, 'bir kısım aydınlar'la ya da mağdurun
mahallesiyle sınırlı kalmasa.
Biraz ütopik
görünebilir ama, düpedüz ahlaki bir mesele bu.
Gerçeklik bize her
an her tür etnik gruptan, her tür insanın ve davranışın çıkabildiğini
gösterirken yukarıda alıntıladığım cümlelerin yazılıp yayımlanmasının tek adı
olabilir: Açık ırkçılık.
Hatalı TSE'den, o
kitabı yayın listesinden çıkarmasını ve kamu önünde tüm yurttaşlardan özür
dilemesini talep ediyoruz.
________________________________________________________________________
İngilizceden gelenler
_____________________
Hayaletlemek
İngilizcenin çok
kullanışlı bir özelliği, ad türünden sözcüklerin başına 'to' ilgeci getirerek
fiile dönüştürme kolaylığı. İnternette Google diye bir arama motoru mu çıktı,
'Google' ve 'search (aramak)' sözcüklerini içeren uzun bir söz yerine 'to
google' diyorsunuz, olup bitiyor.
En son, edebiyatla
ilgili bir metinde 'to ghost' fiiline rastladım. Türkçesi ne olur diye uzun
uzadıya düşünmek gerekmedi: 'Hayaletlemek' geldi hemen dilimin ucuna. Esin
kaynağım elbette Perihan Mağden, onun "-LEMEK"li fiilleri. Şunlar son
yazılarından: Norveç'lemek, edebiyatlamak, turnusollanmak, çocuklamak,
bebeklemek, buldozerlemek... İngilizcenin "to"su varsa, bizim de
"-LEMEK"imiz var: Google'lamak, hayaletlemek vb.
Edebiyatta
'hayaletlemek'ten kasıt, ünlü birinin anılarını ya da 'öz'yaşamöyküsünü
profesyonel bir yazarın yazması, ama kitabın yazarı olarak o ünlü kişinin
gösterilmesi. Bu durumda profesyonel yazar, filancanın kitabını 'hayaletlemiş'
oluyor. Hayalet yazar, görünmeyen yazar.
________________________________________________________________________
========================================================================
Ayıp
====
İnanılmaz
internet
İnternette yazıları
siteden siteye aktarırken bozanını mı istersiniz, bazı sözcükleri ya da
cümleleri değiştirenini mi...
Son örnek,
"Türbbbb..." başlıklı yazımın, imam hatiplilerin bir sitesinde tüm
'türban' sözcüklerinin yerine 'başörtüsü' yazılmış olarak yayımlanması.
Güvenilir kaynaklar
yalnızca özgün sitedekiler. Radikal'deki yazılar için tek kaynak, Radikal
sitesi.
========================================================================
________________________________________________________________________
Forum
tiyatrosu
Tiyatro Boyalı Kuş,
İstanbul’da kadınlarla forum tiyatrosuna 18 Ağustos'ta başlıyor. Çağrısı şöyle:
"Oynayalım,
eğlenelim… Tiyatro yapalım!
Oynayalım,
seyircimizi de oynatalım!
Seyircinin
Tiyatrosu’nu oluşturalım!"
Tiyatronun sanat
yönetmeni Jale Karabekir'in verdiği bilgiye göre, forum tiyatrosu tekniği
Brezilyalı tiyatrocu Augusto Boal’ın elli yılı aşkın bir süredir geliştirdiği
Ezilenlerin Tiyatrosu’nun tekniklerinden biridir ve dünyanın pek çok yerinde
uygulanmaktadır.
"Çalışma,
topluluğun ortak sorunu ve ezilme/baskı kavramları üzerine yoğunlaşarak, kısa
bir oyun hazırlamasıyla sonuçlanır" diyor Jale Karabekir: "Forum
Tiyatrosu’nun en güçlü yanı da, atölye çalışması sonucu oluşan bu oyunun seyirciye
açılmasıdır."
Tarih: 18-22
Ağustos 12:00-18:00
Gösteri: 23 Ağustos
13:00
Yer: İstiklal cad.
Meşelik sok. 6/8
Beyoğlu/İstanbul
Bilgi için:
jalekara@tnn.net
www.tiyatroboyalikus.com
________________________________________________________________________
[21.8.08 tarihli Radikal.]
12
Eylül cezaevleri ve barış
Ali Sirmen
Cumhuriyet'te 12 Eylül cezaevi anılarını anlatıyor. 15.8.2008 tarihinde
yayımlanan bölümde şöyle diyor:
"Okumaktan söz
etmeyeceğim, bizim konumumuzdakilerin hemen hepsi için hapishane bir okuma
cennetidir. Barışçılar için olduğu kadar, diğer siyasiler için de durum
aynıydı."
Mamak ve Diyarbakır
için de aynı şeyin geçerli olduğu sanılmasın diye yazıyorum. Mamak Askeri
Cezaevi'ni bir okuma cenneti kılmak için elimizden geleni yapıyorduk ama, bunu
başarabildiğimiz anlar sayılıdır. 12 Eylül'ün Mamak Cezaevi, okumak meselesi
dahil her açıdan tam bir cehennemdi. Oraya cehennem demekte ikircime düştüğümüz
tek bir an olmuştu: Diyarbakır Cezaevi'nde olup bitenleri öğrendiğimiz zaman...
Karar vermemiz uzun sürmemişti: Diyarbakır'ı anlatmaya cehennem sözcüğü yetmez,
cehennemin yedi kat dibi demek gerekir. Kürt sorununun sonraki biçimlenmesinde
büyük payı olan olgulardandır.
Biz Mamaklı
kadınlar, dayatılan "askerî tutuklu" statüsünü kabul etmeyip
kendimizi "siyasî tutuklu" saydığımız ve ona göre davranılmasını
talep ettiğimiz için, asker tutuklular gibi sabah akşam marşlar okumamız,
tekmil verip talim yapmamız dayatıldığında bunları yerine getirmiyorduk.
Direnme hakkımızı kullanıyorduk kısacası. Bunun karşılığı günde beş altı sefer
coplarla ölümüne dayak, yataklarımızı deşip diğer eşyalarla birlikte koğuşun
ortasına yığarak üstlerine mutfak malzemelerini boşaltmak gibi uygulamalardı.
Bunlardan başımızı alıp da okumaya zaman ayırmamız gerçekten de cennet
duygusunu uyandırıyordu bizde. Elbette, içeriye ders kitaplarından başka kitap
alınmasının yasaklanmadığı o ender dönemlerde.
Bireysel ceza
olarak ayrıca tabutluk ve tecrit vardı. Bunun bir üst kademesi ise tabutluk
denen hücrelerin zeminine su bağlanmasıydı, kış ayları dahil. Uyumak için
uzanmak zorunda olduğunuz beton zemin bir metreye bir metre boyutlarında,
üstelik bazen sürekli ıslak; battaniye verildiyse battaniye su içinde...
Dayatmaları yerine
getirip tutuklu birer er gibi davranan arkadaşlar da kurtulamıyordu kesintisiz
işkencelerden. Amaç bizleri gerçekten asker yapmak değil, ezmekti çünkü.
Ayrıntılar için, sevgili koğuş arkadaşım Pamuk Yıldız'ın "O Hep
Aklımda" adlı kitabına başvurulabilir. Yeni baskısı, Penta Yay., 2007.
Anlattıklarının tanığıyım.
Kitap ve gazete
yasağımızı kaldırdıkları okuma cenneti dönemleri hiç uzun sürmedi Mamak'ta.
Mahkemeye ya da hastaneye giderken göz ucuyla bir gazete manşeti görenlerimiz,
bir radyo sesi duyanlarımız, sevindirik olurdu.
Anlaşılan o ki
İstanbul Sağmalcılar'da o zamanki Barış Derneği tutuklularına siyasal tutuklu
muamelesi yapılmıştır. Belki de çoğunun tanınmış kimseler olmasındandır. Ama
dönemin bütün siyasi tutukluları için durumun aynı olmadığı unutulmasın.
Bir de, o zamanki
gibi şimdi de barış çalışmalarına ihtiyaç olduğu unutulmasın. O zamanlar hiç
değilse ülke içinde savaş yoktu...
Barış konusunda bir
sitemim de Radikal yazarı Gündüz Vassaf'adır. "Cehenneme Övgü"nün
unutulmaz yazarı, "barış hareketlerimiz"in inandırıcı olmadığını
söylüyor:
"ABD başkanı
ülkesinde protestocuları gösterip, 'İşte bunun için Irak'da savaşıyoruz' diyor.
Böyle bir hareket olmasa kendisi icad edecek ki, gerekçesine kılıf
uydursun." (3 Ağustos 2008)
Soru: Bush'un
Irak'ta savaş karşıtları protesto gösterisi yapabilsin diye savaştığına
inanacak bir tek Allah'ın kulu çıkar mı? İnandırıcı olmayan hangisi, barış
hareketleri mi, Bush mu?
Çifte standartlı ya
da göstermelik barış hareketleri olabilir. Peki, böyleleri de vardır belki diye
bırakalım mı yani ipin ucunu? Bush'a mı inanalım? Vitrin süsü müdür gerçekten
barışçılar?
Yeterince etkili
olunamadığı konusunda haklı elbette Vassaf. Barışın türlü türlü karşıtları daha
etkili görünüyor şimdilik. Yine de, Barış Meclisi'nin 1 Haziran 2008'de
Kadıköy'de yaptığı ve 31 Ağustos 2008 Pazar günü Kadıköy dahil üç yerde
yapacağı mitinglere bakan herkes, bunların süs olmadığını görmekte herhalde
zorlanmayacaktır. Barışa susamış insanlar, kitleler halinde geliyor oraya. Ya
da kitleler, insanlar halinde geliyor...
==========================================================================
Dil meseleleri
==============
Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül bu yılki Hacıbektaş anma törenlerinde şöyle dedi: "Alevi
yolunun bu meşhur sözü ‘İncinsen de incitme’ şiarı hepimize yol gösterici
laftır."
Kendisini bu sözü
söylerken televizyondan izlemiş olmasam, tırnak içinde verilmiş olmasına karşın
gazete haberinde aktarma hatası olabileceğini düşünürdüm. Tırnak işaretleri
konusunda, 3 Ağustos 2008 tarihli Radikal İki'deki yazısında
"suistimal"den söz eden Sungur Savran son derece haklı çünkü. Hem
kötü kullanılıyor tırnak işaretleri, hem de kötüye kullanılıyor. Gazetelerde
dolaylı aktarmalar da tırnak içine alınıyor, vb. Sonuçta kimin tam olarak ne
dediği belli olmayabiliyor.
Ama hayır, bu kez
aktarma hatası yoktu, gözümle görmekten başka, kulağımla da işitmiştim.
Cumhurbaşkanı'nın
yukarıdaki cümlesini televizyonda izlerken de, okurken de irkildim, çünkü 'laf'
sözcüğü gündelik dile aittir ve ilişkilendirildiği sözün değerini düşürür.
Tıpkı insan yüzü için 'surat' demek gibidir, söze 'laf' demek. Abdullah Gül'ün
seçtiği sözcük, kurduğu cümleye uymamaktadır.
Dışişleri bakanlığı
da yapmış bir cumhurbaşkanı, 'özenli dil/ gündelik dil' ayrımının farkında
olmayabilir mi? Diplomasi, dilin incelikleriyle en az edebiyat kadar yüz yüze
gelinen bir alan değil midir? Sözcük kullanımından doğan değer yargıları ya da
tutarsızlıklar Gül'ün sezgisi ve bilgisi dışında mıdır? 'Sözdür' ya da
'kelamdır' yerine "laftır" diyor Cumhurbaşkanı; laf! Gerçekten tuhaf.
==========================================================================
[28.8.2008 tarihli Radikal.]
Bilmediğimiz barış
Herhalde duymayan
kalmamıştır: Türkiye Barış Meclisi önümüzdeki pazar, 31 Ağustos 2008 günü, üç
yerde "Kürt Sorununda Demokratik Çözüm" mitingi düzenliyor:
Diyarbakır İstasyon
Meydanı, saat 16.00;
İstanbul Kadıköy
İskele Meydanı (Tepe Nautilus'un önünden başlıyor), saat 14.00;
Adana Uğur Mumcu
İstasyon Meydanı (Mimar Sinan Tiyatro Alanı'ndan başlıyor), saat 16.00.
Başka pek çok
yerde, yürüyüşler, basın açıklamaları...
*
1 Eylül Dünya Barış
Günü bu yıl pazartesiye denk geliyor. Mitingler bu nedenle pazar günü.
Pazartesi de gösteriler var: "Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu" ve
"Savaş Karşıtları" gibi girişimler dahil İstanbullu barışçılar
18.30'da Beyoğlu Tünel'de buluşuyor.
*
Dünya Barış
Günü'nün kaynağı, 1 Eylül 1939. İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı gün. O
tarihte Hitler yönetimindeki Alman orduları Polonya'yı işgale girişmişti.
*
'Barmak' fiilinin
'gitmek' anlamına geldiğini söylüyor Andreas Tietze'nin "Tarihi ve
Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı": 'Barışmak', 'bar-' kökünden işteş
fiil; 'birbirine gitmek' anlamına geliyor. Barış da aynı aileden.
Biz buna,
'birbirinin gerçekliğine varmak' diyelim.
*
Her şeyden önce,
sorun çözmede bir yöntemin adı barış: Zamanın bilinci yalnızca ona yettiği
için, bencil çıkarlar öyle gerektirdiği için, ya da saldırganlık üstün geldiği
için kaba kuvvete dökülmüş sorunları, kaba kuvvetin pençesinden kurtarmanın tek
yolu.
*
Erkek cinsindeki
başta olmak üzere, saldırganlık eğiliminin ya da üstünlük güdüsünün üstesinden
gelmek hiç kolay değil. Yüksek bir toplumsal bilinç düzeyi gerektiriyor.
*
"Onurlu bir
barış" sözünü 'kimsenin erkekliğine halel gelmesin' biçiminde
anlayacaksak, bunu silaha başvuranların tümü için düşünmek gerekiyor.
*
Barışın iyisi,
kalıcı olanı. Yapılar gibi, sağlam bir temele dayananı. Bizim buradaki inşaatın
çukuru derin, dinamitleyeni çok, durup seyredeni de az değil.
*
Taraflardan biri,
AKP, barışı din birliği temelinde sağlamak peşinde. Tekboyutçu.
*
AKP gibi,
seyredenlerin çoğu da tekboyutçu. Kötü matematikçiler gibi, denklemin tek
bilinmeyenli olmasını istiyorlar. En büyük bizim boyut, başka boyut yok! AKP'ye
göre, varsa yoksa sünni/Hanefi İslam! Kimine göre, ekonomi düzelirse Kürt
sorunu çözülür! İşsizlik sona ererse Kürt diye bir şey kalmaz! Kimine göre,
etnik sorun sınıf savaşını saptıran bir engeldir! Kimine göre, etnikçilik
ABD'yle AB'nin marifeti! Kimine göreyse her şey eğitimde olup biter...
*
Bana göre, Kürt
sorunu temelde ideolojik/psikolojik bir eşiğin aşılması anlamına geliyor. Kürt
olmak, Kürtlerin istencine aykırı olarak ikincilleştirilmiştir. Bunun son
bulduğu an, eşik aşılmış olacak. Esas olarak, temelde bir yerde son bulduğunu
hissettiğimiz an. Tıpkı diğer tüm ayrım eksenlerindeki gibi.
*
"An"
diyorum diye, 'bir anlık mesele' dediğim sanılmasın. Bir dönüm noktası var
elbette; örneğin, iyi bir anayasa, eğitimin tüm aşamalarında Kürt diline
gereken yerin ve önemin verilmesi, bir siyasi af çıkarılması; bunlar kaçınılmaz
bir dönüm noktasını oluşturmakla birlikte, esas olan, barış çabalarının
kesintisizliğidir. Bir kuşaktaki 'zihniyet devrimi', sonrakileri garanti
etmiyor. Neyin kim tarafından ne kadar içselleştirildiği belli olmuyor.
*
'İkincil' sözcüğü,
'madun'un Türkçesi. Madun (A uzun, U uzun), Arapça; İngilizcesi 'subaltern'.
Egemenlik altında olan grup, anlamına geliyor. Fiil, 'ikincilleştirmek'.
Kavramın toplumsal alandaki kullanımını Antonio Gramsci'ye, geliştirilmesini
Ranajit Guha ve Gavatri Spivak'a borçluyuz. Tüm ayrımcılıklarda ikincilleştirme
söz konusu: mağdur etme, üzerinde egemenlik kurma, egemenlikten dışlama...
*
"Kürt
sorunu"ndan söz ederken "Kürtler-Türkler" ikileştirmesinden
kaçınmak gerekir: Dışlayıcı ve çoğunlukçu bir ikileştirme bu.
*
Bazı 1 Mayıslara ve
barış gösterilerine kadar sızan o ırkçı "Kana kan" sloganını bir daha
hiç duymamalıyız. Barış, ırkçılıkla en bağdaşmayan kavram.
__________________________________________________________________________
Ayıp
____
TSE'den
ses seda çıkmadı
14.8.2008 tarihli
yazımda, Türk Standartları Enstitüsü (TSE) yayını olan ve içinde açık ırkçılık
yapılan "Türk ve Türklük" adlı kitaptan söz etmiştim. Okurlar
ilgilendi ama, resmî ilgililerin dikkatinden kaçmış olmalı ki onlardan ses
çıkmadı. Bir yanıt alıncaya kadar yinelemek niyetindeyim ben bu çağrıyı:
TSE'den, o kitabı
yayın listesinden çıkarmasını ve kamu önünde tüm yurttaşlardan özür dilemesini
talep ediyoruz.
__________________________________________________________________________
==========================================================================
Aheste meseleler
================
"Şiirsaati"
"Şiirsaati" adlı yeni bir dergi çıktı. Yayın Yönetmeni,
"Denizden Sonra" adlı şiir kitabının yazarı Gülümser Çankaya, daha
önce "Etken" dergisini çıkarıyordu. "Merak" ve
"iz" gibi kısacık şiirleri özellikle ilginçtir; kendine bakmaya
çalışan bir zihin buluruz orada. "Şiirsaati" için eposta:
gulumsercankaya@yahoo.com
Neredeyse fanzin bu
dergi: Sekiz sayfacık. Görünüşe bakılırsa izleksel olacak; ilk sayının izleği,
"Cemal Süreya'ya mektuplar". Arif Damar, Gülümser Çankaya, Haydar
Ergülen, Veysel Çolak, Bâki Ayhan T. ve Şeref Birsel'in C. Süreya'ya mektupları
var. Bir de C. Süreya'nın Osman Mazlum imzasıyla yayımladığı,
"Dergiler" başlıklı, 1965 tarihli yazısı.
Mektup fikri iyi
sonuçlar vermiş bence. Cemal Süreya'ya seslenmek, bir tür diyalog durumu
yaratmış: Şairler, Cemal Süreya'nın yaşadıklarını ve dediklerini göz önüne
alarak yazıyor.
Arif Damar
mektubunda her zamanki çocuk dobralığıyla konuşuyor. Onun bir keresinde
"İnşallah İsmet Özel şiir yayımlamaz" dediğini unutmuyorum;
Cumhuriyet gazetesinde yayımladığı "Ayın Şiiri" sütunu söz konusuydu,
ve Arif Damar, İsmet Özel'in bir şiirinin yayımlandığı ay, "ayın
şiiri"nin hangisi olacağını gayet iyi biliyordu!
==========================================================================
[4.9.2008 tarihli Radikal]
Bir iç tutarsızlık
Genelkurmay Başkanı
İlker Başbuğ'un görev devralma konuşmasında, yaşamsal önem taşıyan bir metin
içi tutarsızlık vardı. Devlet adına konuşurken 'soydaşlarımız' denmesiyle
ortaya çıkan o tipik tutarsızlık. Başbuğ, aynı bağlam içinde hem 'Türk'
üstkimliğinin etnik olmadığını söylüyordu, hem de Kerkük'teki Türkmenlerden
'soydaşlarımız' diye söz ediyordu.
Bu tutarsızlığa ilk
kez İlker Başbuğ'un konuşmasında rastlamadığımız gibi, benim de konuya ilk
değinişim değil. Radikal gazetesinin Kitap ekinde yayımlanmış olan Dil
Meseleleri sütununda, ilki 22.8.2003 tarihinde olmak üzere üç kez daha dikkat
çekmiştim bu soruna: Kerkük Türkmenleri, etnik Türklerin soydaşlarıdır,
'Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları' anlamındaki Türklerin değil.
'Soydaş' kavramına
başvurduğunuz anda, etnik olanın alanına girmiş, yani bağlam değiştirmiş
oluyorsunuz. Cumhuriyetin Genelkurmay Başkanı sıfatıyla konuşurken
kullandığınız "biz" adılı (zamiri), kökeni her ne olursa olsun
'yurttaş Türkler'in tümünü içermek zorundadır; hem söylemde tutarlılık
açısından, hem de hiçbir yurttaşımızı dışlamamak açısından.
Etnik Türk olmayan
yurttaşlarımız bu 'soydaşlık' söylemleri karşısında neler hisseder, bunu
anlamak zor mudur bilmiyorum. Bu söylemin yıllar yılı biriktirmiş olabileceği
dışlanmışlık duygusu hesaba katılmadan hiçbir çözümleme yapılamaz bence. Böyle
bir birikmişlik olmasa, dışarıdan gelen hiçbir kışkırtma, ciddiye alınır bir
sonuç yaratmayı başaramazdı.
Bu söylem sorunu,
hem bütün anlamlarıyla yaşamsal olan bir bunalımı temsil ediyor, hem de o
bunalımın yaratılmasında pay sahibi.
==========================================================================
Dil meseleleri
==============
Makas
izi estetiği
Okuduğunuz bir
yazıda bir iki paragraf sonra karşınıza "Bütün bunları..." diye
başlayan yeni bir paragraf çıktığında, eğer oraya kadar henüz dişe dokunur bir
şey söylenmemişse, bu yarısı boş "Bütün bunları" bağlacından ötürü
yazıyı dengesiz, yazarını da özensiz ya da özentili bulmaz mısınız? Bulursunuz.
Eninde sonunda, yazının sorumlusu yazarıdır.
Yoksa öyle değil
mi?
İlke olarak öyle
ama, uygulamada her zaman öyle olmuyor. Özellikle gazetelerde, son anda bir
düzenleyici oynayabiliyor yazıyla. Kesip biçebiliyor, o arada imlasını bile
bozabiliyor vb.
Sözüm meclisten
dışarı (Radikal'de başıma gelmiş iş değildir), şu "Bütün bunları"
bağlacından hemen önceki bütün bir paragraf kesilip atılmış ve operasyondan
geriye hiçbir iz bırakılmamış olabiliyor...
Diyelim ki
kaçınılmaz oldu ve makasladınız bir paragrafı. Hiç değilse, orada bir yara izi,
bir kesinti bıraksanız, Milo Venüsü'nün kolu gibi, okur o eksik yeri zihninden
tamamlamaya çalışıp estetik bir etkinleşme olanağı bulabilecek. Gerçekliğe de,
düşgücümüze de yer açılmış olacak.
Bu dediğimin dilbilgisi
alanındaki karşılığı, ayraç içinde üç nokta işaretidir:
(...)
Bu işareti ya da
satır boyunca bir dizi noktayı gördüğümüz yerde, bir şeylerin atlanmış olduğunu
anlarız. Yazarın da bir sonraki paragrafa "Bütün bunları" diye
başlamak hakkını elinden almamış oluruz.
İmla, baş belası
olsun diye değil, anlamayı ve düşünmeyi kolaylaştırsın diye var. "Geri
kafalı gramer" dizesi, gramerin anlatılmadan ezberletilen türünü kasteder.
==========================================================================
__________________________________________________________________________
Ayıp
____
TSE'den yanıt geldi.
14.8.2008 tarihli
yazımda, Türk Standartları Enstitüsü (TSE) yayını olan ve içinde açık ırkçılık
yapılan "Türk ve Türklük" adlı kitaptan söz ederek, TSE'den, o kitabı
yayın listesinden çıkarmasını ve kamu önünde tüm yurttaşlardan özür dilemesini
talep etmiştim. TSE Genel Sekreteri Mustafa Ağuş'tan faks yoluyla bir yanıt
geldi.
Yanıtta, kitabın
1994 yılında Enstitü Müdürü Mehmet Yılmaz Arıyörük'ün bilgisi dahilinde, merhum
Ömer Naci Bozkurt tarafından kaleme alınmış olduğu bildirildikten sonra şöyle
denmiş:
"14 yıl önce
yazılmış ve tamamıyla yazarına ait olan bilgi, belge, görüş ve düşüncelerin yer
aldığı bir kitapta yazılanların TSE'ye mal ediliyor olmasının üzüntü verici
olduğunu ifade etmek isterim.
Söz konusu kitap,
basıldığı yıl tükenmiş ve yeniden bastırılmamış olup Enstitümüzün yayın
listesinde de bulunmamaktadır.
Saygılarımla
bilginize sunarım.
Mustafa Ağuş
Türk Standartları
Enstitürü Genel Sekreteri"
Türkiye
Cumhuriyeti'nin devlet geleneklerine tam tamına uygun bir yanıt Mustafa
Ağuş'unki: Kurumla ilgili kişisel sorumlulukları dar anlamıyla ele almak;
hukukta dendiği gibi 'hükmi şahsiyet' olarak kurumun sorumluluğu konusuna ise
hiç girmemek.
Ağuş da, şimdiki
yöneticilerin kişisel sorumluluğu bulunmadığını belli ediyor ve kitabın kimin
zamanında yayımlanmış olduğunu bildiriyor, hepsi o kadar. "Üzüntü
verici" bulduğu nokta, böyle bir kitabın TSE tarafından yayımlanmışlığı
değil, yazılanların TSE'ye "mal ediliyor olması".
Sayın yetkilinin,
bu cümlesiyle, bir kitabın yayımlanmasında yayıncısının hiç payı yoktur demek
istemediğini umuyorum. Kullandığı anlatım öyle ki, boş bulunsam, acaba hata
bende mi diye kuşkulanacağım.
Yeni bilgi olarak,
kitabın yeniden basılmamış olduğunu ve yayın listelerinde bulunmadığını
öğreniyoruz Mustafa Ağuş'un faksından. Gerçekten de, TSE'nin internet
sitesindeki yayınlar bölümüne yeniden bakıyorum, kitap artık orada değil; en
azından, ben göremedim. Konuyu yazdığım sıralar listedeydi, künyesiyle
birlikte. Sessiz sedasız çıkarıldığı anlaşılıyor.
Kitabın listeden
çıkarılmış olması iyidir ama, sessiz sedasız çıkarılmış olması, kurumsal
sorumluluk açısından bir gelişme olmadığını gösteriyor. Acaba bizlere
"devlette devamlılık esastır" biçiminde yansıyan tutum, görevliler
katında "kurumların hatasızlığı esastır" biçimini mi alıyor?
Böyle bir tutum
günümüzün demokrasi standartlarına ne derece uyar dersiniz? Irkçı içerikli bir
kitabı yayımlamış olmak, kurum adına özür dilenmesini gerektirmez mi?
__________________________________________________________________________
[11.9.2008 tarihli Radikal]
$,
€, £
Bu yazı,
emperyalizm tartışmaları üstüne. Başlık seçerken, yazının kaynaklarından Oya
Köymen'in "Sermaye Birikirken" adlı kitabının kapağına takıldım:
Kapakta bir torba, torbanın üstünde de dolar işareti var. Uygundur deyip
başlığa dolar işaretini yazmaya çalışırken, bilgisayarın klavyesinde üç paranın
temsil edildiğini fark ettim: dolar, avro ve paund. ABD, AB, Britanya.
Emperyalizm
tartışmaları, diyordum.
Öteden beri
sevdiğim, yazdıklarını kaçırmamaya çalıştığım bazı yazarlar son yıllarda
'emperyalizm' kavramından uzak durur oldular. Bu sinyale ilk kez Sadun Aren'in
"Puslu Camın Arkasından" adlı anı kitabında rastlamıştım. Sadun Hoca,
emperyalizm kavramını kitabının bir yerinde çözümleme aracı olarak kullanırken,
başka bir yerinde 'emperyalizm'i de 'proletarya', 'kapitalist sömürü' gibi
sözcük ve tamlamalarla birlikte bir kenara koymamızı öneriyordu. Bundan
yalnızca sözcükleri mi, yoksa kavramların kendisini mi kastettiği açık değildi.
Radikal Kitap'taki Dil Meseleleri'nde yazmıştım bu durumu (25 Ağustos 2006).
Bizim ülkemizde
'emperyalizm/antiemperyalizm' sözcüklerine tepki duymak için epeyce psikolojik
neden var elbette: Siyasal yelpazenin en sağ ucuna, MHP'ye ve MBP'ye kadar,
'antiemperyalist' olmayan kalmadı sanki! Tarihin şu saatinde kimse çıkıp ben
emperyalizmden yanayım diyemiyor; tıpkı faşist ya da ırkçı olmak gibi,
emperyalizmden yana olmak da üstlenilebilecek türden bir sıfat değil.
Dolayısıyla, sureti haktan görünmek gerek.
Duruma uygun
olarak, söylemin de değişikliğe uğradığına dikkat edilmeli: "Kahrolsun
emperyalizm!" sloganı, "Kahrolsun Amerika!"ya dönüşmüş durumda.
Hem de yalnızca sağ değil, sol uçta diye tanımlanan kesimlerin de dilinde.
Yabancı düşmanlığının, toptancılığın, kolaycılığın sloganı bu; diyalektik
düşüncenin değil. Zıddını içinde taşımıyor çünkü; ABD halkını bir çırpıda
harcıyor, kendi ülkesinin emperyallerini ise es geçerek aklıyor.
Terimin böylece
koflaştırılıp demagoji aracına dönüştürülmüş olması, tanımladığı olgunun da var
olmadığı anlamına gelir mi?
Emperyalizm var
mıdır sorusunun yanıtı için, sürmekte olan savaşlara, çeşitli kültürel
düzeylere ve giderek ruhlarımızdaki saldırganlık dürtülerine kadar bir dizi
boyuta bakmak gerekebilir ama, terimin yerleşik tanımı için çıkış noktası daha
çok iktisat alanı olmuştur: Dış ticaret hadleri, ödemeler dengesi hesapları,
tekellerin kâr transferleri, borçlandırma politikaları vb. Kapitalist
emperyalizm bu olguların esas olarak hep bir tarafın lehine işlediği bir
egemenlik sistemi olarak tanımlanır. Emperyalizm [artık] yoktur diyebilmemiz
için, bu işleyişin geçerliğini yitirmiş olması gerekir.
Gerçekten öyle mi
acaba? Korkut Boratav ve Oya Köymen gibi, ezbere konuşmayıp gündelik iktisadi
gelişmeleri dikkatle izleyen hocalar, bilinen emperyalizmin devam ettiğine
ilişkin herhangi bir kuşku beyanında bulunmuyor, çözümlemelerinde bu kavrama
sık sık yer veriyorlar.
Belki emperyal
işleyiş sona ermemiştir de, Rosa Luxemburg'un "Sermaye Birikimi" adlı
çalışmasında kapitalist emperyalizmin "nesnel sınırları" dediği
sınırlara varılmış, yani emperyalizm inişe geçmiştir artık? Belki Michael Hardt
ile Antonio Negri'nin dediği gibi "Sermaye neticede emperyalizmi aşmak ve
içerisi ile dışarısı arasındaki engelleri parçalamak zorundadır"
("İmparatorluk", s. 248)...
Bu yönde bir
sorgulama gereğince yapılmadı sanıyorum. Luxemburg'un yapıtı sözgelimi, dönem
dönem tartışılmış olsa da, sermaye birikimini konu alan yeni çalışmalarda,
örneğin Oya Köymen'in "Sermaye Birikirken: Osmanlı, Türkiye, Dünya"
adlı kitabında, anılmıyor bile. Oysa Luxemburg 1913'te yayımladığı bu yapıtta,
özgün bir birikim kuramının yanı sıra somut gelişmelere ve bu arada Türkiye'ye
de yer vermiştir (bkz. 30. Bölüm). Köymen'in tavrına şaşırdığımı söylemeliyim:
Hiç değilse, tamam Rosa da var ama, ben onu şu nedenle ciddiye almıyorum, diye
bir açıklama yapması beklenirdi. Gerçekte Köymen'in kitabındaki Marx faslı da
doyurucu değil, "Emperyalizm" kitabının yazarı Lenin hiç yok, vb.
Belki de, ayrı ayrı çalışmaların birleştirilmesiyle oluşturulan kitaplarda sık
rastladığımız türden bir bütünlük kusuruyla karşı karşıyayız demek gerekiyor.
Oysa, Köymen'in
başlattığı gibi bir çalışmaya fena halde ihtiyaç var. Köymen keşke bir kitap
daha yazsa ya da elimizdeki kitabı gözden geçirip genişletse; "Radikal ve
Marksist eleştiriler" başlıklı bölüme hakkını verse, kendisinin de
"ideolojik" diye nitelediği bir eksene daha az kaysa...
Her durumda öyle
görünüyor ki Köymen bu sorgulamada yol alabilecek az sayıdaki yazarlardan
biridir. Elimizdeki çalışması güncel iktisadi ve siyasal gelişmelere ilişkin
son derece aydınlatıcı bölümler içermektedir. Güncel iktisat alanındaki
medyatik söylemi de en az reel alanda olup bitenler kadar net bir biçimde
eleştiriyor Köymen; gündelik dildeki pek çok kavramın, bazı gerçekleri gizlemek
için de kullanıldığını, edebiyat alanına göndermeler içeren, neredeyse popüler
bir anlatımla açıklıyor. Konuyu Veli Küçük, Yeşil, Tansu Çiller, Abdullah
Çatlı, Cem Ersever gibi adlara kadar giden bağlantılarıyla ele aldığını da
eklemeliyim. Sonuçta, nereden baksanız kaçırılmayacak bir kitap.
__________________________________________________________________________
Ayıp
____
Elektrik ve
doğalgaz faturalarımız neden yüzde 65 zamlı?
Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanı, İstanbul Milletvekili Ufuk Uras'ın bu konuyla ilgili soru
önergesini hâlâ yanıtlamamış.
*
Bir çift ayakkabıyı
yaklaşık 200 YTL'ye satan Desa, işçilerine 440 YTL aylık veriyor.
Feministler,
sendikalaşma çalışmalarına katıldı diye işten atılıp 5 Mayıs'tan bu yana
direnişini sürdüren deri işçisi Emine Arslan'ı desteklemek için haftalardır
Desa mağazalarının önünde basın açıklamaları düzenliyor.
13 Eylül Cumartesi
günü saat 13.30'da da Sefaköy Desa önünde basın açıklaması yapılacak. Kadınlara
ve gazetecilere duyurulur.
__________________________________________________________________________
[18.9.2008 tarihli Radikal]
Feminist
eleştiri
Bu cumartesi,
İstanbul Beyoğlu'ndaki Amargi Feminist Kitabevi'nde Prof. Dr. Jale Parla'nın
konuşması var. Başlık: "Kadınların Destanı Yazılabilir mi?" Hareket
noktası: Ayla Kutlu'nun "Kadın Destanı" ile Latife Tekin'in
"Muinar"ı.
Hem edebiyat hem de
feminist eleştiri açısından önemli bir konuşma haberi bu. Dinleyebilecek
olanlar şanslı. Dinleyemeyecek ya da konuşmanın yazılı olarak da elinde
bulunmasını isteyecekler için Amargi dergisinin bir iyilik yapıp metni ve belki
soru-yanıt faslını yayımlamasını dileyelim.
Jale Parla'nın
Amargili kadınlara bildirdiği üzere konuşmanın amacı, "iki edebiyat metni
üzerinden, feminist eleştirinin geldiği yeri tartışmak". İki de tadımlık
soru eklemiş bu tanıtıma Parla. Düşünmeye ele almak istediği kitapların
adlarından başlamamızı sağlayan, nefis sorular:
"En erkek
egemen edebi tür olan destan türünden kadın destanı çıkar mı? Kadının destanı
olur mu?
İkinci yapıtımızın
adı ise Muinar ve bize söyleniyor ki Muinar yardımcı anlamına geliyor. Yardım
eden olunca mutlaka bir yardım edilen ve o yardımı gerektiren bir iş olmalı.
Burada da bir edimden ve o edimin en az iki öznesinden söz ediyoruz. Yani
edimsellik üzerinden en eylemsel anlatı türü olan epik'e belki biraz da
yaklaşıyoruz. Ama henüz Latife Tekin'in kitabına bir epik dememiz için erken.
Yalnızca başlığına bakarak böyle bir şey söyleyemeyiz zaten; nasıl ki, Ayla
Kutlu, kendi yapıtına 'destan' demesine rağmen, bunun nasıl bir destan
olduğuna, o yapıta daha yakından bakmadan karar vermekte acele etmememiz
gerektiği gibi."
Feminist eleştiri
biraz da bu tür soruları sorup peşinden gidebilmek demek. Çekici değil mi?
Dinlemeye gitmeden
önce vakti olanlar herhalde "Kadınlar Dile Düşünce" adlı kitaba ve
Amargi'nin yeni sayısına göz atacaklardır. Jale Parla'nın "Kadınlar Dile
Düşünce"deki "Kadın Eleştirisi Neyi Gerçekleştirdi?" başlıklı
yazısı, hem edebiyat eleştirisi tarihinin hem de feminizmin bu eleştiriyle
nasıl ilişkilendiğinin derli toplu (aslında sıkı ve eleştirel) bir biçimde
anlatıldığı eşsiz bir yazıdır.
Aynı kitapta, batı
edebiyatına ve Türkçe edebiyata toplumsal cinsiyet temelinde bakan daha özgül
yazılar da var.
Feminist eleştiri,
edebiyat kadar diğer disiplinlere de daha önce bilinmeyen ya da bilinmek
istenmeyen bir boyut getirdi. Bir çözümleme aracı olarak feminizm devrimsel bir
gelişme içinde. 'Cinsiyetçilik', 'toplumsal cinsiyet', 'erkek egemen iktidar
yapıları' gibi büyük kavramlar, varlığını feministlere borçlu.
Amargi dergisinin
bu 10. sayısında da, tekil yazıların yanı sıra, "Feminist Politika Üzerine
Düşünceler" adlı bir bölüm ve "Kadınlar, Karşılaşmalar,
Dokunmalar" başlıklı bir dosya var. Arada "Hülya Koçyiğit" gibi
popüler adlar ve epey de tartışma yazısı göze çarpıyor.
Aksu Bora'nın üç
yazısından özellikle ilki, feminizmin ne olup ne olmadığı konusunda ufuk açıcı.
Feminizmin radikal bir politika olduğunu söylüyor yazar orada, ve buna, 'Sosyal
Haklar İçin Kadın Platformu' tarafından 'Sosyal Sigorta ve Genel Sağlık
Sigortası Yasası' konusunda hazırlanan metni örnek veriyor.
*
Bütün bunlar
olurken, kadına karşı uygulanan şiddeti araştırmayı kendine görev bilen bir
feminist, Hülya Tarman, herhalde gerçekleri ortaya çıkarma yetisinden duyulan
korkuyla, bir provokasyonla bertaraf edilmeye çalışılıyor. Komplo korkunç:
Takvim gazetesi 2007 Haziran'ında Tarman'ın adını 'intihar bombacısı'na çıkaran
bir haber yayımlıyor. Bu haber hâlâ gazetenin internet sitesinde. Şiddet
karşıtı bir gönül sahibine yapılabilecek en büyük kötülük ne olabilir diye epey
düşünmüş olmalılar bunu bulmak için... Sonra Star'da Necdet Şen'in bir
yazısında aynı yönde imalar yer alıyor ama, o yazı şu an Star'ın sitesinde yok.
Elbette dava açmış
Tarman. Son dakika haberi, tam bir sürpriz: 17 Eylül Çarşamba. Star gazetesine
karşı açılan dava Hülya Tarman'ın lehine sonuçlanmış, tazminata hükmedilmiş.
Takvim'e karşı açılan davanın duruşması 7 Ekim'de...
__________________________________________________________________________
Barış
_____
"Ateş etme, konuş!"
Demokratik Toplum
Partisi'nin (DTP) kapatılmasına karşı imza kampanyası açıldı. Metin şöyle:
"DTP'yi
kapatmayın, Vekillere dokunmayın!
Siyasal
demokrasinin sınırlarının kısıtlanması değil genişlemesi için, adalet duygusunun
güçlenmesi ve yaygınlaşması için, Kürt sorununda demokratik barışçıl çözüm
umutlarının körelmemesi için Demokratik Toplum Partisi kapatılmamalıdır.
DTP'yi kapatmayın
Vekillere
dokunmayın!"
Umarım, "Ateş
etme, konuş!" diyenlerin sesi kesilmez, DTP kapatılmaz. İmza vermek için
adres:
http://dtpkapatilamaz.blogspot.com
dtpkapatilamaz@gmail.com
__________________________________________________________________________
==========================================================================
Ayıp
====
11 Eylül 2008
tarihli Akşam gazetesi, Serdar Turgut imzalı yazı. İzlediğim yazarlardan değil
kendisi; yazı bir internet grubuna gönderildi, bu ne diye.
Gerçekten de,
gözünüze inanmakta güçlük çekersiniz. İlk tepkiniz kuşkulanmak olur: Acaba bu
zavallı yazar da internette örneğine çok sık rastlanan o tahrifat belasına mı
uğradı diye. Gazetesinin resmî sitesine bakarsınız, yazı orada da tıpı tıpına
öyledir. "İroni olamaz mı" diye ısrar etmek istersiniz ama, bu açıdan
da hiç şansınız yoktur; o galiz küfürler, o tür bir ırkçılık, ironinin ufkundan
bile geçemez...
Tarzla açıklanacak
gibi değil bu yazı. İkinci Kırıkkanat vakası diyenler haklı; fazlasıyla haklı.
Duygu aynı duygu, üstüne had safhada bir erkek saldırganlığı eklenmiş.
Nedir bu gerçekten?
Nasıl yazılabiliyor? Neden kınayan yok? Bir arkadaşıma soruyorum gördün mü o
yazıyı diye, görmemiş, ama şunu biliyor: Serdar Turgut epeydir bir meczup misali,
hem bu tür yazılar, hem de bazen bunun tam tersi olan yazılar yazmaktadır,
sonuçta ciddiye alan kalmamıştır kendisini... Nihat Genç'inkine benzer bir
tablo.
Kaynayan kazanın
nesidir peki bunlar? Supabı mı, harlatıcısı mı, oyalayıcısı mı? ABD'deki gibi
bu tür hatip sayısı neden artmaktadır? Belki toplumbilimcilerin bir bildiği
vardır.
==========================================================================
[25.9.2008 tarihli Radikal]
"Komünistlerin
sessizliği"
"Komünistlerin
sessizliği" bir tiyatro oyununun adı. Herhalde dünya nüfusunun en az
yarısında aynı çağrışımı uyandıracak bir ad. Oyun bir yıl kadar önce Fransa'nın
ünlü Avignon Tiyatro Festivali'nde yaratılmış, o vakit bu vakit acayip ilgi
topluyormuş. Başta Paris banliyölerindekiler olmak üzere bir sürü tiyatronun
programındaymış.
Ne diyormuş peki bu
oyun?
Jean-Pierre Vincent
bu oyunu sırasıyla 82, 83 ve 98 yaşında olan üç İtalyan komünistinin 2000'li
yılların başlarında kendi aralarındaki yazışmalarından yola çıkarak oluşturmuş.
Yazışanlardan ilki bir kadın gazeteci, ikincisi bugün Demokrat Parti'ye
dönüşmüş olan eski İtalyan Komünist Partisi'nin yöneticilerinden, üçüncüsü ise
Sosyalist Parti sempatizanı eski bir sendikacı.
Bu üçü,
yazışmalarında, İtalyan komünistlerinin bugünkü sessizliği neyi örtüyor, solun
başarısızlığının nedenleri, hareketin temelleri nasıl yenilenir gibi konuları
sorgulamışlar. Oyunun yazarı ise, üç büyük oyuncunun da katkısıyla olayı son
derece yalın, ama aynı ölçüde heyecan verici bir gösteriye dönüştürmüş.
İtalyan Komünist
Partisi, Sovyetler'in yıkılmasının ardından 1991 yılında "komünist"
kimliğini reddedip kendi kendisini feshetmişti. Oyunun hareket noktası olan
yazışma, o feshin ardından oluşan sessizliği bozmasıyla önem kazanmış. Ancak,
esasa dair bir itiraz var: Söz konusu üç kişi, solda yönetici konumda olan
entelektüel kişiler. Tamam diyor itirazcılar, bu kişilerin sözü de
vazgeçilmezdir ama, İtalya'da ve Fransa'da unutulmuş olan işçi dünyasının önüne
geçmemelidir onların sözü. Sosyal ve kültürel açıdan en yoksun olan kesimlerin
sessizliği her şeyden daha çok acı vermektedir...
Başka bir deyişle,
soru şu: Eleştiri çabası gittiği yere kadar götürülmediği sürece, yeniden kurma
çalışmalarına gerçekten başlanabilir mi? Özellikle Fransa ve İtalya gibi,
devrimci düşüncenin derinlerde iz bıraktığı toplumlarda?
Böyle bir oyunun
çok ilgi görmesi herhalde konusundan bağımsız olamaz: Komünist gelenek sil
baştan edecekse, bunun hangi anlayışla, nasıl olacağı zihinleri meşgul
etmelidir.
Şu İtalya ve
İspanya ne heyecanlı ülkeler! Kapitalizm gelişince önce devletin reddi
anlamındaki anarşizmin yuvası oldular, ardından da devlete tapınan faşizmin
yuvası. Fransa halkı, ilginçtir, kendini faşizmden korumayı başardı. Belki de
1789 ve 1871 yeterince yoğurmuştu bu halkı: 20. yy boyunca hep yoğurdu
üfleyerek yedi. Şimdi de bu tiyatro oyunu etrafında düşünerek, çaktırmadan
İtalya'nın deneyiminden yararlanıyor. Fransa egemen sınıfları ise AB'yi nasıl
kafakolda tutarızın peşinde.
Bu arada sanat
yeniden siyasallaşıyor mu sorusu düşünülmeyi hak ediyor: Batı kapitalizminin
bir yanı "Komünistlerin sessizliği"yle meşgul, bir yanı şu yeni mali
bunalım günlerinde 'çağdaş/ güncel sanat' başlığı altındaki bazı yapıtlara
rekor düzeyinde paralar ödemekte.
==========================================================================
Dil meseleleri
==============
Yarın Avrupa Diller
Günü.
26 eylüller
Türkiye'de 76 yıldır Dil Bayramı, Avrupa'da ise 2001'den bu yana Avrupa Diller
Günü olarak kutlanıyor.
Türkiye'deki Dil
Bayramı programlarına bakılırsa, kof törensellik cephesinde yeni bir şey yok:
Avrupa Diller Günü'nün esamisi okunmuyor. Dil Derneği, AKDTYKTDK ve MEB, başka
dillerle yalnızca onlardan nasıl kurtuluruz çerçevesinde ilgileniyor. Kürtçe ve
diğer anadilleri zaten birer tabu, birer 'var olmayan dil'. Doğu illerinde
'anadili' diye kitlesel gösteriler yapılırmış, insanlar bu uğurda birbirine
girermiş, ne gam...
İngilizce, Kürtçe
ya da Türkçe. Tümünün yeri aynı bizde; ya başımızın üstünde, ya ayağımızın
altında. Kısacası, dillerin kitabımızda yeri yok. Belki de gerçekte kitap
çantası diye bir yerimiz olmadığından.
==========================================================================
__________________________________________________________________________
Ayıp
____
Ortaöğretimde
popüler düzey
Milli Eğitim
Bakanlığı'nın ortaöğretim için hazırladığı 'Felsefe Dersi Öğretim Programı
Kılavuzu', benzerine ancak dinsel propaganda broşürlerinde rastlanabilecek
türden, felsefecilerin elinden çıkmadığı ilk bakışta anlaşılan bir metin.
İçeriğinin yanı sıra dili ve anlatımı da herhangi bir okula sunulabilecek
düzeyde değil.
Metnin daha ikinci
cümlesi, dil açısından elmalarla armutların toplanmasıyla başlıyor: "Türk
milletinin millî, ahlak, insani, manevi ve kültürel değerlerini
benimseyen,..."
İmla, yazarların
gerçekte Descartes'tan haberdar olmadıklarını açıkça gösteriyor:
"Descartes’in de dediği gibi"...
Programın
yaklaşımını sunan uzun cümlenin orta yeri de dökülüp saçılmış:
"Felsefe
programı, eğitim bilimdeki son gelişmeler ve çağdaş eğitim
anlayışı doğrultusunda bireylerin; yeniliklere açık,
sorgulayabilen, eleştirel düşünen, sorun çözme becerisine sahip, farklı
düşüncelere saygılı bireyler yetiştirmeyi temel yaklaşım olarak ön planda
tutmaktadır."
Felsefeciler
Derneği'nin çabaları olmasa belki de bütün bunlar gözden kaçacaktı.
Dernek önce Yönetim
Kurulu Başkanı Yaşar Küpeli'nin imzasıyla bir açıklama yayımladı, ardından
20-21 Eylül 2008 tarihlerinde Ankara'da, öğretmenlerin ve öğretim üyelerinin
katılımıyla "Felsefe Grubu Ders Programları Çalıştayı"nı düzenleyerek
MEB'in felsefe, psikoloji ve sosyoloji öğretim programlarını ayrıntılarıyla
değerlendirdi. Çalıştayın Sonuç Bildirgesi şöyle bitiyor:
"Felsefe Grubu
Ders Programlarını değiştirme girişiminin, konunun uzmanlarının yer almadığı,
öğretmen, öğrenci ve velilerin katılmadığı, ihtiyaçların belirlenmediği,
toplumsal gerçekliğimize uygunluğunun düşünülmediği, anti-demokratik,
anti-pedagojik ve bilimdışı boş bir çaba olarak görüldüğü söylenebilir."
Sonuç bildirgesi
bir bakıma toplumumuzun bütününe de ayna tutuyor: Bir tarafta devlete egemen
olan o zihniyet -yetkilerinin ve yetilerinin sınırını görmezden gelme
zihniyeti-, diğer tarafta, Felsefeciler Derneği üyeleri gibi, kendi alanlarında
sorumluluk üstlenmeyi bilen meslek mensupları.
__________________________________________________________________________
[2.10.2008 tarihli Radikal]
Şimdiki
zamanın yazarları
Erich Maria
Remarque'ın ilk kez Varlık Yayınları'ndan "Garp Cephesinde Yeni Bir Şey
Yok" adıyla çıkmış olan romanını çocukluğum boyunca dönüp dönüp okumuştum.
Annem başka çözüm bulamayıp üzeri artık yemek lekeleriyle kaplanmış olan
güzelim kitabı ortalıktan yok etmese, belki daha da okuyacaktım. Ondan önceki
yıllarda dört kez okuduğum İnce Memed'in bendeki rekorunu kırmış olan tek
romandır.
Çevirmenine dikkat
etmemişim yine de. Ya ad tanıdık değildi henüz, ya da o zamanlar bu konuyla
ilgili bir bilincim yoktu. Onca yıl Behçet Necatigil okumuş olduğumu bundan
birkaç yıl önce, internetten öğrendim. Büyülenip kaldım öğrenince: 'Aydınlanma
ânı' denilen anlardan biriydi; hayatımın sır olduğunu bilmediğim bir sırrı,
günışığına çıkmıştı.
Romanın Almanca
aslında da öyle olmalı: Necatigil çevirisinde, şimdiki zaman kipi egemendir. Belki
yalnızca o unutulmaz bitiş dışında: Bir haberin aktarıldığı o kısacık bölüm,
doğru hatırlıyorsam haber kipinde, "-di'li geçmiş zaman"da
yazılmıştır.
Nilüfer Altınel'in
ilk romanı "Elmaslardaki Gökyüzü", bir şimdiki zaman anlatısı olarak,
bende bir yandan "Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok"u, bir yandan da
Nilgün Üstün'ün "Kendi ve Öteki" adlı kitabındaki bazı şiirleri
çağrıştırdı. O şiirlerin en etkileyici bölümleri de "-yor" kipinde
yazılmıştır. Birbirinden fazlasıyla farklı olan bu üç yapıtın yolları, zaman
kipi açısından kesişmektedir.
Şimdiki zaman, şu
ânın zamanı. Bellektekileri uzak tutmayı ya da dışlamayı sağlayabilen bir kip.
Gelecekten ya da olasılıklardan uzak durmayı da sağlayabiliyor. Buna karşılık,
bütün zamanlar içinde, yaşarlık duygusu en yüksek olan zaman. Her şeyi içinde
barındırabilir çünkü dikkatli bakılırsa. Geçmiş olan da şimdiki zamandadır:
Bilinen olarak, birikmiş olarak, iz olarak. Gelecek de buradadır, en azından
buradan geçmek zorundadır; 'şimdiki zaman'ın şimdiki zaman olarak kalmayacağını
herkes bilir. Gelecek, bir tür yazgı olarak içkindir şimdiki zamana; ya da
içkin olduğu için, bir tür yazgıdır.
Elimizde değildir
geleceğe gitmemek. Ama geleceği etkilemenin türlü gizilgüçleri de şimdiki
zamandadır. Geçmiş ya da gelecek, bütün zamanlar gerçekte şimdiye aittir,
şimdiye göredir. Şimdiki zamanda, sırat köprüsündeyizdir aslında, ya da sırat
köprüsü, şimdiki zamandır. Sonsuz zamanların yüküyle birlikte bu daracık
köprüdeyizdir hep. Bunun içindir ki "-yor" kipi, eğer başka işlevleri
için değil de gerçekten şimdiki zaman için kullanılmışsa, başdöndürücü bir
kiptir.
1980'in ardından
yazılan pek çok şiirde zuhur edip yakın geçmişin kurşun ağırlığını duyuran
"-di'li geçmiş zaman" kipinin egemenliğindeki bir ortamda Nilgün
Üstün'ün 1995 tarihli şiir kitabının şimdiki zamanı hep etkileyici gelmiştir
bana. Bu şiirler de egemen kipten bütünüyle vazgeçmiş değildi; ama kitap,
"-yor" kipinde tutunmaya çalışıyor, "korkuyorum korkulduğumdan
beri" diye başlayıp, "gökyüzü uzanıyor ışıklarını söndürüyor
kararıyor/ yeryüzü sakin çocuklarını salıyor aydınlanıyor" diye bitiyordu.
Şimdiki zaman
kipiyle tanımlanan bir edebiyat türü bilmiyorum. Geniş zaman kipi olsun,
"-di'li geçmiş" zaman olsun, bileşik zamanlar olsun, öykülemede
derinlik görüntüsünü sağlama almaya yarayabilir. Şimdiki zaman kipi ise, ekini
tam olarak seslendirmekten bile kaçındığımız bir kip.
Nilüfer Altınel de
"Elmaslardaki Gökyüzü"nde önce bocalıyor biraz, arada yerli yersiz
"-di'li geçmiş"lere uğramadan edemiyor. Metin ilerledikçe
tutunabiliyor ancak. Hatta, 'ben' anlatımdan 'o' anlatıma geçtiği nefis bir
bölümde "-di'li geçmiş"i de ustalıkla kullanıyor (s. 113).
Diyebilirim ki
"Elmaslardaki Gökyüzü"nün bütününe esastan egemen olan gerçek büyük
şehrin nihilizmi kışkırtan o tekinsiz atmosferine bundan daha uygun bir zaman
kipi olamazdı. Geçmiş gibi, gelecek zamanı da, bilerek dışlamaktadır aslında
romanın anlatıcı başkişisi: "Dün denen o âciz tutanakta (...)" (s.
191); "Gelecek günlere dair düşler görmüyorum artık" vd (s. 151).
Ama bu noktada,
zaman kipinden bağımsız olarak romanın kurgusundaki bir aksaklık çıkıyor
karşımıza: Büyük şehir olgusunu romandaki eşsiz derinlikleriyle kavrayabilmek,
böylesine bir boşlukta durma yetisi, özellikle de bu parçalanmış benmerkezcilik
(tek cümledeki 'ben' sayısı dörde kadar çıkabiliyor -s. 125), olsa olsa bir
başka büyük kentten, hatta, dünyanın bir başka büyük kentinden gelen birinde
rastlanabilecek özellikler. Oysa "Elmaslardaki Gökyüzü"nün başkişisi
olan genç kadın, şehre bir kasabadan gelmiştir...
________________________________________________________________________
Ayıp
____
Mütekabiliyet
korkusu mu?
AB ülkeleriyle
ilgili vize yakınmaları ayyuka çıktı. Murat Belge de Taraf'taki 7 Eylül 2008
tarihli yazısında bu konuya değiniyordu. Olli Rehn, "Buna [vize
sıkıntılarına] gerek yoktu ki" demiş epey önce ama, Türkiye'deki yetkili
makamlar aldırış etmemiş bu uyarıya. Murat Belge, "Durum gerçekten
böyleyse, artık ne denir, bilemiyorum" diyor.
Durum gerçekten
böyleyse, ki yalanlama gelmediğine göre böyle olduğu anlaşılıyor, yetkili
makamların aldırışsızlığında 'mütekabiliyet' meselesi rol oynamış olamaz mı?
Böyle düşünmemin
nedeni şu: Kaza eseri AB ülkeleri Türkiye yurttaşlarından vize talep etmezse,
mütekabiliyet, yani karşılıklılık ilkesi gereği, Türkiye'nin de o ülkelerin
yurttaşlarından vize talep etmemesi gerekebilir. Bu da bütün o misyoner kılıklıların
akın akın buraya gelmesi demek değil mi? Hem de turizm için, paketler halinde
değil, olur olmaz her zaman ve her yerde bulunmak üzere. Allah yazdıysa bozsun.
Varsın bizim vatandaşlar vize kuyruklarında aşağılandığı kadar aşağılansın.
Yeter ki ötekiler fanfinfon diye üstümüze üstümüze gelmesinler.
Avrupa'nın
İslamofobikleri korkunç. Azınlıktalar ama korkunçlar. Ya buraların
Hıristiyanofobikleri? Onlar da öyle. Azınlıktalar ama korkunçlar.
__________________________________________________________________________
[9.10.2008 tarihli Radikal]
Pala
Şair sergisi
Halil Altındere'nin
Pala Şair heykeli en az modeli kadar dikkat çekici. Mustafa Yağcı'yı, daha çok
bilinen adıyla Pala Şair'i hayattayken İstiklal Caddesi'nde görmüş olanlar bilir,
Altındere'nin yaptığı heykelle aynı kılıktaydı kendisi, hem de değişmez bir
biçimde. Caddede pek çok şeyi gözden kaçırabilirdiniz ama, onu asla. Oradan sık
geçen biriyseniz gözünüz biraz alışmış olurdu, hepsi o kadar.
Bu dikkat çekicilik
özelliği Altındere'nin heykelinde hem yinelenmiş hem de artırılmış durumda.
Eksilen tek nokta, elbette kişinin hareketliliğinin dışında, bakıştaki
sıcaklık: Malzemenin, yani balmumunun soğukluğu bu kadar aşılmaz mıdır, yoksa
heykelin böyle biraz soğuk bakmasını sanatçı mı istemiştir, bilemiyorum. Ben
daha sıcak, yani modelinki gibi bir bakışı yeğlerdim, çünkü yapıtın ruhundan
Pala Şair'i yaşatma istenci algılanıyor.
Dikkat çekme
özelliğinde heykelle birlikte gerçekleşen artışa gelince: Bunun, biri görünür
durumda, diğer ikisi daha derinde olmak üzere üç yönden geldiğini sanıyorum.
Görünür durumda dediğim yön, heykelin kapının önündeki, yani yolun üzerindeki
bir saydam kulübeye yerleştirilmiş olmasıdır: Böylesine renkli bir heykeli
hangi caddede bir kapı önüne yerleştirseniz, çekeceği dikkat miktarını elbette
katlarsınız.
Görünür durumda
olmayan iki yönden birincisi, söz konusu kapının, mali sermayeye, diğer adıyla
'finans kapital'e ait bir galeriye açılmasıdır. Altındere bu sergiyle o
galeriyi geride bırakmayı başarmıştır. Geçici bir süre için, diğer sergilerle
aramıza giren büyük banka temsili, camlı kapılar, elinde cop benzeri bir
aygıtla çantamızı tarayan güvenlik görevlisi, kendimizi geçirmek zorunda
kaldığımız güvenlik çerçevesi vb iptal edilmiştir. Halil Altındere, galerinin
ön yüzünü oluşturan camları eski gazetelerle kaplayarak ve heykelini dışarıya,
kapının dışına yerleştirerek sağlamıştır bunu.
Reddin değilse de,
iptalin geçiciliği açıktır: Sanattaki sermaye sultasına son vermek gibi daha
genel bir iddia da okunmamaktadır yapıttan. Yine de, kapatılmıştır işte o
mekân; onsuz da yapılabileceği bize somut olarak gösterilmiştir. Derindeki iki
yön dediğim yönlerden biri bu.
Galerinin camlarını
örten gazeteler, derindeki iki yönden ikincisinde de rol sahibi. İstiklal
Caddesi'nden sık geçmiş olanlar hatırlayacaklardır: Gazetelerle kaplı bina
yüzü, caddeden pek eksik olmayan bir olgunun resmidir aslında: İkide bir, eski
binalardan birinin, bir tür iptal anlamını taşımak üzere gazetelerle
kaplandığını görürüz; bina, ya satıldığı ya da yenilenme çalışması başlamadığı
için, geçici olarak iptal edilmiştir. Böylelikle, bir süre için, gazeteden
duvarın hemen önü, şiir, rozet ya da piyango bileti satıcılarına açılmış olur:
Kimse sizi vitrinimi kapatıyorsun diye kovalamaz çünkü orada. Şimdi
Altındere'nin yapıtındaki gazeteleme, mali sermayeyi geride bırakmaktan başka,
Beyoğlu Sineması'nın girişinden sonra Pala Şair'le en çok
ilişkilendirilebilecek bir zemini de yeniden üretmekte, dikkat çekme özelliğini
bununla bir kez daha artırmaktadır.
Halil Altındere'nin
Pala Şair sergisi konusunda benim izlenimlerim, yapıtla karşılaştığımda düşünüp
hissettiklerim böyle. Bunlar, Ali Şimşek'in 3 Ekim 2008 tarihli Birgün
gazetesindeki, "Yutmadık: Bu bir sergi" başlıklı yazısında söylenenlere
epey ters düşüyor.
Şimşek,
Altındere'nin sergisini genel bir saptamasının yeni bir örneği olarak ele
almış. Genel saptaması, 1990 sonrasında "gelişen ironik 'neşeli' ve bir o
kadar da 'dışlayıcı' kültürün en önemli yönünü yoksullukla dalga geçmek
oluşturuyor" biçiminde.
Şimşek'in yazı
boyunca söylediklerinden, kendisinin, Pala Şair sergisini ve örneğin, ad
vermese de, Gülsüm Karamustafa'nın dantelli işlerini, alt sınıflarla ve
yoksullukla dalga geçmek olarak gördüğü anlaşılıyor: Neredeyse birer Mine
Kırıkkanat ya da Serdar Turgut vakası olarak. Ben ise bu yapıtlarda dalga
geçen, küçümseyen ya da hakaret eden bir yan bulamıyorum. Anlama,
anlamlandırma, bulduğu anlamı somutta gösterme çabası buluyorum ve alt
sınıfları eleştiriden bağışık tutmak fikrine katılmıyorum.
Gülsüm
Karamustafa'nın dantelli resimleri örneğin, eve kapatılan kadınlar tarafından
bir çıkış yolu olarak bulunan bu tür meşgalelerin aslında nasıl bir çıkmaz
olduğunu hissettirir bize. Dantel örtüler pek de alt sınıf işi sayılmaz ayrıca:
Zengin ya da orta sınıf taşra ve köy evlerinde daha çoktur dantel örtü; yoksul
kadınlar dantelle filan uğraşamaz...
Galeri konusunda
Ali Şimşek'in Freud ve Lacan'ı anarak "'gizlemek' göstermenin diğer
yarısıdır" demesine gelince: Evet, galeriyi geride bırakarak, göstermiş de
olmaktadır aynı zamanda sanatçı. Ama sonuç "imtiyazlandırma" mıdır,
bundan o kadar da emin olmamak gerekir.
___________________________________________________________________________
Barış
_____
11 Ekim Mehmed
Uzun'un ölüm yıldönümü. Genç ölümler, "gök ekini biçmiş gibi", can
yakıyor. Mehmed Uzun'un Aktütün ve Altınova benzeri olayları en az operasyonlar
kadar kaygıyla karşıladığının tanığıyım. Çok içeriden bir kaygıydı onunki:
Şiddet karşıtıydı, barışa ve gerçekliğe inanıyordu Mehmed Uzun. Barışın ve
gerçekliğin kazanmasını dileyerek, bunun için gayret ederek, bu büyük yazarla
birlikte bütün yitirdiklerimizin ruhunu şad edelim.
___________________________________________________________________________
___________________________________________________________________________
Feminizm
________
Amargi Feminist
Kitabevi’nde “Deneyimlerimiz Hangi Kapıları Açıyor?” toplantıları çerçevesinde
bu hafta, Nil Mutluer’in Varlık Yayınları'ndan çıkan “Cinsiyet Halleri” adlı
derlemesi konuşulacak. Derlemede çeşitli toplumsal boyutlar, toplumsal cinsiyet
kuramları açısından ele alınıyor.
Yer: Amargi Feminist Kitabevi
Tarih: 11 Ekim Cumartesi
Saat: 15.00
Adres: Katip Mustafa Çelebi Mah. Tel Sok. No:16 Beyoğlu
0212 251 01 54
İstanbul@amargi.org.tr
___________________________________________________________________________
[16.10.2008 tarihli Radikal]
Masumiyet
Müzesi
Orhan Pamuk ilk
romanıyla konumlandığı klasisizmden adım adım uzaklaşıp "Kar"da
kusursuz bir kartonluğa kadar gittikten sonra yeniden klasisizm bölgesine
dönmüş gibi görünüyor, bir sürü ayraçla birlikte.
İki anlamda
klasisizm: Hem "klas", yani sınıf olarak 'üstte' odaklanması
açısından, hem de yerleşik beğeninin roman türüne ilişkin ölçütleri olan,
ciddiyet, iyi kurgulanmışlık, dengelilik, oturaklılık, gerçekçilik gibi
nitelikleri taşıması, Jale Parla'nın Eylül 2008 tarihli Milliyet Kitap'taki
yazısında dediği gibi "en ete kemiğe bürünmüş karakterleri"ni
yaratması açısından.
Başkişimiz Kemal
Basmacı biraz tuhaf da olsa sonuçta işadamı olduğuna ve burjuva bir aile ile
burjuva bir yaşam biçiminden gelip sonuna kadar da tam bir rantiye olarak
yaşadığına göre, "Masumiyet Müzesi"nin yazar kişisi için 'scriptor
classicus' (üst sınıfların yazarı) diyebiliriz. Ancak, bir ayraçla:
Başkişimiz, alt
orta sınıfa mensup bir uzak akrabanın akşam sofralarında hem de yıllar boyu
mutlu olabildiğine ve romanın sonlarına doğru en alt sınıfların toplayıcılığına
(giderek çöp evlere) yüksek bir değer biçerek onları üst sınıfların övüngen
koleksiyonculuğu ve orta sınıfların entelektüel müzeciliği arasına sonsuzca
inandırıcı bir biçimde yerleştirebildiğine göre, kendisinin alt sınıflara yakın
bir yanı olduğunu da teslim etmek gerekir. Bu elbette onu ya da yazarını
'scriptor proletarius' yapmaz, ama her esaslı yazar gibi bir miktar sınıfdışı,
daha doğrusu sınıflarüstü yapar. Kaldı ki bir miktar 'scriptor proletarius'luk
da (popüler roman yazarlığı) yok değil Orhan Pamuk'un bu seferki romanında:
Kolay okunan bir aşk romanı yanı da var "Masumiyet Müzesi"nin.
Pamuk'un klasisizme
dönüşü konusunda açılabilecek ayraçlardan belki en önemlisi, bu dönüşün bir
düzlem üzerinde (aynı yere) değil, sarmal üzerinde (aynı hizada, başka yere)
olup bittiğini daha iyi gösteriyor: Müze fikri.
Bu fikir, galiba
şimdiye değin örneği görülmemiş bir biçimde, kâğıda basılı bir nesne olan
romana bazı gerçek nesnelerin ve gerçek bir binanın eklenmesiyle, roman türüne
ve roman okuma fiiline yeni öğe ve hareket olanakları getiriyor. Bence bu
yaratının soyut, yani fiiliyata dökülmemiş hali bile yeterince temel önemde bir
katkı. Başka bir deyişle, roman dışı gerçeklikteki müzeyi gezemeyecek olanların
romanla ilişkisinde bir yoksullaşma olacağını hiç sanmıyorum.
Belki gerçeklikteki
müzeyi gezince değişir bu fikrim, ama şimdilik böyle düşünüyorum, çünkü
"Masumiyet Müzesi"nin (romanın; müze açılınca romanla ikisinin adları
birbirine karışacak) anlatıcısına müthiş bir olanak sağlıyor hayal ürünü
müzedeki nesneler: Anlatıcının, sözgelimi "bu kartpostal" demesi
başka bir zamana sıçramamıza yetiyor. Ve tam dozunda kullanıyor Orhan Pamuk
yarattığı olanağı. Okumaya dalıp geçmişi şimdiki zaman sandığımız bir anda,
"burada sergilediğimiz" sözüne, ya da "bu kartpostal",
"bu tuzluk" gibi bir işaret sıfatına rastlamak, bizi başka bir
şimdiye sıçratmaya yetiyor.
Bir başka ayraç,
"Kara Kitap"ı ve "Yeni Hayat"ı aratmayan ayrıntıcı
nesnecilikle, yitenin sarsılmaz bir bağlılıkla aranmasıyla açılıyor.
Bu özellik, bir
yandan geçilen zaman ile mekâna göre değişen, bireysel ve toplumsal düzlemlere
ilişkin gözlemleri art arda sıralama olanağı sağlarken, bir yandan da
başkişinin ruhsal yapısıyla ilgili ayrıntıları, hatta bütün bir manzarayı
sermektedir gözümüzün önüne. "Kara Kitap" ve "Yeni
Hayat"takiyle aynı tutkulu ve takıntılı arayış, aynı bilinç öncesi durum:
Tam olarak özne olmayan öznelerin müdahaleci olamayan arayışları ve sonuçta,
beklenmedik bir verime ulaşılması. Bilinç öncesinin inanılmaz uzunluktaki ve
doygunluktaki deneyimlerinden geçerek, bir bilince ve belki de, dolaylı bir
tarihsel/felsefi kavrayış olanağına ulaşılması, en azından romanın okura böyle
bir sezginin olanaklarını sunması.
"Kara
Kitap" ve "Yeni Hayat" birer "postmodern roman" olarak
damgalanmıştı. Şimdi "Masumiyet Müzesi"yle birlikte Pamuk'un
yapıtları, "İstanbul" dahil, birbirinin kişilerini, izleklerini,
izlerini taşıyarak bütünleşmiş oluyor. Bu bütünlüğü nereye yerleştireceğiz?
Hangi rafa?
"Kar"
romanıyla birlikte, Pamuk okurları ve yazarları oybirliğiyle karar vermişti:
Bir aşk yazarı değildi Orhan Pamuk; aşkı ve cinselliği iyi anlatamıyordu. Şimdi
bu sözümüzü de geri almak durumundayız: "Masumiyet Müzesi" hem aşkın
büyüleyici yanını, hem de verili cinsiyetçi yaşamın ikiyüzlülüklerini, deyim
yerindeyse masturbatifliğine ilişkin ipuçlarıyla birlikte, benzerine az
rastlanır bir incelik ve özgünlükle anlatıyor...
Son not:
"Masumiyet Müzesi"ni okuyan herkes bundan böyle müze denince bu romanı
hatırlayacak; "müzegezer" sıfatını üstlenecek; ve gerek müzelerde
gerekse diğer toplayıcıların sergilerinde herhangi bir nesneye bakarken, bir
zamanlar onları çevrelemiş olan hayatı kurgulamak konusunda düşgücünün gelişmiş
olduğunu fark edecek.
==========================================================================
Aheste meseleler
================
Elisa
ile Zonaro
İstanbul
Galatasaray Yapı Kredi Sermet Çifter Galerisi'nde Zonaro sergisi var. Yüz yıl
öncesinin İstanbul'u ve insanları, Akaretler'deki binanın o zamanki hali vb.
İnsana çok yakın türden fotoğraflar, bir bölümü hayli naif tablolar.
Fausto Zonaro, eşi
Elisa'nın çektiği fotoğraflardan çok yararlanmış. "Anadoluhisarı'nda
Bakkal" adlı olağanüstü tablosu da Elisa'nın bir fotoğrafından.
Bu tablo, sergide
fotoğrafla yan yana. Fotoğrafta, önceki yüzyılın, surlara dayalı bir İstanbul
sokağı ve birkaç erkek figür var. Daha doğrusu, birkaç erkek çocuk figürü.
Tablo, fotoğrafa az çok sadık kalmış; figürler hariç: Onlar birer anne-çocuğa
dönüştürülmüş. Tablodaki çocukların belki hepsi, kesin olarak biri kız.
Anne-çocuk,
Fausto'nun diğer resimlerinde de ayrıcalıklı izleklerden.
İttihat ve Terakki
iktidara gelince Fausto Zonaro'yu kovmuş resmen, padişahın çağrılısıydın diye.
Sergi 1 Kasım'a
kadar açık.
==========================================================================
[23.10.2008 tarihli Radikal.]
LGBTT:
Tercih mi yönelim mi?
Lezbiyen, Gey,
Biseksüel, Travesti ve Transseksüel (LGBTT) Hakları Platformu bugün, anayasal
haklar talep etmek için Meclis'e gidiyor. Acaba ne kadar hazırız bu ayrımcılık
çizgisiyle yüzleşmeye?
Bu sorunun yanıtı
kısmen başlıktaki soruda gizli. Kendini demokrat bilen kişilerin çoğunda bile
'tercih' sözcüğüne rastladığımıza göre, bu konudaki demokrasi bilincinden epey
yoksunuz demektir. Çünkü ruhbilimciler, 'cinsel tercih' sözünün yanıltıcı
olduğunu söylüyor: 'Tercih' sözcüğü iradi bir seçim anlamına gelir; oysa LGBTT
için söz konusu olan, iradi bir seçimden önce, kişinin kendi denetiminde
olmayan 'cinsel yönelim'dir.
Gerçekte bu noktada
katmerli bir ayrımcılık çizgisiyle karşı karşıyayız, çünkü 'cinsel ayrımcılık'
kavramı Anayasa'ya kadar girmiştir ama, LGBTT bu kavramdan bile dışlanmakta,
hukuken korumasız bırakılmaktadır.
"Cinsel
ayrımcılık" denince bazılarımızın aklına bu konudaki en ilkel klişe
geliyor: "Kadın-erkek yoktur insan vardır".
Daha yaygın bir
düzeyde ve yürürlükteki hukuk düzeyinde ise "cinsel ayrımcılık"
kavramının içeriği bir formülle, "kadın-erkek eşitliği" formülüyle
sınırlı. Bundan ötesi, LGBTT'nin varlığı ve sorunları, hâlâ tabu durumunda:
Konuşulmayanlara dahil.
Ruhbilimcilere göre
bunun anlamı, bütün toplumlarda nüfusun yüzde yirmi kadarını oluşturduğu tahmin
edilen bir kesimin baskı altında yaşamasıdır. Cinsel ayrımcılık, kadınlara
yönelik olduğu kadar, LGBTT'lere de yöneliktir.
Başlıktaki terimler
konusunda kendi zihnimi yokluyorum: İlk üç terimi biliyorum elbette; okuryazar
çevrelerin de bildiğine tanık oluyorum. Yalnızca 'gey' sözcüğünün böyle E ile
yazılmış olarak sözlük ve kılavuzlara girdiğinin farkında olunmayabiliyor.
Bazıları hâlâ İngilizcedeki gibi 'gay' diye yazıyor.
'Travesti'
terimiyle 'transseksüel' teriminin ise aynı derecede bilindiğini sanmıyorum.
Benim gibi çoğu kişi de birbirine karıştırıyor bu ikisini. En iyisi sözlüklere
bakmak.
Dil Derneği'nin
Türkçe Sözlük'ünde yalnızca "travesti" var. Tanım olarak da,
"kadın kılığına girmiş erkek" diyor. Başka bilgi yok.
Ali
Püsküllüoğlu'nun büyük sözlüğünde, "travesti" maddesinde 1. sıradaki
tanım, "kadın kılığında ve görünümünde dolaşan erkek". 2. sıradaki
tanım için ise, "dönme" maddesine gönderme var.
"Transseksüel" sözcüğü için de "dönme" maddesine gönderme
yapıyor Püsküllüoğlu.
"Dönme"
maddesine bakıyoruz, oradaki ilk üç tanımın cinslerle bir ilgisi yok. 4.
sıradaki tanım, "arg" kısaltmasıyla sunulmuş, yani "dönme"
sözcüğünün bu kullanımını argo sınıfından saymış yazar. Verdiği tanım şöyle:
"erkek iken ameliyatla kadın olmuş (kimse)".
Yaşar Çağbayır'ın
Ötüken Türkçe Sözlük'ünde verilen tanımlar ise iki terimin de kaynağı olan
Fransızcaya uygun: Ameliyat öğesi yalnızca "transseksüel" sözcüğünün
tanımında var.
Bu noktada bir de
AKDTYKTDK'nın sözlüğüne bakıp sözlük faslını kapatayım dediğinizde, en ilkel
tavır ve tanımla orada karşılaşıyorsunuz: "Travesti: Kadın kılığına girip
para karşılığı seks yapan erkek."
Mahalle
kahvelerinde bile yoktur sanıyorum artık bu tanım. Açıklamasında da hata
yapılmış: "isim Fransızca travesty" deniliyor, oysa terimin Fransızca
imlası "travesty" değil, "travesti(e)" biçiminde.
"Transseksüel"in tanımını da yine mahalle kahvesi kültürünü
akla getiren bir biçimde "inceltmek" gereğini duymuş AKDTYKTDK:
"Hormon tedavisi görüp ameliyat olarak cinsiyet değiştiren". Tedavi
bilgisine başka hiçbir sözlükte rastlanmıyor. Rastlanmaması da doğal, çünkü
tanımın genellik düzeyi, ayrıntı gerektirecek türden değil...
Çok sevdiğim bir
arkadaşım, yaşını başını almış bir bilimci, insanların cinsellik meselesinde
"bütün bir gam" oluşturduğunu söylemişti. "Gam"dan kastı,
müzikteki gam; notaların, bir do'dan diğerine kadar oluşturduğu ana sesler.
İnsanların cinsel çeşitliliği bütün bir gam, yani en az yedi ayrı ses
oluşturuyor ama, yalnızca iki cins varmış gibi davranıyoruz. İnsanı
basitleştiriyoruz.
Belki de her
egemenlik ayakta kalabilmek için her şeyi basitleştirmeye, ideolojik bir şema
oluşturmaya ihtiyaç duyuyordur. Aksi halde işin içinden çıkması zorlaşacak, onu
da anlayayım, bunu da hesaba katayım derken dizginleri elinden
kaçırabilecektir.
En korkunç
basitleştiriciler olarak naziler, eşcinselleri yok edilmesi gereken en aşağı
kategori olarak toplama kamplarına tıkıyordu. Nazilere göre, katışıksız Alman
ırkı eşcinsel olamazdı. İnsan haraları kurmaya kadar giden o zihniyetin
ayrılmaz bir parçasıydı cinsel "pürizm".
O deneyimden bu
yana batı ülkelerinde mücadelesi verilen bir yurttaşlık projesi olarak,
eşcinsellere de resmen var olma, çift olma ve evlenme hakları tanınmaya
başlandı. Bilim kitaplarında eşcinselliğin bir hastalık türü olarak
tanımlanmasından vazgeçileli ise yıllar oluyor...
Galiba bu
çerçevedeki en önemli terim en sona kaldı: Homofobi. Eşcinsellik korkusu. Yine
ruhbilimciler, LGBTT'lere karşı saldırgan ya da çekingen davranışların
homofobiden kaynaklandığını söylüyor. En saldırganlar, farkında olarak ya da
olmayarak kendinde eşcinsellik eğilimi bulanlar. Bunu saldırganlaşarak örtmeye
çalışıyorlar. "Bütün bir gam" oluşturduğumuz doğruysa, insanın kendi
kendinden korkması, homofobi.
Meclis'in
ruhbilimci danışmanları var mıdır bilmiyorum. Olmalı bence. Yargıtay'ın da
olmalı: Hem LGBTT için, hem tecavüze uğramış 14 yaşındaki kız çocuklarını
tecavüzcüsüyle evlendirmek gibi "çare"ler konusunda, hem de türban
gibi, kadını araçsallaştıran kararlarla ilgili olarak, Meclis ve Yargıtay başta
olmak üzere bütün ilgili makamların, bir değil, birkaç ruhbilimciye başvurması
kural haline gelmeli.
==========================================================================
Dil meseleleri
==============
Sözcüklerin verimliliği
Telgraf, coğrafya,
fotoğraf, kaligrafi, monografi, grafik...
Bu sözcüklerdeki
"graf" bölümü yerine onun Türkçe karşılığı olan "yazı"
birimini koymak gibi alıştırmalar, sözcüklerin verimini artırıp her iki dille
olan ilişkimizi geliştirebilir:
Uzakyazı, yeryazı,
ışınyazı, güzelyazı, tekliyazı, yazısal...
Bu saatten sonra
kalıcı değişiklik önerisi olarak değil elbette; dil ve düşünce üstüne daha iyi
düşünebilmek için.
==========================================================================
[30.10.2008 tarihli Radikal]
Korkunç
tersinelik
Birleşmiş
Milletler, sistematik işkenceyi insanlığa karşı işlenen suçlardan sayıyor,
tıpkı soykırım gibi. Peki ama neden? İşkence neden insanlık suçudur?
Biraz sorgulamaya
çalışalım. İşkence, insana acı çektirdiği için insanlık suçu sayılmış olabilir
mi?
Hayır. Öyle
olsaydı, bir doktor, diş hekimi, ya da halk arasında "çıkıkçı" denen
biri de işkenceci sayılabilirdi.
'İnsana ruhsal acı
çektirdiği için' de diyemeyiz ya da bunu demekle yetinemeyiz, çünkü bize ruhsal
acı çektiren bir yığın olaya, sevgililerin ya da sanat yapıtlarının etkisine
işkence denmez, dense bile eğretilemeli anlamda denir.
Peki nedir o zaman işkencenin
ayırt edici özelliği?
Türk Tabipleri
Birliği Merkez Konseyi ve İstanbul Tabip Odası, 16 Ekim 2008 günü "İşkence
bir insanlık suçudur" başlıklı bir bildiri yayımladı. Bildiri uzun, ve
"İstanbul Protokolü" gibi pek bilmediğimiz bazı önemli konular
içeriyor, dolayısıyla sonuna kadar okunmasında yarar var. Ben burada yalnızca
konuyla doğrudan ilişkili olan aşağıdaki bölümden yararlanacağım:
"İnsan onurunu
ayaklar altına alan, sağlığını ve yaşamını tehdit eden, ortadan kaldıran
işkenceyi uygulayanlar kadar sözleri, davranışları, eylemleriyle göz yumanlar,
sessiz kalanlar ve zaman zaman meşru ve hoş görenler de sorumludur."
Bu cümle,
işkenceyle ilgili, yaşamsal, ama düğüm olmuş ya da düğüm edilmiş, her durumda
açıklama ya da tartışma gerektiren iki temel noktaya parmak basıyor.
Birinci noktayı,
yukarıdan beri sorduğum soruya bir yanıt gibi düşünebiliriz: İşkence, insan
onurunu ayaklar altına aldığı için insanlık suçudur. Başka türlü söylersek,
işkence insanlık suçudur, çünkü insan onurunu ayaklar altına alan bir fiildir.
Yine de bir
belirsizlik kalıyor bu noktada: "İnsanlık onuru" sözünün nesnel
karşılığı nedir? "İnsanlık onuru" sözünü neredeyse klişeleştiren,
ağırlık yitimine uğratan bir belirsizlik bu: Hangi insanın onurudur, işkence
sonucu ayaklar altına alınan? İşkence görenin mi, işkence yapanın mı? Bir bütün
olarak insanlığın onuru mudur burada çiğnenen, yoksa insanlık adını verdiğimiz
bir ülkünün onuru mu? Ya da bunların hepsi mi?
Bence bunların
hepsi değil. Sorunun yanıtını, yani işkenceyle ilgili onur kavramını, birey
düzeyinde ve kolektif düzeyde olmak üzere iki ayrı düzeyde düşünmek gerekiyor.
Birey düzeyinde
çiğnenen onur, işkence görenin değil, işkence yapanın onurudur; bir insanı
ikincilleştirmeye, aşağılamaya, onurunu kırmaya çalışma onursuzluğunu gösteren
odur çünkü. İşkence fiilinin faili, günümüzdeki adıyla öznesi, odur. Tıpkı
tecavüz eden gibi. Gerçekte işkence bir tecavüzdür ve bazen cinsel tecavüzü de
kapsar. Ama çoğu zaman, tecavüzdeki gibi işkenceyle ilgili olarak da yaygın
olan belli belirsiz bir fikir, ayaklar altına alınan onurun kurbanın onuru
olduğu yönündedir. En uç noktasında töre cinayetlerinin durduğu zihniyettir bu.
Korkunç tersinelik dediğim olgu.
Kolektif düzeyde
çiğnenen onur ise insanlık adı verilen ülküye ait onurdur bence; bir bütün
olarak, 'verili insanlar' anlamındaki insanlığın onuru değil. Çünkü günümüz
insanlarının bir bölümü, kendileri ya da bir yakınları işkence görmese bile bir
vicdan yükümlülüğü olarak işkence olgusuyla ilgileniyor ve işkenceye karşı
mücadele ediyor. Onların, işkence olgusundan ötürü onur yitirmek şöyle dursun,
onur kazandıklarını söylemek gerekir.
Buna karşılık,
(yukarıdaki bildiriden yaptığım alıntıda parmak basılan ikinci noktaya gelmiş
olduk), kolektif sorumlular, yani "sözleri, davranışları, eylemleriyle göz
yumanlar, sessiz kalanlar ve zaman zaman meşru ve hoş görenler de"
onursuzluk etmektedir. Çiğnenen onur biraz da onların onuru, yani kusurumuz
ölçüsünde hepimizin onurudur.
Soru: Çoğu zaman
"İnsan onurunu ayaklar altına alan" sözüyle işkence görenin onuruna
işaret edildiği algısının geçerli olmasında, işkenceyi bir siyasal ve yönetsel
araç olarak kullanagelenlere ait bilinçli bir politikanın payı yok mudur?
Tersinelik durumu
gerçekten korkunç: İşkence görenlerin çoğu dahil olmak üzere bu durumu bilince
çıkarabilenlerin oranı hiç yeterli görünmüyor.
Birleşmiş
Milletler'in bu yılki verilerine göre Türkiye toplumunun %51'i işkenceyi
belirli koşullar içinde olumluyormuş. Bu "belirli koşullar" sözünün
oluşturduğu tuzağa düşmemek gerekiyor, çünkü zaten her zaman "belirli
koşullar" söz konusudur: İşkence yapılanlar her zaman 'düşman'
bilinenlerdir ve her zaman mazeret olarak gösterilen, kurtarılacağı söylenen
bir yüce değer vardır. İşkence, bazen gerçekten de yüce olabilen bir değer
uğruna bir başka yüce değerin saldırıya uğradığı ya da yok edildiği, trajik bir
insan edimidir.
BM verilerine göre,
bu %51 oranına bu yıl ulaşılmış. Türkiye’de teröristlere işkence yapılmasına
belli bir oranda izin verilebileceğini düşünenlerin oranı 2 yıl önce (2006'da)
yüzde 24’müş. İki yılda kaydedilmiş bu artış.
İlgilenmiş
olanlarımız bilir, oldum olası "suçlulara işkence yapılabileceği"
fikri yaygındır bizim toplumumuzda, en beklemeyeceğimiz kesimlerde bile. Kaç
kez tanık olmuşumdur, "suçlulara işkence yapılabileceği" fikrini
savunan birine, "peki suçlu olduğu işkenceden önce mi bellidir yoksa sonra
mı?" diye sorduğunuzda apışıp kaldığına, daha da kötüsü, akıl yürütmeye
devam etmek istemediğine. Çünkü devam ederse karşısına çıkacak olan, bir ceza
yöntemi olarak işkencedir. Verili insanlık böyle tatsız konulara kafa yoracak
kadar enayi değil ya...
NOT. Engin Çeber'e
öldüresiye işkence yapılmış olduğu hekim raporlarıyla kanıtlanınca Adalet
Bakanı özür diledi, hemen ardından yeni işkence haberleri sökün etti. Avukat
Behiç Aşcı ile birlikte yıllardır F tipi cezaevlerindeki
"tecrit-tretman"a karşı mücadele eden "Tecrite Karşı
Sanatçılar" grubu, "Özür dilemek yetmez" diye başlayan bir
bildiri yayımladı. Bildiride Adalet Bakanı istifaya çağrılıyor. İstifa haberi
beklenirken, duruşmalarla ilgili yayın yasağı haberi geliyor...
==========================================================================
Fikritakip
==========
Kadınları
kapatan
Türban esas olarak,
siyasal simgedir diye yasaklandı. Üniversiteleri, belki de aslında bütün
toplumu, ameliyat odaları kadar steril kılmak isteyen bir zihniyetin göstergesi
bu.
Kadınlara her tür
kamusal alanı açmak savında olan bir çizgi, bazı kadınlara dar anlamdaki
kamusal alanın kapılarını kapattı; yüksek protokolden tutun, üniversitelere
kadar. Haddini aşan zıddına düşer sözü bir kez daha doğrulandı.
==========================================================================
[6.11.2008 tarihli Radikal]
Birbirine
sahip çıkan kadınlar
Son günlerde eril
şiddetin ibresi fırlayıp kadına ve bedene saygı sıfırın çok altına düşünce,
kadınlar net ifadelerle durumun adını koyup seslerini yükseltmeye başladı.
4 Kasım Salı günü
bir grup kadın Kocaeli'nde görülen Pippa Bacca davasına katılarak "Yasalar
Hüseyin Üzmezleri koruyor" dedi. İstanbul Emekçi Kadınlar Derneği üyeleri
ve Feminist Kadınlar grubu ile İzmit Kadın Platformu üyeleri, toplumu Pippa
Bacca olayının tekil olmadığı konusunda uyardı.
Dün de
"Birbirimize Sahip Çıkıyoruz" grubundan kadınlar İstanbul'da,
mahkeme, Adli Tıp ve Emniyet gibi kurumlarla ilgili suç duyurusunda bulunarak
sarsıcı bir açıklama yaptı: Bu kurumlar, kadına yönelik şiddeti anlamak, tespit
etmek ve engellemek konusundaki sorumluluklarını yerine getirmedikleri, tam
tersine yaşanan şiddete göz yumdukları içindir ki kadınlar şiddet görmeye devam
ediyor.
"Birbirimize
Sahip Çıkıyoruz", bir grup kadın tarafından bu yılın başlarında yayımlanan
bildirinin başlığı. Sonradan kısaca BSÇ diye anılan grup şöyle diyordu o
bildiride: "Bizler inançlı-inançsız, örtünmeyen-örtünen, kadın hak ve
özgürlükleri anlayışı içinde 'sen varsan ben yokum' demeyen
kadınlar..."
Grup ikinci
bildirisiyle, üniversiteler açıldığında yeniden zuhur eden kılık-kıyafet
dayatmalarına karşı çıkmıştı. Aşağıya kısaltarak aldığım üçüncü bildiri ise dün
yayımlandı. Son günlerde yükselen erkek saldırganlığıyla ilgili en iyi
metinlerden biri:
"Şiddet,
kadınların ruh ve beden sağlığına her zaman ve her durumda zarar verir!
Tecavüze göz yuman
devlet suça ortaktır.
Şiddetin üstünün
örtülmesine izin vermiyoruz!
Bir kadın evinde
tecavüze uğradı. Tecavüz edenler, resmi giyimliydi, 'görev icabı' oradaydılar.
Bir kadın önce
tecavüze uğradı; sonra öldürüldü. Tecavüz edenler ormanlık alana kaçtılar;
geride taşla ezilmiş, yok edilmiş bir beden bıraktılar.
Bir kadına altı
kişi tecavüz etti. Altısının zorbalığı hiç çıkmamak üzere bedenine yazıldı.
60 yaşında yatalak
bir kadın tanıdığı bir erkeğin tecavüzüne uğradı. Erkek yanlışlıkla tecavüz
ettiğini söyledi.
15 yaşında zorla
evlendirildikten sonra bakire olmadığı gerekçesiyle 'baba evi'ne gönderilen kız
çocuğu intihar etti. Bedeni 'bakire' olduğunu söylüyordu.
12 yaşında bir kız
çocuğu yaklaşık 100 erkeğin anal tecavüzüne uğradı. Tecavüz edenlerin çoğu
şehrin ileri gelenleriydi.
Bir kadın göbeğine
piercing taktığı için kocası tarafından öldürüldü.
20 yaşında bir
kadın babasının cinsel tacizine uğradı. Polise şikayet etti ama polis koruma
vermedi. Evde ölü bulundu.
Erkek-devlet elele
şiddet uyguluyor!
Son olarak, yaşları
10 ile 20 arasında değişen 10 çocuk ve kadına tecavüzden tutuklanan bir
erkeğin, daha önce de tecavüzden yargılandığını ancak 'opera sanatçısıdır
yapmaz' ezberiyle 'delil yetersizliğinden' serbest bırakıldığını ve mahkemenin
TCK’da değişmiş bir hükmü gerekçe olarak gösterdiğini gördük: Mahkeme
gerekçesinde, tecavüze uğrayan kadını ikna edici bulmadığını, (zaten) 'bakire
değilmiş' diye açıkladı. İlk dava girişiminde tecavüzcünün resmi makamlardaki
yakınlarını devreye sokarak Emniyet’teki ifadeleri değiştirdiği iddia ediliyor.
Bu iddialar doğruysa, o günden bu yana aynı kişinin gerçekleştirdiği
tecavüzlerden Mahkeme’nin yanısıra, Emniyet de doğrudan sorumlu bulunuyor.
Ve şimdi de Adli
Tıp, 14 yaşında bir çocuğa yaşça
kendisinden kat be kat büyük bir erkeğin cinsel tacizine uğradıktan sonra, 'ruh
ve beden sağlığının bozulmadığı' yönünde bir rapor veriyor. 'Şeytana uyduğunu
ve nefsine kırgın olduğunu' söyleyen ve '14 yaşında bir kızla evlenilir ama ben
evlenmem' diyen lütufkâr tacizci bu rapor nedeniyle serbest bırakılıyor.
....................
Mahkeme, Adli Tıp,
Emniyet gibi kadına yönelik şiddeti anlamak, tesbit etmek ve engellemekle
sorumlu olan tüm kurumların ve ilgili görevlilerin sorumluluklarını yerine
getirmemeleri ve yaşanan şiddete göz yummaları nedeniyle, kadınlar şiddet
görmeye devam ediyor. Üstelik medya da bir yandan kadınların yaşadığı şiddeti
magazinleştirip hafifletirken, bir yandan da şiddet uygulayan erkeğe iş
vermeye, söz vermeye ve mikrofon uzatmaya devam ediyor.
....................
Erkek egemen
sistemin bedenlerimiz üzerindeki denetimine, taciz ve tecavüze, dayağa, bekaret
kontrolüne, küçük yaşta evlendirilmeye boyun eğmeyeceğiz!
Tüm bedenlere
yönelik tecavüz, şiddet ve yasak son bulana kadar isyanımız sürecek.
Bütün kadınları
tecavüzcülerin yargılanması ve tecavüzde cezaların artırılması için bu isyana
ortak olmaya;
ŞİDDETE ve
ŞİDDETİN
MEŞRULAŞTIRILMASINA SON! demeye davet ediyoruz.
Birbirimize sahip
çıkıyoruz."
==========================================================================
Barış
=====
Oralarda kimse yok mu?
Diyarbakır Valisi,
Türkiye Barış Meclisi heyetiyle görüşmeyi kabul etmemiş. Oysa tarihsel bir
fırsattı bu: Barış Meclisi, çok sayıda ilgiliyle görüşerek bölgedeki sorunları
saptamaya ve duyurmaya çalıştı.
Barış Meclisi
Sekretaryası'nın 28 Ekim 2008 günü açıkladığı "23-24 Ekim 2008 Tarihli
Diyarbakır Ziyareti Değerlendirme Raporu", bir tür intifadaya benzeyen son
olayların dipten gelen dalgalar olduğunu, kimsenin, ne DTP'nin ne de
başkalarının suyu karıştırmasıyla yaratabileceği ya da denetim altına
alabileceği türden olmadığını gösteriyor.
Tepeden bakanlar
ise, Süleyman Demirel'inden R.T. Erdoğan'ına, Deniz Baykal'ından Talabani ya da
Barzani'sine kadar, basiretsizliğin son perdesini sergilemekle meşgul. Onlara
barışa gidebilecek son yolları da elbirliğiyle tıkamakta olduklarını
anlatabilecek kimse yok mu? Oralarda hiç kimse yok mu?
==========================================================================
___________________________________________________________________________
Görsel sanat
____________
Antoni
Muntadas
"Hafıza
Alanları". Bugün saat 18.00'den 20.00'ye kadar, Sepetçiler Kasrı, Sirkeci,
İstanbul.
Yuvarlak Masa
Toplantısı, atölye. 8 Kasım, saat 11.00-19.00 arası, Sanat Üretim Merkezi,
Yenikapı.
___________________________________________________________________________
[13.11.2008 tarihli Radikal]
Parça
parça
Selim Temo'nun
Kasım 2008 tarihli Mesele dergisindeki, "Mağdurun Edebiyatı, Edebiyatın
Mağduru" başlıklı yazısı beni son zamanlarda en derinden etkileyen
yazılardan biri oldu. Frankfurt'taki bir söyleşide yaptığı konuşmanın metni bu
yazı. Panelin başlığı: "Türkiye'de Edebiyatın Yolculuğu: Başka Renkler,
Başka Sesler".
S. Temo burada
doğrudan doğruya toplumsal bir mağduriyetten, mensubiyetle ilgili mağduriyetten
söz ediyor: Yok sayılmış bir kültüre mensup bir edebiyatçı olmanın çırılçıplak
hissedildiği bir ânın ta içinden, eşine az rastlanır bir duyarlıkla konuşuyor.
Anadiliniz Kürtçe
olmayıp, diyelim Türkçe olsa bile bu yok sayılmış kültür meselesinin o kadar da
yabancısı değilsinizdir aslında.
O parlak kültür
merkezlerinde dilinizin ve kültürünüzün geçer akçe olmadığını sezdikçe,
ikincillik konumundan ötürü bir hınç, bir garez biriktirmeniz işten bile
değildir. Tavrınız bu küresel yapılaşmanın emperyal mekanizmalarına ilişkin
açıklamaları bazen yerli yerince, yani gerçekliğin bir parçası olarak dikkat
almak, çok daha yaygın bir biçimde ise, o açıklamalarla birlikte ikincillik
konumunu bir yabancı düşmanlığı içinde birleştirerek mutlaklaştırıp
ırkçılaşmak, şovenleşmek, milliyetçileşmektir.
Dünya kültürünün
bir parçası gibi davranmak da mümkündür elbette. Gerçekte, sözgelimi Türkçe
yazan en iyi yazarlar böyle yapıyor, geniş anlamdaki dünya düşüncesinin ve
edebiyatının içinde deviniyor, o düzey etrafında yazıyor, tartışıyor ve
eleştiriyorlar.
Gelgelelim, dünyaya
bir bütün olarak bakıldığında hayli tuhaf bir durum aslında bu. Tuhaflığı
anlatabilmek için bir sahne görüntüsü öneriyorum. Sahnede dünya kültürü temsil
ediliyor olsun. Çok sayıda insan var. Sahnenin ortasındakiler, İngilizce,
Fransızca, Almanca, Rusça ya da İspanyolca konuşuyor, birbirlerini gecikerek de
olsa anlıyor, izliyor ve önemsiyor. Sahnenin kenarlarında kalanlar, yani Türkçe
dahil bir yığın ikincil dilin konuşucuları da onları daha büyük bir gecikmeyle
de olsa izliyor ve önemsiyor. Ancak, kenardakiler, akvaryumdaki balık ya da sessiz
film kahramanı gibiler: Ağızlarını açıp kapatıyorlar ama, sahnede sesleri
duyulmuyor. Kendi verimlerinin yanı sıra ortadakilerin verimlerini de
tartışıyorlar ve bundan ortadakilerin haberi bile yok.
Dünya kültürü
diyorum ama, nesnel bir açıdan bakıldığında böylesine bir tuhaflık içeren bir
oluşum bu. İşin kötü yanı, buradaki tuhaflığın ve boşlukların farkında
olmayışımız.
Selim Temo'nun
yazısı, bu yönde bir kavrayış sağlaması açısından tarihsel önemde bir yazı.
Kürtçe gibi katmerli olarak ikincilleştirilmiş dil ve kültürler söz konusu
olduğunda, akvaryumdaki balıklar kadar bile dil sahibi olamadığınızı anlatıyor
Selim Temo. Joyce'u ve Kafka'yı unutmadan konuştuğunu eklemeliyim. Ahmed Arif'i
de katıyor buna o.
__________________________________________________________________________
Ayıp
____
Uç
fikirler
10 Kasım tarihli
gazetelerin haberlerine göre, Devlet Bakanı Mustafa Said Yazıcıoğlu, bir
gazetecinin, "Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan Alevi köylerindeki camilerin
kapatılması, okullarda zorunlu din derslerinin kaldırılması gibi taleplerin
bulunduğu" yönündeki sorusu üzerine,
"Bu tür uç fikirlere biz itibar etmiyoruz"
yanıtını vermiş.
Bakan, herhalde
dili sürçtü, söz konusu fikirlere katılmadığını söylemiyor, itibar etmediğini
söylüyor. İtibar: saygınlık. İtibar etmek: saygı duymak, değer vermek.
Bir fikre itibar
etmemek, o fikre katılmamak anlamına değil, saygı duymamak, değer vermemek
anlamına gelir. Bırakınız bir bakanı, yani hayatımızla ilgili canalıcı kararlar
verme yetkileriyle donatılmış birini, hiçbir kamusal kişinin böyle bir hakkı
olmamalı. İnsanlık kültüründe, itibar edilmeyecek fikirlerin adı çoktan
konmuştur: Irkçı ve savaş kışkırtıcısı fikirler. Bunların dışındaki her fikre
itibar etmek zorundasınız.
Hiçbir uç
(marjinal) fikre itibar etmemek ya da itibar etmek istemediği fikirlere
"uç" demek, çoğu iktidar sahibinin sevdiği bir yöntem belki de.
Sanıyorum bu tavrın en önemli istisnaları iktisatçılardır. Onlar, uç değerlerin
önemini herkesten iyi bilir; ne yazık ki çoğu yalnızca kendi alanlarında olmak
üzere. İktisatta uç değerler, ortalama değerlerden daha önemlidir, verilecek
kararlarda daha çok onlar rol oynar, çünkü gidişatı gösteren onlardır.
Alevilerin
talepleri, kuşkulanılması ve reddedilmesi gereken uç fikirlerden midir, yoksa
tıpkı Kürtlerin, LGBTT'lerin, kadınların, Lazların, Çerkezlerin, Romanların ve
şimdiye değin dolaplarda saklanmak zorunda bırakılmış ya da yok sayılmış
sayısız kültürel varlığın bir bir ortaya çıkışı gibi, artık şu dünyada
korkusuz, baskısız, iç huzuruyla, birbirine güvenerek yaşama arzusunun işaretleri
mi? Bastırılması gereken birer suç eğilimi midir bunlar, yoksa yüzyıllardır
bastırılagelmiş olanın geri dönüşü müdür? Hani suyun dibinde tuttuğunuz ağacın
bir an gelip oradan fırlaması meselesi...
Bu sorunlar, ya
kesintisiz demokratikleşme yoluyla toplumun kendisi tarafından çözülecek, ya da
bir yığın insanlık dramına yol açılarak, terörizmlerin eline düşülecek. Bu yol
ağzı bütün dünya için geçerli ve hepimizin meselesi.
Aleviler bu ülkenin
sahip olduğu en yüksek kültürlerden birinin taşıyıcısıdırlar. Nasıl
istiyorlarsa öyle yaşamalıdırlar ve itibarları sınırsız olmalıdır. Onlardan hiç
kimseye zarar gelmez ve gelmemiştir. Demek ki bunu nasıl başardıklarını
öğrenmeye herkesin ihtiyacı var.
*
Milli Savunma
Bakanı Vecdi Gönül'e, Brüksel’deki Türkiye Büyükelçiliği’nde yaptığı Atatürk’ü
anma konuşmasında söyledikleri için oracıkta kimse sormamış, "şunu mu
kastediyorsun, bunu mu kastediyorsun" diye. Öyle diyor sayın bakan,
dönüşte yaptığı 'açıklama'da. Herhalde donup kalmıştır oradakiler, ondan
soramamışlardır. Şimdi soralım:
"Bugün dahi
Güneydoğu’da..." diye başlayan cümleden kastınız ne? Tarihsel tehcir ve
mübadeleleri olumlamaktan başka, bu yöntemleri bugünün Kürt sorunu için de
düşündüğünüzü mü söylemek istiyorsunuz?
Siz, bakan olarak,
günümüz siyasal kültürünün neresindesiniz? Deneyiminden ders çıkarmak
istediğiniz devlet adamları arasında Slobodan Miloseviç var mı?
__________________________________________________________________________
[20.11.2008 tarihli Radikal]
Huarte
nire?
Huarte,
İspanya'daki özerk bölgelerden Navarra'nın başkenti Pamplona'nın bitişik
denebilecek kadar yakınında ufak bir yerleşim yeri. Yeni açılan Çağdaş Sanat
Merkezi, başka ülkelerin çağdaş sanatlarıyla ilişki kurmak için bir dizi ülkeye
adanmış haftalar düzenlemeyi ve buna Türkiye'yle başlamayı kararlaştırmış.
Müzik, görsel sanatlar, edebiyat, tasarım...
Navarra'da her şey,
Türkiye haftasının duyuruları dahil, ikidilli: İspanyolca ve Bask dilinde.
Basklılarınki, özerklik içinde özerklik. Bölge 711 yılında Arap Müslümanların
eline geçtiğinde de özerkliği elden bırakmamış Basklılar. Sonradan Navarra
bölgesinin yönetimini de ele geçirmişler ama, 13. yüzyılda Fransızlara
kaptırmak üzere...
Bölge hayli tenha,
çağdaş sanat meraklısı sayısı da hiç yüksek sayılmaz. Yine de, insana tuhaf
gelen bir biçimde, bölgenin o tenha yerleşim yerlerine İstanbul'da olmayan
büyüklükte bir dizi çağdaş sanat merkezi yapılmış, çoğu çok yeni.
Huarte'deki Türkiye
haftası 11-16 Kasım'daydı. Küratör Beral Madra, bu ÇSM'nin "uluslararası
sanat ortamındaki yeni gelişmelere ve en güncel yaratıcılığa"
odaklandığını bildiriyor. Türkiye Haftası'nın benim yetişebildiğim bölümünde,
edebiyat dışında, Erdem Akan'ın nefis tasarımları ile, performans sanatçısı
Nezaket Ekici'nin etkileyici çalışmaları vardı. Ekici'nin 2008 tarihini taşıyan
ve Huarte'de de sahnelediği "Tüp" adlı çalışması olağanüstüydü,
hepimiz hayran olduk. Yapıtına bedenini katmanın ne anlama geldiğini kavratıyor
insana Ekici. Sinop Bienali'nde sunduğu "Atropos", İstiklal Caddesi'nde
sunduğu "Nazar", kabuğunu kırdığı iş gibi çalışmalarını da ekranda
göstererek sundu. Büyük bir sanatçı o.
==========================================================================
Çokdillilik
===========
"Dilden
Dile"
Amargi Feminist
Kitabevi'nin "Deneyimlerimiz Hangi Kapıları Açıyor?" üstbaşlığıyla
düzenlediği konuşmaların sonuncusu, 22 Kasım Cumartesi günü saat 15.00'te.
Kitabevinin
duyurusunda, bu buluşmanın Lis Yayınevi tarafından "Mor Mühürler"
üstbaşlığıyla Kürtçe–Türkçe olarak yayımlanan Leyla Erbil, Oya Baydar, Müge
İplikçi, Sema Kaygusuz ve Jaklin Çelik öykülerinden esinlendiği belirtiliyor.
Söyleşi, öyküleri Kürtçeye çevrilenlerden Sema Kaygusuz ve Jaklin Çelik'in
konuşmasıyla başlayıp, çokdillilik, "bunun yazarın anlatım gücüne
kattıkları, farklı seslerin ve sözlerin yazarın iç dünyasındaki yansımaları,
geleneğin sesi ve sesin büyüsü üzerine" tartışmalarla devam edecek.
Yer: Amargi
Feminist Kitabevi, Beyoğlu, İstanbul.
==========================================================================
==========================================================================
Dil meseleleri
==============
Tahrir,
'livre/libre'
Meltem Ahıska
dikkatimi çekti: Arapçadan Osmanlıcaya geçmiş olan "tahrir" sözcüğü
hem 'yazmak', hem de 'hür kılmak, azat etmek' anlamına geliyor. Başka bir
deyişle, yazmak ile özgürlük arasında, uygulamadan başka, kökensel bir bağlantı
da var.
Latincedeki
"liber" sözcüğünün hem 'kitap, kütük', hem de 'özgür, serbest'
anlamına gelmesi dolayısıyla, aynı bağlantı batı dillerinde de var diyebiliriz.
==========================================================================
==========================================================================
Bir yanlışlık
=============
19 Kasım tarihli Milliyet'in haberine göre
Deniz Baykal, Ergenekon davasından söz ederken, "Türkiye’de ilk kez bir
cezaevinde bir yargılama yapılıyor" demiş. Baykal'ın "Türkiye"si
12 Eylül gibi dönemleri bir türlü kapsama alanına alamıyor.
==========================================================================
==========================================================================
Fikritakip
==========
Vecdi Gönül'ün ufku
belli ki kendi sözlerinin yazıldığı kâğıttan ötesine uzanamıyor. Devam
meselesinde söylediklerini zihninde evirip çeviremiyor, biraz mesafe alıp, ben
ne demişim diye bakamıyor o sözlere, aynı şeyi yineleyip duruyor. Belli ki bazı
yurttaşlarımız gibi onun zihni de o sözleri tartabilecek bir teraziyle
donatılmamış.
Raffi A. Hermonn,
18 Kasım tarihli Taraf gazetesinde çok iyi bir söylem çözümlemesi yazdı.
Yazısının başlığı: "Gayrimüslimler ‘milli’ değilse ne?"
Hermonn, Vecdi
Gönül'ün “Eğer Ege’de Rumlar devam etseydi, Türkiye’nin değişik yerlerinde
Ermeniler devam etseydi, bugünkü ulus-devletimiz olur muydu?” cümlesinde
"Türkçe, yani imla olarak bir sorun, bir eksiklik olduğunu fark
etmişsinizdir" diyor ve çok haklı olarak, "devam etmek" fiilinin
nesnesiz kullanılamayacağına dikkat çekiyor. Elbette öyledir; yola devam
ederiz, çalışmaya devam ederiz vb. Devam etmek fiili, sıfırdan başlayabilen bir
fiil değildir. Devamı olanın ille de bir öncesi vardır.
Hermonn, Gönül'ün
sözünü anlambilimsel açıdan çözümleyerek, o sözde gizlenmiş olanı açığa
çıkarmış yazısında: Gönül'ün gizlediği sözcük, "yaşamaya" sözcüğüdür.
Gönül'ün, "Eğer Ege’de Rumlar devam etseydi, Türkiye’nin değişik
yerlerinde Ermeniler devam etseydi" sözünün eksiksiz ifadesi ise,
"Eğer Ege’de Rumlar yaşamaya devam etseydi, Türkiye’nin değişik yerlerinde
Ermeniler yaşamaya devam etseydi" dir.
Hermonn buradaki
"yaşamaya" fiilinin "bilinçaltından muhteşem bir eziklikle,
sansür edilmesi sonucu, kullanılamamış" olduğunu yazıyor; "Ermenileri
ve Rumları, aslında gerektiği gibi ‘yaşatamamış’ olmanın verdiği suçluluk
duygusunun bilinçaltı bir tezahürü" olarak niteliyor Gönül'ün sözlerini.
Bu sözünde de haklı
Hermonn: Gönül dahil, cumhuriyetin devlet adamları, Osmanlı dönemi için dolaylı
olmak kaydıyla, olup bitenlerin sorumluluğunu taşırlar.
Olup bitenler
bilince çıkarılıp gerektiği gibi yüzleşme konusu edilmediği, günümüz kültürünün
Birleşmiş Milletler ve UNESCO belgeleriyle kayda geçmiş ilkeleri
içselleştirilmediği sürece de, ikide bir böyle dilsel belirtiler sereceklerdir
ortalığa.
==========================================================================
[27.11.2008 tarihli Radikal]
Çocuğa
ilişkin bilincin aciliyeti
Gencecik bir kadın,
bir bayram günü evin salonunda çepeçevre oturan bir yığın konuğun önünde orta
yerde oyuncağıyla meşgul olan küçük kızı elini çamaşırına götürünce
sandalyesinden fırlayıp ona iki tokat aşkettiğinde çocuk elbette dehşete
kapılacaktır.
O genç kadın, küçük
kızının bedenle ilgili konularda kendiliğinden bilgili ve sorumlu davranacağı
beklentisi içinde olmalı ki onu böylesine cezalandırabilmektedir.
Binlerce anne,
binlerce küçük kıza bu cezalardan verip duruyor ve küçük kızlar durmadan
siniyor, tepkisini ya içine atıp biriktiriyor ya da başka biçimlere
büründürüyor.
Küçük erkek
çocukların yaşadıkları da çok farklı değil; ceza görmemesini, övülmesini ya da
gördüğü cezanın saçmalık derecesini kendine göre yorumlayıp en olmayacak
biçimlerde içselleştiriyor onlar da. Çocuklar kapalı kapılar ardındaki cinsel
yaşam üstüne en olmayacak çıkarsamalarda bulunuyor. En mahrem davranışlarına
kadar belirleyen ve onları hep etkileyecek olan çıkarsamalardır bunlar.
Çocuk konusundaki
yerleşik zihniyetin birbirine taban tabana zıt iki ezberi var: Birincisi küçük
çocuğu zihinsiz ve belleksiz bir varlık gibi gören ezber ("çocuktur,
anlamaz"); ikincisi ise aynı varlığı, cinsel konularda doğuştan
bilgiliymiş gibi gören ezber, tıpkı yukarıdaki genç anne ile küçük kızı
örneğindeki gibi.
Bu ikili zıtlık her
gün, her an, binlerce kez, durmadan yaşantılanıyor: Çocuğu eşyayla ve -sevilme
derecesine göre- kuzu, koyun, keçi ya da eşekle özdeşleştirebilen köy
kültüründen tutun, çocuğun yanında, oyuna dalmıştır diye, ona ağır gelecek bin
bir şey konuşmakta sakınca görmeyen kentli büyüklere, ve her tür istismarın
rasyonalize edilmesine kadar.
Zıt etkilerden
serseme dönmemek için ya kurnazlaşıyor, ya da parçalanmış bir ruhla büyüyor
çocuk. Hangi parçasının ayakta kalacağı belli olmadan.
"Çocuktur
anlamaz" zihniyeti tarafından maruz bırakıldığı söz ya da davranışları,
bütünüyle kendine özgü biçimlerde olmak üzere, 'anlıyor' aslında çocuk.
'Anladık'larından hem olur olmaz sonuçlar çıkarıyor, hem de 'anladığı' için
suçluluk duyuyor. Bin bir uyumsuzluk içinde çırpınarak büyüyor. Çoğu kez ömür
boyu kurtulamadığı bir etkilenimle. Ve aynı etkilenimleri arkadan gelen
çocuklara da yansıtarak.
Eğitsel alanda
cinsellik hanesi hâlâ bu kadar boş bırakılmasa, tecavüz ve diğer ruhsal ve
fiziksel şiddet türleriyle ilintili sorunlar birazcık da olsa aydınlanmaz mı?
Cinsellik tabusundan ve yukarıdaki zıtlıktan paçasını bütünüyle kurtarabilmiş
bir tek toplum yok. Bir yandan ticari-pornografik yanıyla kışkırtılırken diğer
yandan hiç yok sayılıyor cinsellik. Her kademeden ve meslekten 'erişkin'ler
olarak aczimizi kabul etmenin zamanı gelmedi mi?
Çocuk daha ilk
adımlarını atarken bir yolu bulunup devreye alınması gereken çok temel ilkeler:
1) Kadınlar, sahibi olunabilen birer nesne değil, erkeklerle eşit, bağımsız
kişilik sahibi bireylerdir; 2) Çocuklar özel bir korumayla sahip çıkılacak
varlıklardır; 3) Cinsel ilişki bir erişkin edimidir ve karşılıklı rızaya
dayalıdır.
Bunların en acil
eğitim ihtiyaçları arasında olduğu, son günlerin haberlerinden, ilgili
makamların içler acısı tavırlarından vb bir kez daha ortaya çıktı. Biri çıkıp,
benim LGBTT başlıklı yazımla ilgili yorumunda, "Yönelimdir diye çocuklarla
ilişkileri de mi normal kabul edeceğiz?" diye sorabildi örneğin.
Böyle bir soruyu
sorabilmeniz için, cinsel ilişkinin bir erişkin edimi olduğu, çocuklara yönelik
her tür cinsel davranışın istismar sayılacağı ve bunun hiçbir istisnasının
olmadığı ilkesinden bütün bütüne habersiz olmanız gerekir. Dilimizde
"zorla tecavüz" gibi bir arızaya rastlanabildiğini düşünürsek, böyle
habersizliklere çok da şaşmamak gerekiyor belki. "Zorla tecavüz" diyebilen
bir zihin, bilinçdışında, her cinsel ilişkiyi bir tecavüz olarak görüyor
demektir.
Son olayların ve
tartışmaların bir iyi yanı olduysa, bu konudaki hal-i pürmelalimizin ortaya
dökülmesi olmuştur.
Bir kez daha:
Çocuklara yönelik her tür cinsel davranış istismardır ve bunun hiçbir istisnası
yoktur; çocuğun razı, hatta ısrarcı göründüğü durumlarda bile. Çünkü bu rızayı
tartabilecek erginlikte değildir çocuk; tıpkı belirli yaşlarda yalnız başına
yolda yürüyemediği ya da yemek yiyemediği gibi, belirli bir yaşa kadar da
cinsellik konusunda karar veremez. Buna karşılık, karar vermemesi gerektiği
dahil, pek çok şeyi öğrenebilir. Öğrenmesine nasıl yardımcı olunacağının yolunu
yordamını bulmak eğitbilimcilerin işi. Biz diğer erişkinlere de, kendi kendimizi
eğitmek düşüyor.
==========================================================================
Dil meseleleri
==============
Meslektaş/mevkidaş
Recep Tayyip
Erdoğan, İzmir'de yapılan Türkiye-İtalya Hükümetlerarası Zirvesi sırasında
İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi’ye "Değerli dostum ve meslektaşım"
diye seslenmiş.
Erdoğan, buradaki
"meslektaşım" sözcüğüyle başbakanlığı kastediyorsa bir dil sorunuyla
karşı karşıyayız demektir, çünkü başbakanlık bir meslek değil, mevki ve unvan;
tıpkı 'müdürlük' gibi, bir görevin adı ve geçici bir nitelik. Meslek ise
kalıcıdır. R.T. Erdoğan da Berlusconi'nin meslektaşı değil, mevkidaşıdır.
'Mevkidaş'
sözcüğüne itiraz edenlerin gerekçesi, 'mevki' sözcüğünün Arapçadan, '-daş'
ekinin ise Farsçadan gelmesi nedeniyle böyle bir türetimin geçerli
olamayacağıdır. Oysa 'vatandaş, yurttaş, işteş, kökteş' gibi, Arapça ve Türkçe
sözcüklerden türetilmiş yerleşik örnekler var. Bu örnekler '-daş' ekinin
Türkçeleşmiş sayılması için yetip artar. 'Mevkidaş' sözcüğü, Türkçedeki bu
anlatım ihtiyacını karşılamak için önerilmiş sözcüklerin en iyisi.
==========================================================================
==========================================================================
Fikritakip
==========
Geçen hafta,
Ergenekon davası için "Türkiye’de ilk kez bir cezaevinde bir yargılama
yapılıyor" diyen Deniz Baykal'ın, "Türkiye" kavramından 12 Eylül
gibi dönemleri dışladığını yazmıştım.
Arif Damar telefon
etti ve o sıcak sesiyle, ünlü 1951 tevkifatında da yargılamaların cezaevinde
olup bittiğini hatırlattı.
==========================================================================
[4.12.2008 tarihli Radikal.]
Bedeller
ve ceremeler
Epey oluyor, İsmail
Beşikçi çoğu zaman olduğu gibi yine cezaevindeyken, bir yazar, cezaevindeki
birini eleştirmeyi etik bulmadığı için Beşikçi'nin yazdıklarını eleştirmekten
kaçındığını ima eden bir şeyler yazmıştı. Beşikçi'nin buna verdiği yanıt, düşünce
özgürlüğünün ve eleştirel düşüncenin neliği konusunda okuduğum en iyi
metinlerden biridir.
Ne yazık ki ilgili
gazete kesikleri elimin altında değil. Beşikçi özetle diyordu ki, eğer her şeyi
göze alarak yazıp çizmezsek, kendi fikir özgürlüğümüze kendi elimizle son
vermiş oluruz; ben ne düşünüyorsam öylece yazıyorum, bunun bedeli hapiste
yatmaksa, hapiste yatıyorum. Sizin eleştirilerinizden mahrum kalmayı da hak
etmiyorum...
Cümleler herhalde
farklıydı ama içerik böyleydi. Bu sözlerde eleştirel düşünceye dair, temel
önemde iki saptama yatıyor: Bedel meselesi ve mahrumiyet meselesi. Beşikçi Kürt
sorununda bu toplumu eleştirilerinden mahrum bırakmadı ve bunun için kendisine
biçilen bedeli ödedi. Meslektaşlarının ve Türkiye okuryazarlarının geniş bir kesimi,
Kürt sorununda gerek Beşikçi'yi gerekse bu toplumu eleştirilerinden mahrum
bıraktı, çünkü bedel ödemek istemiyordu. Giderek, karşı argümanların avukatına
dönüşenler de oldu.
Kürt sorunu demek,
cumhuriyet dönemi Kürt politikasının yarattığı sonuçlar demek. (Öncesi de
vardır elbette, ama devam eden dönem cumhuriyet dönemi olduğu için, bu sorunun
ilk elden ilgilisi de odur.) Beşikçi'den
başka kimler hangi bedelleri ödedi ve ödüyor bu politikanın sonucu olarak?
Beşikçi gibi,
gerçeklikle ilgilenmeleri sonucu yazdıklarından dolayı baskı görenler,
kovuşturulanlar, hüküm giyenler, yıllarca cezaevinde kalanlar;
Anadilleri
yasaklanıp horlananlar; o dilde konuştukça susturulanlar; bilmedikleri bir
dille gittikleri okulda başarısız muamelesi görenler; anadillerinde okuma
yazmayı cezaevinde öğrenenler;
Kürt olma
özgürlüğüne sahip çıktıkları için etnikçilikle, ırkçılıkla ve milliyetçilikle
suçlananlar;
Korucu olmayı kabul
etmedikleri için köy meydanında kabir azabından geçirilenler; dışkı
yedirilenler;
12 Eylül'ün
cezaevlerinde cehennem azabından geçirilenler; kafaları dışkılı sulara
batırılıp her sabah kendi analarına küfre zorlananlar;
Türkçe ya da Kürtçe
çıkardıkları günlük gazeteler bombalanıp yerle bir edilenler, gazeteleri,
dergileri ve kitapları -hâlâ- yasaklananlar;
Musa Anter başta
olmak üzere, Batman'da, Diyarbakır'da ve daha birçok yerde arkalarından
vurulanlar;
Ufukta başka tür
bir mücadele yolu olmadığından yıllardır gerilla savaşı vermek için dağlarda
yaşayan, ölen ve yaralananlar;
Ufuklarında başka
tür bir davranış yolu olmadığından yıllardır PKK'ye karşı savaşan, ölen,
yaralanan ve sakat kalan askerler;
İntihar bombacıları
dahil, terör eylemlerinde ölenler, yaralananlar, sakat kalanlar;
Her parti gibi bir
amblemi ve bayrağı olan partilerinin bayrağına, düşman devlet bayrağı muamelesi
yapılanlar;
Milletvekili
seçildiklerinde bile geleneksel renkleri ile anadillerini kullandıkları için
Meclis'te yaka paça edilip bölücülükten cezaevine atılan Leyla Zana, Hatip
Dicle, Orhan Doğan, Selim Sadak...
Eminim bu korkunç
listenin bile çok eksiği vardır.
Bedel konusunda
tarihsel bir söz: Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak, on
yıldan fazla süren hapisliklerinin ardından 19 Haziran 2004 tarihinde Ankara'da
bir açıklama yapmıştır. Bu söz o açıklamadan:
"İnsan
hayatında verimlilik ve üretim açısından oldukça önemli olduğunu düşündüğümüz
kayıp yıllarımızı; demokrasi, barış ve özgürlük adına ödenmesi gereken bir
bedel olarak algılıyor ve bu bedelin Türkiye'nin demokratikleşmesine katkıda
bulunduğuna inanıyoruz."
Kürt sorununa
yukarıdan bakanlarla aşağıdan bakanlar bambaşka şeyler görüyor. Yukarıdan
bakanların büyük bir bölümü, ABD ve Britanya emperyalistlerinin jeostratejik
hedeflerinden başka bir şey görmüyor; kişi refiğini kendi gibi bilirmiş.
Kişisel olarak,
yukarılarda çevrilen dolapları görmezden gelen bir zihniyeti de anlamakta
güçlük çekiyorum. Kürtler onyıllar boyunca Saddam-İran-Türkiye üçgeni
tarafından görünmez adam olmaya, yok olmaya zorlandı. Bu amaçla, kıyım dahil
kullanılmayan yöntem kalmadı. Bu yol Irak Kürtlerini ABD'nin tuzağına iten
yol...
Barış Meclisi'ni
destekleyiniz. Türkiye Barış Meclisi, bu yolda biraz daha ayak direnirse
olabileceklerin önüne geçmeye çalışıyor.
===================================================================
Dil meseleleri
==========
İngilizceden
gelenler
*
acknowledge
İngilizcedeki
'acknowledge' sözcüğünün Türkçesi yok mu? Bu sözcüğün de diğer bazı sözcükler
gibi Türkçesi yok, Türkçeleri var; bir değil, birkaç karşılık. Diller
arasındaki bu tür anlam alanı farklılıkları çeviri mesleğinin püf
noktalarından. Hangi karşılığı kullanacağınız, duruma göre değişiyor.
'Acknowledge': kabul etmek, kabullenmek, doğruluğunu kabul etmek, teslim etmek,
tesellüm etmek, onaylamak... Birinden birini seçeceksiniz.
Bu tür sözcüklerden
sesi/söylenişi fazla yabancı kaçmayanların Türkçeye girmesi kolay oluyor:
"Renovasyon" diyorsunuz örneğin, hem şık duruyor, hem de yanlış
çeviri tehlikesinden kurtuluyorsunuz. Ama "eknovlıc" gibi Türkçede
hiç tanıdık durmayan bir sözcük söz konusu oldu mu, böyle yapamıyoruz. Yerine
göre, Türkçe karşılığını bulacağız ille de. Başka yolu yok.
*
eylem planı/ önlem planı
'Action' sözcüğü,
'eylem' anlamına geldiği gibi, 'to take action' gibi kullanımlar başta olmak
üzere, 'önlem' anlamına da gelir. 'Please take action' sözü örneğin, 'gerekli
önlemlerin alınması ricasıyla' demek.
'Eylem planı' diye yerleşmeye başlayan başlıkların bir bölümünde
kastedilen de 'önlem planı' aslında...
===================================================================
[11.12.2008 tarihli Radikal]
Vicdani ret
"Bedeller ve ceremeler" başlıklı yazıda, Kürt
sorunuyla ilgili olarak bedel ödeyenleri bir arada anmaya-anımsatmaya
çalışmıştım. Atıl Ulaş'tan aldığım mektupta, vicdani retçileri unuttuğum için
sitem ediliyor. Şöyle diyor Ulaş:
---
"... aşağıda alıntıladığım bölümde biz vicdani
redcilere yönelik büyük bir haksızlık ya da en azından ilgisizlik var diye
dusunuyorum.
'Ufuklarında başka tür bir davranış yolu olmadığından
yıllardır PKK'ye karşı savaşan, ölen, yaralanan ve sakat kalan askerler;'
bizler vicdanımızı dinleyerek; kimseyle savasmamayı ve kimse
için ölmemeyi tercih ettik. bunu da diğer insanlar ufuklarında böyle bir
davranış yolu olduğunu bilsinler diye de yaptık. yıllardır bir çok arkadaşımız
bu uğurda işkence gördü, tecrit edildi, hapis yattı. yani sizin deyiminizle
bedel ödedi.
umarım bizi de duyar ve konuyla ilgili bir dahaki yazınızda
anarsınız, ..."
---
Yazıda vicdani retçileri anmayışımın nedeni, onların Kürt
sorunuyla bağlantısının dolaylı olduğunu düşünmemdi. Bildiğim kadarıyla vicdani
retçiler yalnızca PKK karşısında değil, hiçbir koşulda asker olmak istemeyen
bir felsefenin sahibi. Bu açıdan, Kürt sorunuyla bağlantıları, diğerleri gibi
dolaysız değil.
Bir başka açıdan bakarsak, anılmayı en çok hak edenler
arasındadır elbette vicdani retçiler; insanlığın kendi kendisine önerebileceği
en iyi ortak yaşam kavramlarından birine sahip çıktıkları, "haklı savaş/
haksız savaş" ayrımındaki soruna dikkat çektikleri için.
Vicdani ret beyanında bulunmuş bir kişiyle ilk kez 1985
yılında karşılaşmıştım. Ege sahillerini gezmekte olan bir Alman turistti bu.
Vergi tahsildarı bir genç adam. Vicdani reddin, yani inançları ya da yaşam
felsefesi dolayısıyla askerlik yapmamanın Almanya'da yasal bir hak olarak
tanındığını, ancak uygulamada bu hakkı kullanmanın hiç kolay olmadığını
anlatmıştı.
Uygulamadaki zorluk, geçilmesi gereken bir sınavla
ilgiliydi. Hâlâ öyle midir bilmiyorum ama o zamanlar bu hakkı kullanabilmeniz
bir sınavı başarmanıza bağlıydı. Sınav bir ruhbilimciler, toplumbilimciler ve
felsefeciler ordusunun karşısında bir yığın ahret sualini sözlü olarak
yanıtlamanız biçimindeydi. Reddinizin gerçekten iyi düşünülmüş bir dinsel ya da
felsefi inançtan mı, yoksa düz bir haylazlıktan mı kaynaklandığını saptamaya
yönelikti bu sınav. Sorular sizin açıklamalarınızdaki bilinç ve içtenlik
düzeyini ölçme anlayışıyla düzenlenmişti. Tek bir soruyu bile yanıtsız
bırakmanız başarısız kalmanıza yetebiliyordu ve zaten başaranlar devede kulak
mertebesindeydi.
Turist vergi memurunun anlattığı sorulardan birinin konusu,
"Sophie'nin Seçimi"ndeki probleme benziyordu:
Siz, anneniz ve kızkardeşiniz, bulunduğunuz geminin batması
sonucu suların içindesiniz. İkisine birden yardımcı olmanıza olanak yok,
yalnızca birine yardım edebilecek durumdasınız, diğeri okyanusun buzlu ve
karanlık sularında kaybolacak. Ne yaparsınız?
Elbette çok zorlanmıştı Alman arkadaş. Fena halde
bocalamıştı. En sonunda bunun, yanıtı olmayan bir soru olduğunu bildirmişti.
Diğer sorular da insana kök söktürüyordu ama onlara yanıt ve gerekçe
bulunabiliyordu. Vergi memuru genç, sınavı başaran ender Almanlardandı.
Türkiye'de ilk retçiyi 1989'da işittik, adı Tayfun Gönül'dü.
Ardından başkaları da çıktı ve Atıl Ulaş'ın dediği gibi hatırı sayılır
ceremeler çektiler, hâlâ çekiyorlar. Vicdani ret bir hak olarak Yunanistan
dışında tüm AB ülkelerinde yasallaşmış. Barış izleği Avrupa Birliği'nin kurucu
ilkelerinden ne de olsa. En azından, hem emperyal olmayan toplum kesimleri
açısından, hem de kâğıt üzerinde öyle. Ama devletler kendi militarizmlerine
bahane bulmanın ustası olmuşlar. Baş bahaneleri ise diğer devletler ve devlet
benzeri örgütler.
Ayrıntılar için: www.savaskarsitlari.org
===================================================================
Ayıp
===
Yine seçimler yaklaşıyor ve yine "seçimlerde Türkçeden
başka dil kullandınız" bahanesiyle insanların ümüğüne basılacak.
Gerçi bu bahaneyle ümüğünüze basılması için sizin gerçekten
seçim konuşması yapmanız gerekmiyor: 8 Aralık tarihli haberlere göre,
aralarında şair Şükrü Erbaş'ın ve dört yıl önce öldürülen Hikmet Fidan'ın da
bulunduğu on dört kişi, 2002 seçimlerinde DEHAP'ın Manavgat seçim bürosunun
açılışında Kürtçe konuştukları gerekçesiyle hapis cezasına çarptırılmış. On
dört kişiden Erbaş dahil yedisi Kürtçe bilmiyor, yedisi ise o gün Manavgat'ta
değil...
---
Kadın Sığınağı'ndaki Mor Çatı kökenli çalışanların işine 31
Aralık tarihi itibariyle son veriliyor. Sorumlusu, Beyoğlu Kaymakamlığı.
Gerekçeyi tahmin etmek zor değil: Ödenek yokluğu. Sığınağı Mor Çatı ile Beyoğlu
Kaymakamlığı birlikte oluşturmuştu oysa. Kaymakam değişince tavır da değişmiş.
Şimdi feministler çok haklı olarak bunu kadınların
kazanımlarına saldırı olarak görüyor ve işlemin geri alınmasını talep
ediyorlar. Yayımladıkları bildiride, bu amaçla 19 Aralık'ta Ankara'ya
gideceklerini, protesto metnine elliyi aşkın kurumun ve binlerce kişinin imza
verdiğini, önümüzdeki günlerde sokaklarda standlar açıp internette bağlantı
sağlayacaklarını yazıyorlar.
Sığınaklar ve ödenekler zaten denizde damlayken daha da
azaltılması, hiç iyi bir zihniyete işaret değil. Ayrıntılar için:
http://www.morcati.org.tr/Siginak_imzakampanyasi.php
===================================================================
===================================================================
Şiir
==
"Önce Şiir Vardı"
Pazar günleri TRT2'de yayımlanan "Önce Şiir Vardı"
programının saat 23.00'ten sonra başlamasını anlamak zor. Sabah erken kalkacak
eğitim-öğretim mensuplarının bu programı izleyememesi mi gerekiyor acaba?
Bir not da şiir seslendirenlere. Rüştü Asyalı teatrallik
dozunu az bir şey azaltsa, Berrin Ötenel de metni biraz daha yoğursa...
---
7 Aralık 2008 tarihli "Önce Şiir Vardı"nın konusu
Nâzım'dı. Nâzım şiirlerinde Sovyetler'i eleştirmedi diye eleştirildi. Bir
sıkıntı da hissedildi ama, 1961 tarihli, "Taştandı tunçtandı
alçıdandı..." diye başlayan şiiri bir türlü akla gelmedi.
===================================================================
[18.12.2008 tarihli Radikal]
Mediz
Cinsiyetçilikle ilgili, ufuk açıcı bir kaynak: Mediz,
"Medyada Cinsiyetçiliğe Son!"
Mediz (Medya İzleme Grubu), bu yıl aynı adı taşıyan kampanya
sırasında forumlarda yapılan konuşmaları ve araştırmalarda elde edilen verileri
kitaplaştırdı. Cinsiyetçiliği tartmanın bazı ölçütleri, reklamlara ve her tür
basına uygulanmış bu araştırmalarda. Cinsiyetçilik karşıtı öneriler de
eklenmiş.
Elimizde böyle bir kaynak olmasına sevinirken, takıldığım
bir iki nokta da oldu. Bunlardan ilki, kampanyanın afişindeki fotoğraf:
Mediz'in karşı olduğu şeylerden birini, medyada dayatılan kadın imgesini yeniden
üretiyor gibi geldi bana bu fotoğraf:
Afişteki "gözümüz üstünüzde" uyarısını temsilen
fotoğraftan bize bakan göz, cinsiyetçilik karşıtı bir kampanyadan çok, bir
makyaj malzemesi reklamına uygun düşecek kadar süslü. Mesele "gözümüz
üstünüzde" diyenin bir kadın olduğunun anlaşılmasıysa, daha az boyalı bir
göz de aynı işi görebilirdi ve amaca herhalde daha uygun olurdu. Kitapta da var
aynı fotoğraf (s. 11 ve 181).
Takıldığım ikinci nokta, sunuş metinlerinde yalnızca kadın
sorununa odaklanılması oldu. Oysa kampanyanın ve kitabın başlığında
"cinsiyetçilik" kavramı var ve kitapta yer alan bazı yazılarda da
kavramın hakkı veriliyor, yani LGBTT dahil, cinsiyete dayalı her tür
ayrımcılıktan söz ediliyor. Kadın düşmanlığı, erkek düşmanlığı, gey düşmanlığı,
travesti düşmanlığı ya da bunlardan birinin üstün tutulması: Cinsiyetçilik
denince bunların tümü ve her tür dışlayıcı eğilim akla gelir.
İlk forumun konuşmacılarından ABD'li Jennifer Pozner'in
dedikleri, hem bu açıdan, hem de kadın sorunuyla barış davası arasındaki
bağlantı açısından, kaçırılmaması gereken bölümlerden (s. 27 vd).
Pozner, Washington Post gazetesiyle ilgili bir örnek
veriyor. Bu gazete, 11 Eylül'ün ardından, sorunların çözümünde askeri
müdahaleyi mi yoksa diplomasiyi mi seçersiniz konulu bir anketin sonuçlarını
verirken başlık olarak şöyle bir cümle kullanmış: "10 kişiden 9'u askeri
müdahaleyi destekliyor, ABD'liler ordunun yanında". Oysa söz konusu anket,
kadınların yarısına yakın bir bölümünün askeri harekâta karşı olduğunu ortaya
koyuyormuş. Yüz karası bir saptırma değil midir bu?
Her durumda Mediz'in bu çalışması tarihsel önemde bir
başlangıç oluşturuyor. 2008 yılında medyada kadınların temsili, işbölümünde
kadınlar ve içerikteki cinsiyetçilik konularında vazgeçilmez bilgiler,
aydınlatıcı konuşmalar, haberdar olunması gereken bakış açıları ve temel önemde
tartışmalar içeriyor. Bu çalışmanın belirli aralıklarla yinelenmesi, gidişatın
da görülebilmesi açısından şahane bir iş olacak.
Ayrıntılar için: www.mediz.org
===================================================================
Barış
===================================================================
Fransızların uluslararası kanalı TV5 uzun süredir her pazar
Türkiye saatiyle 18.00'de "Kiosque" adlı bir program yayımlıyor.
Gördüğüm en iyi televizyonculardan biri olan Philippe Dessaint'in yönetiminde,
dünyanın çeşitli yerlerinden beş gazeteci, büyük bir hızla, haftanın başlıca
olayları üstüne kendi ülkelerde yapılan yorumları konuşuyor. En çok, Faslı,
Hindistanlı, ABD'li, Rusyalı, Almanyalı, Çinli ve İsrailli katılımcıları
görüyoruz. Türkiye'den ise çok ender olarak Ali Sirmen, ama genellikle, keskin
beyanları ve değişmeyen beşuş çehresiyle Mine Kırıkkanat katılıyor.
Kiosque arada bir gazeteci yazarlar yerine basın çizerlerini
konuk ediyor. Son konuklar, "Barıştan Yana Karikatüristler"den Dilem,
Plantu, Kichka, Kroll ve Caro'ydu: Sırasıyla, Cezayirli, Fransız, İsrailli,
Belçikalı, İsviçreli karikatüristler. Bir yandan konuşup bir yandan
çiziyorlardı. Aralarında tek bir kadın (Caro: Caroline Rutz) olmasından
hareketle, tüm dünyada kadın karikatürcü sayısının azlığından söz ederlerken
saydıkları birkaç ad arasında Ramize Erer de vardı.
Ve karikatür ile barışın ilişkisi konuşulurken, savaş
koşullarında karikatüristlerin tavır değiştirip değiştirmediğine değinildi.
Birinci Dünya Savaşı sırasında karikatüristler genellikle kötü bir sınav
vermiş, 1915'te kurulan Canard Enchainé dergisi gibi pek az istisnayla, resmî
düşmana düşmanca davranmak konusunda kraldan çok kralcı olmuşlar vb. İsrailli
karikatürcüyle Filistinli karikatürcünün aynı masada ortak şeylere gülmeleri ve
bir ruh ortaklığı içinde olmaları iyi geliyor doğrusu insana.
===================================================================
===================================================================
Aheste meseleler
===================================================================
Afgan yazar Atik Rahimi, son zamanlarda Fransa'da yıldızı
parlayanlardan. Adı bazen "Atik", bazen "Atiq" diye
geçiyor. Bir süredir Fransa'da yaşıyormuş ve en ünlü kitabını Fransızca yazmış.
Kitabın adı "Syngue sabour". Bu iki sözcük Farsça aslında.
"Syngue=seng", taş anlamına geliyor; Orhan Veli'nin "Kitabe-i
Seng-i Mezar"ındaki gibi. "Sabour" ise, bildiğimiz sabır.
"Syngue sabour", Sabır Taşı.
Rahimi'nin yazdıkları kısa sürede Türkçeye çevrilir
sanıyorum, çünkü 2008 Goncourt ödülünü de kazanmış.
Dinle olan ilişkisi konusunda şöyle diyor Rahimi:
"Budistim, çünkü zaaflarımın bilincindeyim;
Hıristiyanım, çünkü zaaflarımı itiraf ediyorum; Museviyim, çünkü zaaflarımla
dalga geçiyorum; Müslümanım, çünkü zaaflarımla mücadele ediyorum; ve tanrı her
şeye kadirse, ben ateistim."
Bütünüyle katıldığım bir saptaması da şöyle: Günümüzdeki
çatışmalar dinsel değil, siyasaldır.
===================================================================
===================================================================
Fikritakip
===================================================================
20 Aralık, "Devlet Cinayetlerine Karşı Uluslararası
Eylem Günü". Bu yıl ilk. Çağrı Yunanistan gençliğinden.
===================================================================
[25.12.2008 tarihli Radikal.]
Öz...
Germili Kanıt
Gökte akşam yüksekliğine dalmak
tepelerin ürpertisiyle
pencereden aşarak
süzülen ova yeşil koyusu
yoncalığın ora bir kara nokta
karşı dağın yamacı, Karşılar
yemiş bolluğuna boğulmuş idi
arada dereden geçip tırmanıp
bağ bozumunda bahçeler talan
çit çalısı ekmeyi ermeniler bilirdi
taze bağırsak içinde
bu çitler, bu bahçeler onlardan kalmış idi
Köyün Başı'nda dört konak, Konaklar
bahçesinde mermer havuz
yüz yıl var aşılanmış kayısılar
Mustafa emmi gibi (doğuşunda Digran)
sağlıklı ve saygındılar
Küçük Digran, kaç küçük Digran, boğazlanmaktan
kaçırıldı türk anneler tarafından
köylüler bilir
gizli erdem, sır, suç ortaklığı
kesildi büyükler
kan aktı koca dere
arada dereden geçilir
Karşılar'ın bahçeleri, Konaklar'ın evleri
bozulmaz çitleri, dokunulmaz, saygı
olduğu gibi eskir
meyveleri yenir, yazın taze kışın çir
eken ellere hayır dua edilir
Germili'de gömülüdür iki halkın dostluğu
taze bağırsak içinde ekilidir
Gelsin bağ bozumu, aşılsın çitler
birlikte ağlanacak kan akan derelere
bir ad konulacak birlikte ölmelere
eski ve yeni
haramilere
* * *
Bu şiiri 1984 yılının Ocak ayında yazmıştım. Mamak
Cezaevi'nde vahşet düzeyindeki uygulamalara karşı yaptığımız, kırk gün süren
açlık grevinin ileri bir aşamasında, hayatımın bir film şeridi gibi gözümün
önünden geçmesine benzeyen bir süreç içinde yazdığım inanılmaz miktardaki
şiirsel metinlerden biridir. Ölüm sinyalleri alan organizma beyinde ve bellekte
yoğunlaşıyor belki de, bilmiyorum.
Şimdi düşününce, bu şiir için bir başka tetikleyici daha
buluyorum: Yakalanan bir Asala mensubunun, Mamak Cezaevi'ne getirilmesi ve onu
idamının öncesindeki günlerde avluya çıkardıklarında uzaktan, kısacık bir süre
görmüş olmamız.
Yalçın Küçük bu şiiri görünce, alıp 1987 yılının Temmuz
ayında çıkan Toplumsal Kurtuluş dergisinin bir sayısında yayımlamıştı. (Evet, bildiğimiz
Yalçın Küçük.)
Şimdi "Germili Kanıt"ı özellikle "bir ad
konulacak birlikte ölmelere" dizesi için alıntılıyorum; çünkü, imzaya
açılan özür metninde bana en önemli görünen noktalardan biri, 1915 olaylarına
ortak bir ad konabilmesi oldu: Büyük Felaket. İnancım o ki, ortak bir
adlandırma, konuşabilmenin, diyaloğun ve giderek barış dediğimiz şeyin temel
taşlarından biridir. Tutunulabilecek bir daldır bu iki sözcük, düşmanlık
düşkünü olmayan herkes için. Öncesi ve sonrasıyla 1915 gerçekten bir büyük felakettir.
*
Bana göre, Türkçede "Ermeni dölü" gibi bir küfrün
varlığı, büyük bir felâketin açık işareti olarak, Türkçeyi sahiplenen herkes
için yeterli bir özür nedenidir. Hiçbir koşulda şakaya gelmeyen, açıkça soya
sopa dair bir küfür bu. Türkçedeki diğer ırkçı sözlerin hiçbirinin bu sözle
kıyaslanabileceğini sanmıyorum. "Büyük Felaket" de tıpkı Kürtlük gibi
yok sayılmasaydı böylesine utanç verici bir küfür herhalde dilimizde bu kadar
yer bulamazdı. Hrant Dink'in katline giden akıldışı nefret birikiminin de önüne
geçilmiş olurdu.
*
TBMM Başkanı Köksal Toptan, özür kampanyası için, "Tek
yanlı olarak Türkiye'yi mahkûm etmeye çalışmak" demiş (22.12.2008 tarihli
Radikal). Özür dilemek işteş bir fiil değildir ki iki yanlısı şart koşulsun:
Tek yanlı bir fiildir ve taşıdığı erdem de esas olarak buradan kaynaklanır. Her
tür pazarlıkçı ya da çıkarcı hesaplaşmayı dışladığı için erdemlidir, tıpkı
sevgi gibi.
Özür metninde Türkiye'ye mahkûmiyet yok, eleştiri var:
'Büyük Felaket'e duyarsız kalındığı, olup bitenler inkâr edildiği için. Özür
bunun için.
*
Bazı büyükelçiler, özür metnine karşı bildiri yayımladılar
ve Asala terörünü anımsattılar. Asala teröristlerinin "Ermeni
kardeşlerimiz"den olmadığını en iyi bilmesi gerekenler büyükelçilerdir
oysa. Özür metni, "Ermeni kardeşlerimiz" demektedir. Cinayet
işleyenler, ırkçılar, faşistler ve savaş kışkırtıcıları kardeşimiz olamaz.
Kökeni ne olursa olsun.
*
Tepkiler, onyıllardır nefret biriktirmiş bir gerilimi
gösteriyor. Belli ki bu gerilimden nasıl
çıkabileceğimizi düşünmeyip yalnızca
nefrete gerekçe bulmayı iş edinmiş olanların zihninde, işittikleri ya da
okudukları her "Ermeni" sözcüğü "soykırım", dolayısıyla
düşmanlık olarak yankılanmaktadır. Buna başta Halaçoğlu olmak üzere bazı
tarihçiler dahil. Dünya Ermenilerinde iyi etki bırakabilecek her davranışı
otomatik olarak kötü bulmayı görev biliyorlar.
*
"Yurttaştan yurttaşa" ilkesi iyi bir ilke. Tıpkı
eğitim kültürümüz gibi, fena halde tek yönlü olan, yani babadan oğula,
devletten yurttaşa, yukarıdan aşağıya işleyen, bu nedenle de feodaller gibi
kasılıp kalmış olan siyasal kültürümüzün çokyönlülük atılımına ihtiyacı var.
Bütün dünyada öyle ama, bazı yerlerde daha fazla öyle.
===================================================================
Dil meseleleri
==========
Geçen haftaki yazıda kullandığım "beşuş" sözcüğünü
doğru anladığından emin olamayan bir arkadaşım telefon etti; internetteki
AKDTYKTDK sözlüğünde bulamamış. Belki iyi bakamamıştır diye ben de baktım, bu
sözcüğün orta boy bir sözlükte bulunmaması tuhaf geldi bana çünkü. Gerçekten de
yoktu. Oysa edebiyatta da geçen bir sözcüktür ve diğer tüm sözlüklerde yer
alır...
===================================================================
===================================================================
Süheyla Bayrav'ı yitirdik. Doksan küsur yaşındaydı.
Türkiye'nin hem ilk, hem de en önemli dilbilimcilerinden. Türkçede dilbilimin
ve dilbilim terimlerinin gelişmesine unutulmaz katkıları var. "Yapısal
Dilbilimi", "Filolojinin Oluşumu" ve "Dilbilimsel Edebiyat
Eleştirisi" başta olmak üzere, tümü Multilingual tarafından yayımlanmış
çok sayıda kitap yazdı. Her biri dilde tasarruf ilkesinin somut bir örneği olan
temel başvuru kaynaklarıdır bu kitaplar. "Dilbilimsel Edebiyat
Eleştirisi" her edebiyat okuru için, "Filolojinin Oluşumu" ise
her okur için vazgeçilmezdir: Dillerin, yazının, kitap denen nesnenin,
dilbilgisinin tarihçesi ve bütün bunlar ile edebiyatın ilişkisi üstüne kısa ve
net bilgiler sunar bu yapıtlar bize.
Süheyla Bayrav, Türkiye'nin önde gelen bir başka dilbilimcisinin,
Fatma Erkman'ın annesidir. Sevgi ve saygıyla anıyorum.
===================================================================
[1.1.2009 tarihli Radikal]
Bir anahtar kitap
Şimdi ilk kez olmayarak bir cahil cesareti gösterip, bir yazarın okuduğum tek kitabından söz edeceğim. Bu anlamdaki "cahil cesareti" sözü Jale Parla'ya ait: Geçenlerde bir sempozyumda, yedi kitabı olan bir yazarın yalnızca üç kitabını okumuş olarak bildiri sunduğu için kendi kendisine yöneltti Parla bu sözü. Bence bunu şöyle çevirebiliriz: Okumalarınız ve yazmalarınız, yorumlarınız, birbirini hak edecek düzeyde olmalı. Parla'nın sunumunun böyle olduğunu söylemek fazla olur; onun sözünü daha çok bir uyarı olarak kabul etmeliyiz.
Ben de tek kitabın çizdiği haddi aşmamaya çalışarak, Yıldız Ramazanoğlu'nun son kitabı "Zilha Günü"nden söz edeceğim. Bence bir anahtar kitap bu. Her gün türlü biçimlerde karşımıza çıkan bir düşünsel sorunumuzla o kadar yakından ilintili ki, bir an önce sözünü etmek istedim. Anahtar nitelemesi, bu anlamda.
"Zilha Günü" bir kadın kitabı: Ramazanoğlu'nun, tümünün de hem anlatıcısı, hem izleği kadın olan, içeriden yazılmış altı öyküsünü içeriyor. Kitabın adı aynı zamanda sonuncu öykünün adı.
Anahtar kitap dememin en belirtik nedeni ise ilk öykü. Bu öyküde, küçük bir Anadolu kentinde yaşayan bir genç kadın, pekâlâ birlikte oturmaya devam edebileceği annesini orada bırakarak, hatta onu ikna etme başarısını da göstererek, bir başına yaşamak üzere büyük kente taşınıyor. Öykü birinci kişinin ağzından anlatılıyor ve "Babamın ölümüyle birlikte" diye başlıyor.
Tipik bir modernleşme öyküsü değil mi bu? Dünyanın neresinde olursanız olun, modern nedir bilenler, evet diye yanıt vereceklerdir bu soruyu yönelttiğinizde, tipik bir modern zamanlar öyküsü.
Bir yazı dersinde öğrencilerden yukarıdaki bir cümlelik özet etrafında bir öykü yazmaları istense neler yazarlar acaba? Herhalde epey ilginç ve verimli olurlar. Ama bu verimler içinde, başkişisi dindar olanının çıkması olasılığı sıfıra yakındır sanıyorum. En azından, çok geniş bir kesim için sıfıra çok yakındır. İmgelemimizde, yalnız yaşamayı seçen genç kadın motifi her şeyden önce batılı bir motiftir. Tıpkı batıdaki gibi, dinle, geçmişle ve geleneklerle ilişkisi belirli sınırlara çekilmiştir bu genç kadının. Yaşam kültürünün diğer bileşenleri açısından ise katışıksız bir batılıdır, öyle düşünürüz.
Öykünün adı da başlı başına bir işaret gibi duruyor bu arada: "Gece Kuşu". Öğrencilere ipucu olarak yukarıdaki özet cümlesinin yanı sıra bir de bu adı belirtirseniz, neler döşenirler kimbilir. Sizin gözünüze girmek için, ya da gerçekten öyle düşündükleri için, yazdıklarını ahlak dersleriyle donatanlar da çıkar.
Gerçekte modern zamanlar öyküsü olan, yalnızca "Gece Kuşu" değil; kitaptaki tüm öyküler öyle. Kadın olmanın yanı sıra, modern olmak açısından da içeriden yazılmış. Modern zamanlar, birer birey olarak kadınların yaşamını nasıl etkiliyor? Her birini ve nasıl? Kadınlar bu anaforda neyi ne kadar biçimlendirebiliyor? Biçimlendirmenin sınırları neler?
Bu öyküler bu tür soruları sormuyor, sorduruyor. Kabalaşmaktan, herhangi bir keskinliğe ya da katılığa düşmekten kaçarcasına yazılmış çok iyi öyküler bunlar.
"Çalıkuşu"nun Feride'si büyük kentten taşraya gidiyordu, Ramazanoğlu'nun öyküsündeki genç kadın ise taşradan büyük kente geliyor. İkisi de yalnız yaşamaya gidiyor.
Her gün türlü biçimlerde karşımıza çıkan bir düşünsel sorunumuzla ilintisi ne peki bütün bunların? Bunu, "Zilha Günü"nü okuyanlar anlayacaktır. Ufkum genişlerse diye ödü patlayanlar dışında elbette.
===================================================================
Ayıp
===================================================================
TRT1, 24.12.2008'de yayımlanan “Şahların Labirenti” programında Maraş katliamının bir numaralı sanığı Ökkeş Kenger'i (Şendiller) konuşturmuş. Ökkeş Kenger o programda katliamın suçunu Hrant Dink ve arkadaşlarına yüklemeye yeltenmiş.
Tepkiler üzerine olmalı, programın internet sitesinden sessiz sedasız kaldırılmış o bölüm. Yetkililer açığa çıkan her ırkçılıklarını sessizce geçiştirmeye fazla alıştılar. Yurttaşlara açıklama borçlu olduklarını, böyle durumlarda sessiz kalmak diye bir hakları bulunmadığını fazla unuttular. Yanlışı kabul etmenin katkılarından ne kendilerini yoksun bırakmaya hakları var ayrıca, ne de kurumlarını. Açıklama ve özür bekliyoruz.
---
İran Azerbaycanlısı, kadın hakları savunucusu gazeteci Şehnaz Gulami'nin Tebriz'de yeniden tutuklandığı, kimseyle görüştürülmediği ve açlık grevine başladığı haberi, Radikal ve Birgün dışındaki gazetelerde yer bulamadı. Şehnaz Gulami, hepsi düşünce suçundan olmak üzere daha önce de birkaç kez tutuklanmış. Eşini yitirmiş olan Gulami'nin cezaevinde en kötü koşullarda tutulduğu ve 9 yaşındaki kızı Aynaz Hüsna'nın, hasta babaannesiyle kaldığı bildiriliyor.
İran yetkililerine ve Ahmedinecad'a çeşitli vesilelerle epey mektup gittiğini biliyorum. Bu vesileyle de gidiyor. İran'da kadın düşmanlığında azalma yok.
===================================================================
===================================================================
Barış
===================================================================
Hepimiz yine Filistinliyiz. İsrail, gücün esiri olmuş, Gazze halkını bire kadar kırmak istercesine saldırıyor. Gazze'de çocuklar öldürülüyor, kadınlar ortalıkta yok, evlerde çocuk doğurmaktalar, savaşa yeni kurban yetiştirmek için.
Kimin bu korkunç horozlanma kültürü? Erkekliğin, fetihçiliğin. Kimin bu kanlı bayram? Silahçıların, azgınlaşmış kârların.
Saldırganlara her yerden lanet yağıyor. Acilen ateşkes istiyoruz. Filistin ile İsrail, kesintisiz konuşmalara başlasın. Tanısınlar artık resmen birbirlerini, tanımak amacıyla konuşmaya başlasınlar. İsrail işgal ettiği yerlerden çekilsin. İşgal dışı sınırlarıyla İsrail'i İran dahil tüm devletler tanısın.
Ve kimse "Kahrolsun İsrail" diye bağırmasın: Orada da barışçılar, barış için çalışanlar, ayrıca ülkenin yurttaşı olan Filistinliler var. Kahrolsun saldırganlar, diye bağıralım. Kan davası istemiyoruz! Barış istiyoruz! İki tarafta da barışçıları destekliyoruz.
===================================================================
[8.1.2009 tarihli Radikal.]
"Üç
Maymun"
Geçmişinde altından kalkamayacağı büyüklükte bir travma olan kişinin
sonraki yaşamı neye benzer?
Nuri Bilge Ceylan'ın "Üç Maymun" adlı filmindeki temel
sorunsal bu. Bu sorunsalı, üç kişi ve onların toplumsal konumları etrafında
kurcalıyor film. Geçmişteki büyük travmayla ağır yaralı olan ruhlar, ilkinin
yanında ufak çaplı kalan, ama başka bir filmde rahatlıkla ana travma olarak yer
bulabilecek ve pek çok sefer de bulmuş olan daha başka travmalara fazlasıyla
açık kalacak kadar edilgen ve kırılgandır. Belki büyük travmadan önce, onun
yolunu açmış "öncü" travmalar da olmuştur kişilerimizin yaşamında.
Filmde biz izleyicilere bu türden düşgücü egzersizleri yapmak için epey yer
ayrılmış ve bu, filmi büyük kılan özelliklerden biri.
"Üç Maymun" bize geçmişlerinde dört beş yaşlarında ölü bir
oğlan çocuğu bulunan üç kişinin yaşamlarından bir kesit gösteriyor. Bir aile
bu: Anne, baba ve ergen oğul. Korku filmlerini andıran çok kısa sanrılar
biçiminde görebildiğimiz küçük oğlan ise belli ki ailenin ikinci oğludur ve trajik
bir biçimde yitirilmiştir. Küçük oğulla ne olup bittiği gösterilmiyor bize;
yalnızca diğer üç kişinin, daha sonraki yaşantılarına tanık ediliyoruz.
Anne, baba ve ergen oğul; Hacer, Eyüp ve İsmail. Hacer bir sanayi kölesi
ve kutsal kitaplardaki gibi İsmail'in annesi. Ama filmdeki koca, kutsal
kitaplardaki İbrahim'in yerine, Eyüp adını taşıyor. Hacer (/ hacer) oluşun,
İsmail oluşun ve Eyüp oluşun farklı ve çatışmalı görünümleriyle karşı
karşıyayız. Başka bir deyişle film arketiplerin yolundan gidiyor ama, bütün hat
boyunca değil, kendi öyküsünün ihtiyaçlarına göre.
"Üç Maymun", büyük travma sonucu yaşanabilecekleri epey uç
noktalarına kadar götürüyor. Edilgenlik ve kırılganlık, had safhada; en ucuz
"ahlaksız teklif"lerin peşinden gidecek, hatta, belki de bir suçluluk
duygusuyla, kendini o ucuzlukla cezalandıracak kadar. Zaman zaman, erkekler
"erkeklik" ideolojisi doğrultusunda, kadın, dişi olmak doğrultusunda
olmak üzere, parlayıp hayata sarılacak gibi olmak, ama o kıvamda dikiş
tutturamayıp sönmek, yeniden aşağılara düşmek. Bir an gelip, her biri kendi
yaşına, cinsiyetine ve konumuna göre olmak üzere, aşağılanmanın peşinden bile
gitmek...
Bütün bunlar, hemen görülebilecek ölçülerde açık değil film boyunca;
hatta, kişilerimizin yaşadıklarının "dışardan görünüşü" denebilecek
mesafeye çok yakın bir mesafeden anlatılıyor. Öyle ki, aradaki incecik farkı
gözden kaçırıp görünüşe aldanmak işten bile değil. Hacer'in ruhen olmaktan çok
ahlaken sıfırın altında gezdiği algısı öne çıkabilir örneğin, görünüşe aldanan
bakışa göre.
Yönetmen ve/ ya da senarist, "Üç Maymun" için, büyük travmanın
etkilerini en net çizgileriyle göstermeye elverir bir toplumsal çerçeve aramış
ve bunun en uç noktalarıyla çizilebileceği bir zemini sağlayacak sınıfsal
konumu bulmuş sanki: Parayla satılamazlığın ve sadakatin en önemli olduğu
konumlardan biri. Öyle ki, üçünün ayrı ayrı, para karşılığı teslim oluverdiği o
belirleyici ve gösterge niteliğindeki ânlar, şoför Eyüp'ün sabıkaya, Hacer'in
yatağa girmeye rıza gösterdiği, İsmail'in öfkesinin söndüğü, üçünün de yerlerde
sürünürcesine üç maymunları oynadıkları o ânlar, bir yapaylık duygusuna
kapılmamıza yetecek ölçüde, tam o ölçüde saçmalık içeriyor. Film kişileri,
karşımıza geçmiş, kendilerine konduramayacağımız işler yapıyor ve bizi
gerçekten de sürekli olarak rahatsız ediyorlar. İtiyorlar düpedüz. Yoksa
çekmeleri mi gerekiyordu?
===================================================================
LGBTT
===================================================================
Kız Şaban, Memet Abla
Yılın bitimine iki gün kala gazeteler "Diyarbakır'ın Kız
Şaban'ı"nın, yakını Ali Yavuz'la birlikte öldürüldüğü haberini verdi. Kız
Şaban, Memet Abla.
Ayşe Kilimci'nin "Yıldızları dinle..." adlı öyküsü
"Memet Ablamı öldürdüler" diye başlar, bir yadırgıyla okunur ve
zihnimizde vazgeçilmez bir yer edinen o sayılı öykülerin arasına yerleşir
("Mucize Var mıdır Memet Abla?" adlı kitabı).
Ayşe Kilimci'nin çok konuşan edebiyatı, aynı zamanda çok kişinin,
bu arada çocukların, daha çok da Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu
dolaylarındaki çocukların anlatıcı olduğu bir edebiyattır. Kilimci onların
dilini çok iyi konuşur ve "çocuktan al haberi" sözünün hakkını
vermeyi görev edinmişçesine konuşturur onları. Bir doz popüler hayat felsefesi,
bir doz melodram, bir doz da eğitsellik katar anlatılarına ama, bunlar var diye
terk edemeyeceğimiz, tersine belki bir kanaldan daha çok ortaklaşabileceğimiz
kadar etraflı ve zengin, Kürtlük dahil, hayatın arka bahçelerinden herkesten
önce söz eden bir kavrayış sunar.
Şimdi meraktayım: Kız Şaban, Memet Abla öyküsünden haberdar mıydı?
=========================================================================
===================================================================
Barış
===================================================================
Vicdani retçiler
Farklı siyasal eğilimlerden Yahudi
ve Arap kadınların savaş karşıtı ortak bildirileri yayımlanıyor. Siyahlı
Kadınlar ve çok sayıda İsrailli barış yanlısı kadın Filistin halkının yanında.
Bence gerçek bir barış için umut varsa ancak bu sayede var: İhanetle suçlanmak
pahasına verilen mücadeleler sayesinde.
Bu arada "şministim"ler,
İsrailli vicdani retçiler; orduya katılmayı ve şiddet kullanmayı reddeden,
işgale karşı çıkmayı sorumluluk sayan İsrailli gençler. Ailelerinden,
çevrelerinden ve devletten gelen tahmin edilebilecek baskılara karşı
direndikleri için cezaevine atılmışlar. Seslerinin duyurulmasını İsrail
barışçılarına borçluyuz. İsrail Savunma Bakanlığı'na yüz binlerce kart
gönderilip yalnız olmadığımız belirtilse gibi dileklerde bulunuyorlar.
Özellikle de bugünlerde katılınmayacak gibi değil "şministim"lerin bu
dilekleri. 18 Aralık'ta on binlerce mektup gitmiş zaten... Ek bilgi ve imza
kampanyası için:
===================================================================
[15.1.2009
tarihli Radikal.]
"Galatât
Sözlükleri"
'Galat',
Arapça kökenli, Osmanlıca bir sözcük. 'Yanlış' anlamına geliyor, daha çok da,
'dil yanlışı'. "Galatât", 'galat'ın çoğulu.
Terim,
Osmanlıca döneminde daha çok başka dillerden gelip "biçim ve anlam
yönünden değişikliğe uğrayan" sözcük ve yapılar için kullanılmış. Öyle
anlaşılıyor ki galatât listeleri çıkarmak, yani 'dil yanlışları'yla uğraşmak,
XIX. yy Osmanlı okuryazarlarının da gözde uğraşlarındandır.
"Galatât
Sözlükleri", Zuhal Kültüral'ın yeni kitabı. Simurg Yayınları'ndan çıktı.
Kültüral, erişebildiği galatât sözlüklerini incelemiş, bunların dökümünü ve
değerlendirmesini yaptıktan sonra bir tür sentez yoluna giderek, tümünü
kapsayan, toplu bir galatât sözlüğü hazırlamış. Sözlüğe eklediği dizin
sayesinde, maddebaşı olmayan bazı Osmanlıca sözcükleri de maddelerde bulmamızı
kolaylaştırmış.
Kültüral'ın
kaynakçası, Ömer Asım Aksoy'un, ilk baskısı 1980 tarihini taşıyan "Dil
Yanlışları"na kadar geliyor ve en son onu kapsıyor. 1990'lı yılların
sonlarına doğru Feyza Hepçilingirler, Şiar Yalçın, Yusuf Çotuksöken gibi
dilcilerin kitaplarıyla başlayan son dönemde yayımlanan ve sayıları artık
onlarca denebilecek kadar artmış olan dil yanlışı kitaplarını kapsamıyor.
'Galat' kavramında 'doğru'nun kaynağı olarak,
sözcüğün geldiği dildeki kullanımının esas alındığı düşünülecek olursa, bu
bağlamdaki yazarlara Şiar Yalçın'ı da eklemek yerinde olabilirdi: O da tıpkı
Ömer Asım Aksoy gibi hem kaynak dili esas almış, hem de çalışmasında Osmanlıca
sözcük ve yapılara da yer vermiştir.
Daha
sonraki kuşakların önde gelen yazarları, 'doğru'nun ne olduğu konusunda kesin
hükümler verme geleneğini sürdürseler de, sözcüğün Türkçede aldığı biçimi esas
kabul etmeleri açısından gelenekten ayrılıp günümüz dilbilimine yaklaştılar.
Galatât
ve dil yanlışı yazarlarının verdiği hükümlerden pek çoğunun zaman tarafından
acımasızca geçersiz kılınması herhalde kaçınılmazdır. Ömer Asım Aksoy'un
kitabında "yanlış" olarak gösterilen, ama günümüz Türkçesinde çoktan
sözlüklere girmiş olan sözcüklere daha önce de değinmiştim: seçenek, neden
olmak, başvuruda bulunmak, sıradanlaşmak, peşinen, bertaraf etmek, vb.
"Galatât Sözlükleri"nde de çok var bu tür "yanlış"ken
doğruya dönüşen (eski adlandırmayla, "galat"ken
"galatımeşhur" olan) sözcük ve eklerden: peşinat, gidişat, ahbaplar,
akraba, akrabalar, akranlar, evlatlar, talebeler... Ancak, "Galatât Sözlükleri"nin kökenbilim
açısından ne kadar değerli kaynaklar olduğuna da dikkat edilmeli.
Kültüral'ın
çalışması, hem dilin hem de dile bakışın zaman içerisinde geçirdiği
değişimlerin görülebilmesi açısından her okur için önemli ve yer yer eğlenceli
olabilen bir kaynak. Dil yanlışı yazarlarının ve meraklılarının bu kitaptaki
açıklamalardan, özellikle XXXVI. sayfadan çok yararlanacaklarını sanıyorum.
===================================================================
İroni
Osmaniyeli
emekli işçi Ahmet Erat, 79 yaşında askere çağrılmış. Askerliğini yıllar önce,
1951-1953 arası Sivas’ta yapmış olduğu halde.
İroni,
bu yurttaşımızın, eskiden "Arat" olan soyadını 1980 yılında
"Erat" olarak değiştirmiş olmasında. "Erat", 'er'in çoğulu.
Bir yurttaştan iki er çıkarmak istiyor olabilir mi askerlik şubesi?
===================================================================
===================================================================
Televizyon
===================================================================
Ülke TV'de "Meksika Sınırı" adlı bir program var. Kablolu TV'de izlenebilen programlar içinde en ilginçlerinden biri.
Programda, 1970'li yıllarda doğmuş üç entelektüel, Tarık Tufan, Selahattin Yusuf ve İsmail Kılıçarslan, bir hayli de eğlenerek, güncel olan ve olmayan çeşitli konularda, her zaman belirtilmiş bir hedefleri olmaksızın konuşuyor ve modern kuşkuculuğa çok yakın bir kuşkuculuğun ülkemizde eşine az rastlanır örneklerini veriyorlar. Kuşkuculuklarının sınırlarını olabilecek en uzak çizgiden geçirmeye çalıştıkları çok açık. Belki de "Meksika sınırı" adını, o sınır dünyanın öbür ucunda olduğu için seçmişlerdir. Çok geçişli bir sınır olduğu için de olabilir.
Her durumda öyle görünüyor ki üçlünün düşünsel sınırı, dinsel inancın belirli uğraklarından geçmektedir. "Efendimiz" ("İmam Ali Efendimiz", Tarık Tufan) gibi inanç sözcüklerini kullanmasalar, İslamcı sıfatı aklınızdan bile geçmeyecek, daha çok, nihilizme çok yakın modernlerle karşı karşıyayız diye düşüneceksiniz. (Aynı kuşaktan, benzer nitelikler taşıyan diğer entelektüelleri de düşünerek, başlı başına bir olgu bu, demeden geçmeyeyim.)
"Meksika Sınırı"nı konuklar da etkiliyor olabilir. Sözgelimi yılbaşı gecesi, İsrail'in saldırıları bütün gece konuşulabilecek kadar yeni ve yoğundu, "Meksika Sınırı"nın üçlü kadrosu da Radikal yazarı Ceyda Karan ile birlikte Filistin sorununu esaslı bir sorgulamayla konuşuyordu.
Karan gidince konuk olarak Süleyman Çobanoğlu geldi. Onunla olan konuşma, uzunca bir şiirinin okunmasıyla başladı. Son dizelerinde "gâvur" sözcüğü geçen bir şiir. Şiir bitince doğan kısa sessizlik, sözcüğün kültürel yansımalarını konuşsak mı, sorusu ve ikircimi biçiminde yankılandı benim zihnimde. Ama hayır, konuşulmadı. Yeni yılın ilk dakikalarına dikkat çeken de olmadı. Tabu mu, tabukıranlık mı diye, verimli bir kararsızlıkla düşünürken buldum kendimi.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
12. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali, 7-14 Mayıs 2009'da Ankara’da. Bu yılki izlek, "80'ler". Festival çalışanları, konuyla ilgili film gösterimlerinin ve söyleşilerin yanı sıra, "12 Eylül'de..." başlığını taşıyan ve yalnızca kadınların mektuplarına açık olacak bir mektup sergisi düzenleyeceklerini, 1 Nisan 2009 tarihine kadar gönderilecek mektupların bir jüri tarafından değerlendirileceğini bildiriyorlar. Ayrıntılar için:
===================================================================
[22.1.2009 tarihli Radikal]
Neyin egemenliği?
Başbakan antisemitizm konusunda uyarıda bulundu ama, Silifke Milli Eğitim Müdürlüğü'nün internet sitesine kadar girebilen o manzumeye, aynı bakanlığın 15 milyon küçük öğrenciyi İsrail devletinin vahşetiyle dolaysızca yüz yüze getirmesinin ruhbilimsel sakıncalarına ve Hitler'i haklı bulan göstericilere değinmedi. Gazze olgusunu ise daha çok dinsel bir vurguyla anmayı yeğledi. Oy kaygısı mı?
Oy
kaygısı olabilir ama, bilinç yetersizliği ve hazırlıksızlık da var. Bunu
söyleyebiliyorum, çünkü Başbakan'ın da pek çok yurttaş gibi 'ayrımcılık'
kavramını yeterince tanımadığını örnekleriyle görmüş durumdayız. 17.12.2008
tarihli gazetelerde, Erdoğan'ın DTP’lileri eleştirirken şöyle dediğini
okumuştuk örneğin:
"Yaptığınız
toplantılarda farklı bayrakları getirip de bu ülkeye ayrımcılık tohumları
ekenler kendilerini çek etmesi lazım."
Alıntı doğruysa Türkçesi berbat. Ama daha
vahimi, Başbakan'ın, "ayrılıkçılık tohumları" yerine "ayrımcılık
tohumları" demesi. Ayrım denince akla 'ayrılık' değil eşitsizlik
gelmelidir ama, gelmiyor işte. Neden? İki açıklama bulabiliyorum:
Birincisi
ve daha genel olanı, sözlü kültüre bağımlılıktır. Az okuyup çok konuşmak da
denebilir. Böyle durumlarda, yabancısı olduğunuz ve aslında yeterince
önemsemediğiniz kavramları, özellikle de "ayrımcılık" ve
"ayrılıkçılık" gibi aralarında ses benzerliği olanları birbirine
karıştırmanız işten bile değildir.
Ama tek suçlu ses benzerliği mi? Irkçılığın son günlerde kendine hâllerden hâl beğenmesini yalnızca sözlü kültüre bağlayamayız. Yukarıda dediğim gibi, bilinç yetmezliği var. Irkçılığın kısasa kısasçı hâlini mi istersiniz, DNA'cı hâlini mi, hepsi bir bir ortaya dökülüyorsa, kendini kanda arayanlar, keskinliği küfürde bulanlar, demagojinin kolaycılığına kapılanlar artıyorsa, bir hazımsızlık ve hazırlıksızlıkla karşı karşıyayız demektir.
Bunlar yalnızca bütün siyasal kültürünü 'ağabey'lerinden edinen lümpenler arasında değil, okuryazar bilinenler arasında da olup bitiyor. Özür dileyenlere küfretmek için fırsat kollayanların, antisemitizmi 19. yüzyılda kalmış bir siyasal hareket sananların bir bölümü, okumuş kişi olarak biliniyor.
Ne yapmalı?
En azından, kısasa kısasın ilkel bir hukuk ilkesi, antisemitizmin ve Apartheid'in de özgül ırkçılık türleri olduğu gibi bilgiler, okullarda öğretilmeli, bol örnekle birlikte. Örnekler en çok bizim buralardan olmalı.
Günümüzün ABD toplumu belki bir film boyunca beş kez reklam göstermenin mucidi en çiğ ve saldırgan paragözlerin toplumu olmayı sürdürüyor ama, oradaki ırkçılık artık Avrupa'daki kadar rafine ve neredeyse zekâ özrüne bağlanıp yalıtılmış durumda. Prenses Diana'nın oğlu bir ağız sürçmesiyle "Paki" deyiverdiyse, pürtelaş özür dileniyor. Oralarda kafatasçılık, en fenasını yaşadıklarından olmalı, bizde aldığı biçimiyle DNA'cılık kılığında bile dolaşamıyor ortalıkta. Irkçılığın deşifre edilmemiş pek az kılığı kaldı.
Kimin sayesinde? Uyanan eski kurbanların, Asyalı ve Afrikalı okuryazarların ve onlara omuz verenlerin sayesinde. Biz ise, hem emperyal olduğunu bilmeyen emperyalleriz, hem de sömürgeli olduğunu bilmeyen sömürgeliler. İkisinin aynı zihinde birleşebildiğini anlamayan diyalektikçiler.
===================================================================
Dergiler
===================================================================
Güzelim Virgül dergisi, kriz nedeniyle... Hayır, kapanmıyor ama, aylıkken iki aylık oluyor. Abone olmadığım için utandım.
Yeri gelmişken, dergilere abonelik konusunda bir dileğimi yazayım. Abonelik bilgileri ya hiç verilmiyor, ya yalnızca posta çeki numarası veriliyor, ya da banka numarası verilse bile, şube kodu bildirilmeyip şubenin adıyla yetinildiği için ATM kartımızla para yollayamıyoruz. Kullanışsız durumlar! Lütfen en az iki banka için şube kodu ve hesap numarası dahil abonelik bilgilerini doğru dürüst verin. Yayımlanma sıklığınız düştüğünde ya da kapandığınızda çektiğimiz vicdan azabı azalsın biraz.
===================================================================
===================================================================
Kitap
===================================================================
Şeyhmus Diken'in Mehmed Uzun kitabı çıktı (Lîs Yay.). Kitabın tam adı: "Zevalsiz Ömrün Sürgünü: Mehmed Uzun". Yaşar Kemal'in ve Emrullah Cin'in sunuş yazılarıyla başlayan kitapta Uzun'un hastalık dönemini kapsayan son bir bir buçuk yıl, canlı bir dil ve zengin ayrıntılarla anlatılıyor.
Uzun'un romanları gibi, hastalık dönemi dahil yaşamı da zamanın yoğunlaştırılmış hali diye tanımlanabilir.
560 küsur sayfalık bir kitapta tek tük maddi hata olması herhalde kaçınılmazdır. Benmerkezcilik bu ya, benimle ilgili olan çarptı gözüme: Bilgi Üniversitesi'ndeki Mehmed Uzun Konferansı'na sunulan bildiriler kitaba alınırken benim o konferansa sunduğum bildiri değil, W dergisinde yayımlanmış olan başka bir Mehmed Uzun yazım alınmış. Bunlar sonraki baskılarda düzelir. Önemli olan, tarihin işini kolaylaştıran emekler esirgenmeyerek çok değerli bir kaynağın gerçekleştirilmiş olması.
Neler neler olmuyor ki o zor on beş ay içinde! Yaşar Kemal, pek çok açıdan tarihsel önem taşıyan sunuş yazısında "İnadına okurdu" diyor ya Mehmed Uzun için, çok haklı. Mıgırdiç Margosyan "Tespih Taneleri"ni imzalayıp verdiğinde, Mehmed Uzun hastalığına rağmen okumaya koyuluyor ve keşfediyor ki eşi Zozan'ın babasının köyü, Margosyan'ın o zamanlar küçük bir çocuk olan babasını "Kafle"den kurtarıp sahiplenen köydür, sahiplenenler ise Zozan'ın dedeleri! Şeyhmus Diken'e söylüyor hemen, Margosyan'a haber vermesi için...
Kitap, pek çok olgunun kayda geçirilmesi açısından gerçekten bir tür tarih çalışması niteliğinde. Okura mektup gibi yazılmış bir güncel tarih.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
===================================================================
MSF (Sınırsız Doktorlar) üyelerinin Gazze'ye gidebilmek için uğraştıkları bildiriliyor. Cerrahlar ve anestezistler başta olmak üzere, gönüllü olabilecek hekimlere duyurulur. Ayrıntılar için:
===================================================================
[29.1.2009 tarihli Radikal]
Puçizm
Oyun eski: Cumhuriyet döneminde üç buçuk kez 'başarı'yla oynandı. Daha öncesini, güce dayalı bir mantığın egemen olduğu dönemlere aittir diye bir yana bırakıp yalnızca son elli yıla baktığımızda bile, benzer yapıdaki başka ülkelerde de sık sık sahnelenmiş olduğunu görüyoruz.
Yakın zamanlara kadar dünya siyasal literatüründe bu durumu anlatmak için "puçizm" diye bir terim dolaşıp dururdu. Puçizm ("putschism"), militarizmin darbeci çeşitlemesi demek. Son yıllarda olguyla birlikte terime de seyrek rastlanır oldu.
Oyun eski, taraflar da eski: Bir yanda puçistler, diğer yanda darbe tehdidi altında yaşayanlar. Bu ikinci kesim, gün geliyor, canını dişine takıp, demokratik mücadele yolunu tutuyor.
İlginçtir, bir dönem ikinci tarafta, yani darbe kurbanları arasında bulunmuş olmak, öznel açıdan ya da sonradan birinci tarafta olmayı engellemiyor. Ergenekon olgusu dolayısıyla son yıllarda bizim buralarda hiç darbe tehdidi sezilmemiş gibi yapanların bir bölümü eski darbe kurbanları. Darbecisiyle özdeşleşen özdeşleşene... Derece derece.
Bunda "ne pahasına olursa olsun" mantığının da rolü olduğunu sanıyorum. Puçizmin ideolojik bileşenlerinden biri bu mantık. İki dünya savaşı arası dönemin ve İkinci Dünya Savaşı'nın dersleri sayesinde, "ne pahasına olursa olsun" mantığı da en uzak sınırlarına kadar geriletilebilmişti: "Hukuk devleti" kavramının alan kazandığı süreç.
"Vatan söz konusu olduğunda gerisi teferrattır" sözü tam tamına "ne pahasına olursa olsun" mantığına dayalıydı örneğin. "İç" ya da "dış", hiçbir tehdit karşısında sınır tanımayan bir militarizme işaretti.
İslamcılık ve Kürt sorunu gibi zorlayıcı sorunlar puçist mantıkta tabandan gelen insani talepler doğrultusunda değil, tepeden bakan iç ve dış iktidar kavgaları doğrultusunda ele alınıyor. Üç buçuk darbenin tümünde de aynı mantık geçerliydi.
Ergenekon'da bildiğimiz darbecilerin tümü yargılanmıyor. Bir bölümünün adı bile geçmiyor. Sanık listelerinin sınırlanması yönündeki büyük baskıyı hepimiz hissediyoruz. Darbecilerden çok, darbecilik yargılanıyor denebilir.
Darbecilerin daha önce de yargılandıkları olmuştu ve Talat Aydemir idam edilmişti. Darbecilik ise hiç yargılanmamıştı. Ergenekon'un asıl önemi de böyle bir başlangıcı içermesinde yatıyor.
Son günlerde 'ordu göreve' fikri açıktan savunulmaz oldu. Tıpkı ırkçılık ve savaş kışkırtıcılığı gibi, puçizm de daha dolaylı bir tavra sığınmış durumda: Dava sürecinde yalnızca kurunun yanında yaş da yanıyor açıklaması yapmak vb.
27 Ocak Salı günü, "70 milyon adım" hareketinin Ergenekon konulu bir toplantısı vardı. Orada, 'hukuk dışı devlet' olarak Ergenekon'un, yürürlükteki davayı aşan, pek çok faili meçhul cinayete ve Kürt sorununa uzanan bir dava konusu olduğu ve meydanı AKP'ye bırakmak istemiyorsak, demokratları esaslı bir hukuk mücadelesinin beklediği dile getirildi. Davaya bu yönde destek vermek için 31 Ocak Cumartesi günü saat 16.00'da İstanbul Beyoğlu Tünel'de basın toplantısı yapılacak.
Yaşamsal çağrılar bunlar...
===================================================================
Ayıp
===================================================================
Meclis Başkanı Köksal Toptan da "Ermeni kardeşlerimizden özür" metninde bir "soykırım" sözcüğü görmekte ısrar eden tuhaf okuryazarlar kervanına katıldı. Oysa o iki cümlelik metinde "soykırım" sözcüğü yok.
Ermenistan'da, 1915 olayları için "Büyük Felaket" sözünün Ermenice karşılığı kullanılıyor ve 1915 olayları soykırım sayılıyor diye Türkiye'de ve Türkçede de "Büyük Felaket = Soykırım" eşitliğini kurmak şart mı? Böyle bir yorumun nedeni ne olabilir?
Köksal Toptan için bulabildiğim açıklama şu: Devlet mensupları da çoğu yurttaş gibi 1915 tarihi ile 'Ermeni' sözcüğünün olumlu bir cümlede bir araya gelmesine alışkın değiller.
Başka bazı kişiler için düşünülebilecek bir neden de, başkalarına 'hain' demek fırsatı yaratarak kendilerini vatanseverlikte öne çıkarma arzusu olabilir.
Her neyse. Yukarıdaki "Ayıp" başlığını asıl Radikal'de yazan birine değinmek için kullandım: Hasan Celal Güzel.
Bu yazar, küfürün bini bir para, ad verme cesaretini de göstermeden, yazıp duruyor. Ettiği küfürler elbette her kem söz gibi sahibine aittir; ağzını toplarsa kendine iyilik eder. Beni ilgilendiren asıl nokta şu:
Hasan Celal Güzel, belki de küfrüne temel yaratmak ihtiyacıyla, özür metninde bir "soykırım" sözcüğü görmekte ısrar etmesinin yanı sıra, imzacılar için "dışarıdan yönlendirilen (...) kendi milletine ihanetle diyasporanın âmâline hizmet eden... aydınlar", diyor (25 Ocak tarihli yazısı). Bir yandan bu ihanet suçlamalarında bulunurken, bir yandan da suçladığı özür imzacılarından ben dahil bir bölümüyle aynı gazetede yazmayı sürdürüyor.
Kişisel olarak, aynı gazetede yazdığım kimselerden birinin bile yurduma ihanet ettiği fikrine kapılsam, yapacağım ilk iş o gazetede yazmaya derhal son vermek olurdu.
Bu her şeyden önce bir onur meselesidir. ===================================================================
===================================================================
Teknolojinin azizlikleri
===================================================================
Bilişim teknolojisi gazete yazılarında bazı tatsızlıklara yol açabiliyor. Arada bir karşılaştığımız tuhaf Ö'lerle O'lar gibi.
Geçen hafta Şeyhmus Diken'in yeni çıkan Mehmed Uzun kitabından söz ettiğim bölümde, "Lîs Yayınları"nın adı "Lo Yay." biçimini almıştı. Bunun tek açıklaması, yazı gazetenin bilgisayarına aktarılırken, makinenin "Lîs"teki î'yi Ö ya da "O"ya dönüştürmesi olabilir. Lîs yayıncıları sitemlerinde çok haklılar; onlardan ve okurlardan özür dilerim.
Gazete yazıları dışarıdan gelip aktarılırken hecelerinin de dağılabildiği söylenmişti bana. Düzeltmenler o sıkışıklıkta dağılan hecelerle ekleri de toparlamak zorunda kalıyor vb.
Yeri gelmişken, bilgisayarlarımızda yüklü olan ve biz yazdıkça imla hatalarını düzelttiği varsayılan programlara da değinmeliyim. Bu programlar kişisel bilgisayarda "Araçlar" seçeneğindeki "Yazım ve dilbilgisi" işlevini sağlıyor. Yazılara istemediğim biçimler veren bu işlevi hemen iptal ediyorum ben. Bu yüzden fark etmemişim: Meğer adım da o programın kurbanlarındanmış. Siz "Necmiye" yazdıkça "Nemciye" diye sözüm ona düzeltiliyormuş. Adaşlarıma duyurulur. Böyle durmadan "düzeltilen" başka adlar da var mı, bilmiyorum.
===================================================================
[5.2.2009 tarihli Radikal]
İslamcılık ve insani talepler
İslamcılık ve Kürt sorunu gibi zorlayıcı sorunlar puçist mantıkta tabandan gelen insani talepler doğrultusunda değil, tepeden bakan iç ve dış iktidar kavgaları doğrultusunda ele alınıyor. Üç buçuk darbenin tümünde de aynı mantık geçerliydi.
Bir önceki yazıda böyle diyordum. İslamcılık ile tabandan gelen insani talepleri ilişkilendirme meselesini açmamı isteyen okurlar oldu. Bir bölümü suçlayıcı tonda olmak üzere.
Suçlayanlar, esas olarak İslamcılık kavramını şeriat (ve herhalde dinsel şiddet) ile özdeşleştiriyor ve bu nedenle olmalı, üniversitelerde türban özgürlüğü tanınırsa "sıra hangi haklara gelecek" gibi kaygılar ileri sürüyor.
Bu düşünme tarzı, Kürt sorununu terörle özdeşleştirmeye benziyor: Sözgelimi, Kürtçe eğitim hakkını "sıra hangi haklara gelecek" kaygısıyla gündeme almamak böyle bir şey. Kürt sorunuyla ilgili olarak epey yol alındı yine de; o sorunda, "tabandan gelen insani talepler derken kastınız ne" gibi sorular pek sorulmaz oldu, şoktan çıkıldı, mesele az çok anlaşıldı, devletin ve devlet benzeri yapıların uyguladığı "ne pahasına olursa olsun"cu terör ile, tabandan gelen talepler birbirinden ayırt edilmeye başlandı, yani ilkokula başlayabildik. Öyle görünüyor ki İslamcılık sorununda da benzer bir sürece ihtiyaç var.
İslamcılık konusunda da sorun daha adlandırma aşamasında kendini gösteriyor. "İslamcı" sıfatından kasıt, 'İslami olanı esas alan'dır. Kavram genellikle böyle anlaşılıyor. Ama bu anlamda "İslamcı" diyebileceğimiz kimseler arasında, bu sıfatı ikircimsiz bir biçimde üstlenenler bulunduğu gibi, bunu bir tür yafta, batının Müslümanları rahatça düşmanlaştırmak için başvurduğu bir kurnazlık olarak görenler de oluyor. Böyle düşünenler kendilerini yalnızca "Müslüman" sıfatıyla nitelendirmekten yana.
Müslüman sıfatı bu alandaki bütün anlatım ihtiyaçlarımızı karşılasaydı, bunda bir sorun da olmazdı elbette. Gelgelelim, Müslümandan Müslümana pek çok açıdan önemli farklar görülebiliyor; dolayısıyla, bunların dile getirilebilmesi için çeşitli sıfatlara ihtiyaç duyuluyor; 'İslamcı' sıfatı da bunlardan biri.
Günümüz okuryazarlarına biraz dikkatle bakıldığında görülebileceği üzere İslamcılık, tıpkı 'solculuk' ve 'sağcılık' gibi, hayli geniş kapsamlı bir eğilimin adı. Biraz abartarak, ne kadar İslamcı varsa o kadar İslamcılık türü var bile diyebiliriz. Tıpkı solculukta ve sağcılıktaki gibi. Kendini rahatlıkla "İslamcı" diye niteleyen bazı okuryazarlar, gerek göndermeleri, gerekse düşüncelerinin ve edimlerinin içeriği açısından, liberalizme, sosyalizme, feminizme, hatta anarşizme yakın olabiliyor. Neredeyse yalnızca ateizm ve materyalizm istisnasıyla!
İslami inanç da bastırılan her şey gibi geri dönüyor ve içerisinden önemli bir kesim çıkıp, diğer düşünsel akımlara ait sorgulamalar ile bulunmuş açıklamaları bir bir elden geçiriyor. İslamiyet yeni değil, ama içeriden modernleşmeye çalışan İslamiyet türü yeni. Modern yaşama, inancın bütün öğelerini taşıyarak ve ikincilleştirilmeyi reddederek dahil olma talebidir bu; tabandan gelen insani bir taleptir.
===================================================================
Kitap
===================================================================
"Kürt Sorununda Çözüm Önerileri", haz. Hakan Tahmaz, Kalkedon Yay., Ocak 2009.
Hakan Tahmaz, Kürt sorunuyla yakından ilgilenen, barış aktivisti bir yazar. Daha önce, "Şemdinli'den Ankara'ya Kürt Sorunu" adlı çalışması yayımlanmıştı. "Kürt Sorununda Çözüm Önerileri"nde, 2008 odaklı bir güncel durum değerlendirmesi diyebileceğimiz Önsöz'ün ardından, Adalet Ağaoğlu'ndan Hatip Dicle'ye, Tayfun Mater'den Yıldız Ramazanoğlu'na kadar birbirinden farklı kesimlere mensup bir dizi barış yanlısı ve aktivistiyle yaptığı söyleşileri sunuyor Tahmaz. Çoğumuzun aklından geçen soruları soruyor.
Bir küçük eleştiri: Bir yayıncılık ilkesi olarak, bu tür gün gün değişen gerçekliklerle ilgili çalışmalarda, her konuşmanın tarihi ve varsa daha önce yayımlandığı yer belirtilmeli bence; süreci gerçekliğe en yakın biçimde vermek ve tarihçilerin işini kolaylaştırmak için.
===================================================================
===================================================================
İngilizceden gelenler
===================================================================
*
duygusal katsayı
İngilizceden gelen 'EQ (Emotional Quotient)' terimini Türkçeye "duygusal katsayı" diye çevirmek, terimler için vazgeçilmez bir özellik olan tekanlamlılığı zedeliyor. Öneri: "duygu katsayısı".
*
ortakgörü/ sağduyu
Elkitabı denebilecek ölçüde geniş kapsamlı, büyük emek ürünü, iyi bir sözlük olan "Felsefe Sözlüğü"nde (Bilim ve Sanat Yay.), 'sağduyu' yerine 'ortakgörü' dendiğini fark ettim ("ortakgörü felsefesi" vb). İngilizcesi ve Almancası 'common sense', Fransızcası 'sens commun' olan kavramın Türkçesi 'sağduyu'dur oysa; eski adıyla, 'aklıselim'.
Ahmet Cevizci'nin "Felsefe Terimleri Sözlüğü", bence yerinde olarak, "sağduyu felsefesi" diyor.
*
nepotizm/ kayırmacılık
Baş belalarımızdan birinin adı olan 'kayırmacılık' sözcüğü nedense ya "adam kayırmacılık" biçiminde çekilip uzatılır, ya da kullanılmayıp küpte saklanır. Sözlüklerde de yalnızca "kayırmak" fiili var, "kayırmacılık" unutulmuş. Bu nedenle olmalı, kavrama ihtiyaç duyanlar Türkçede karşılığı yok sanıp "nepotizm" demeye başladı.
*
pik, trend
"Bu pik, yani yüksek fiyat (...) düşüş trendinde..." Enerji Bakanı Hilmi Güler; petrol fiyatlarından söz ediyor (24.12.2008).
Yüksek fiyat diye açıkladığınıza göre, bu "pik"ten kastınız herhalde 'zirve' ya da 'tavan'dır sayın Bakan. Şimdi bunu "peak" diye mi yazmalıyız, yoksa "pik" diye mi?!
"Trend" sözcüğü ise son yıllarda, "moda olan" anlamında kullanılır oldu: "Çizmede son trend" örneğindeki gibi. Ama siz herhalde şu bildiğimiz "eğilim"den söz ediyorsunuz. Bu durumda, öneri: "Bu tavan fiyat (...) düşme eğiliminde..."
*
portre etmek
5 Ocak tarihli Radikal'in TV-Sinema sayfasında vardı, "portre etmek" fiili. Herhalde "to portray"den, acele çeviri. Portresini çizmek ya da P. Mağden diliyle, 'portrelemek' denebilirdi.
===================================================================
[12.2.2009 tarihli Radikal.]
"Genesis"
Biz hem emperyal olduğunu bilmeyen emperyalleriz, hem de sömürgeli olduğunu bilmeyen sömürgeliler. Bir iki yazı önce böyle diyordum. Gerçekten de: Nesnel açıdan, eski tip bir imparatorluğun, yani kapitalizm öncesinin etkilerini taşıyıp duran bir toplum burası. Önce emperyal, sonra kapitalist olmuş ama, sınai dönem sömürgeciliğinin dışında kalagelmiş. Hindistan'dır, Afrika'dır, hepsi masal olmuş bizim toplum için; İran ya da Pakistan kadar gerçekliği olmamış onların hiç.
Dolayısıyla, elli kadar yıldır dünyada "sömürgecilikten çıkış" ya da "sömürgecilik sonrası" başlığı altında bütün bir disiplin oluşurken onun verimlerinden de uzak durduk, sanki bizi gerçekten ilgilendirmiyormuş gibi. O ürünleri, Britanya ve Fransa ile sömürgeleri arasındaki emperyal ilişkilerde metropol, 'asli unsur' ya da sömürge olarak yer almış toplumların mensupları geliştirdi.
"Hayali vatanlar, hayali cemaatler, geleneğin icat edilmesi" gibi kavramlar çerçevesinde ortak yapıtlar üretildi. Ana akım Marksizmin durmadan ertelediği üstyapı sorunlarıyla ilgili boşluğu dolduran çalışmalardı bunlar. Yaptıkları çözümlemeler, bizim toplumumuza bir şablon gibi uydukları için değil, pek çok sınama noktası içerdikleri için, daha yakından bakılmayı hak ediyordu.
Epey bir gecikmeden sonra, konuyla ilgili, geniş kapsamlı, derli toplu ve eleştirel bir çalışma olarak Umut Özkırımlı'nın, Türkçesi geçen yıl Doğu Batı Yayınları tarafından yeniden yayımlanan "Milliyetçilik Kuramları" adlı kitabı çıkageldi. Özkırımlı, milliyetçilik konusunun toplumsal bilimler alanında dünya düzeyinde de gündeme geç alındığını anlatıyor ve bunun olası nedenlerinin üzerinde duruyor. Başvuru kaynağı niteliğinde, herkese lazım bir temel kitap.
Türkçe edebiyata bu açıdan bakan, yanılmıyorsam ilk çalışma ise son aylarda yayımlandı: Murat Belge, "Genesis", İletişim Yay.
"Genesis"in kapağında popüler tarih kitaplarını anıştıran bir yan var: Beyaz bir kale ile beyaz atlı cengâverlerin başrol oynadığı yarı karanlık, hareketli bir savaş meydanı, Latince bir ad, "algerian" harfler... Bunlar biraz daha iri olsa, tam bir popüler tarih romanı kapağı oluştururdu. Boyut farkı ise kapağın bize kitaptaki bakış açısını değil, bütün içeriğin gösterdiğini göstermesini sağlıyor: Murat Belge bu çalışmasında, çoğu popüler nitelikte bazı edebiyat yapıtlarına bakarak, orada "ulusal" bir geçmiş inşa eden anlatı öğelerini bulup çıkarmakta ve çözümlemektedir.
Belge, "Genesis"te ele alınan ya da değinilen yapıt ve yazarlardan bir bölümünün üstünde daha önce de çalışmıştı: Kemal Tahir, Tarık Buğra, Ömer Seyfettin, Halikarnas Balıkçısı... "Edebiyat Üstüne Yazılar"ın okurları epey haşır neşir olmuştur bu yazarlarla.
Böyle deyince, bizim toplumumuzda da meydanın o kadar boş bırakılmadığı ortaya çıkıyor aslında. Haksızlık etmeyeyim: Son kırk küsur yıldır, roman türünün 'tarihsel tez yazımına âlet edilip edilemeyeceği', sanıyorum Kemal Tahir'in "Devlet Ana"sı örneğinden başlamak üzere epey tartışıldı. Bizim kuşak "Devlet Ana"yı önceleri bir tür tatlı dilli efsane gibi okuyup oradaki konuşma dilinden etkilenmişti. Çok geçici oldu o etkilenme, tipik bir popüler sanat ürününün etkisi gibiydi.
Murat Belge'nin bu konudaki, "Edebiyat Üstüne Yazılar"da toplanan ve 1968 dahil çeşitli tarihler taşıyan yazılarından izlenebilen ilgisi, "Genesis"le birlikte yeni bir aşamaya ulaşmış oluyor. Her zamanki akıcı ve ironik diliyle yine Stendhal'lik ediyor Belge.
Not 1. Stendhal'lik etmek, kendi toplumuna acımasızca eleştiri yöneltebilmek demek.
Not 2. Kitabın kaynakçası, toplam iki adet olan dipnotlardan birincisinde, s. 52'de.
===================================================================
Aheste meseleler
===================================================================
6 Şubat tarihli gazetelerden bir fotoğraf; hatıra fotoğrafı düzeninde: Uzunca bir masaya yüzleri bize dönük olarak oturmuş, kıravatlı ve takım elbiseli üç erkek; onların arkasında ayakta duran, çoğu başörtülü ve anne kılıklı, on kadar kadın. Fonda büyük boy, iki tavuslu bir simetrik pano. Poz da pano gibi simetrik kılınmaya çalışılmış.
Haberin başlığı, "'Ana-Kız Okuldayız'da 11 kadın mezun oldu". Haberde, mezuniyet belgelerini veren Kaymakam'dan ve Halk Eğitim Merkezi'nden söz ediliyor. Fotoğraftaki beylerden biri Kaymakam, diğerleri de merkezin yöneticileri olmalı.
Bu fotoğraf birkaç yıl önce edebiyat günleri için gittiğimiz bir Ege kasabasını çağrıştırdı bende. Bazıları artık çok genç olmayan kadınların çoğunlukta olduğu bir yazar grubuyla aynı salonu ziyaret ettiğimiz kaymakam, salondaki boş sandalyeye büyük bir hak etme duygusuyla oturup, ayakta duran kadınlara hiç talep etmedikleri uzun bir nutku çekmekte sakınca görmemişti.
Kim önden buyur edilir, kim arkadan gelir; kim oturur, kim ayakta durur; ikramda öncelik kimedir?
Bu tür soruların yanıtları kültürüne göre değişiyor. Geleneksel ailede her şey, önce cinsiyete, sonra yaşa bağlıdır. Öncelik evin yaşça büyük erkeğine aittir: Sofrada ilk lokmayı o yer, sözün ilk, hatta tek sahibi odur, baş köşeye o oturur, sokakta o önden yürür, vb.
Geleneksel kültürde ev dışına çıktığınızda, erkeklik öğesine makam öğesi eklenir. Makam sahipleri zaten hep aynı cinstendir. Kadın olarak valide sultan ve diğer kadın sultanlar vb vardır ama, onlar zaten harem mensubudur, yani konumları kendine özgüdür, genellenemez.
Yukarıdaki
örneklerde geçerli olan da tam tamına aynı anlayış belli ki. Kadınların ayakta
durduğu bir yerde ben de ayakta olmalıyım gibi modern, yani hiç değilse
görünürde eşitlikçi bir anlayış henüz zuhur etmemiş. Belki ancak nine yaşındaki
kadınlar için akla geliyor, yaş ideolojisi ancak öyle durumlarda öne
geçiyordur... diyecekken, yeni bir haber; 10 Şubat tarihli Milliyet gazetesinin
haberi: "85 yaşındaki vatandaşı vekil otursun diye kaldırdılar". Olay
Manisa Yağcılar'da geçiyor. 85 yaşındaki Mehmet Yağcılar, AKP Manisa
Milletvekili Mehmet Çerçi'nin oturması için sandalyeden kaldırılıyor.
===================================================================
[19.2.2009 tarihli Radikal.]
Genel bunalımın yazarları
Kapitalizmi artık az çok tanıyoruz: Döngüsel denebilecek bir ritimle, kriz geçiriyor. Biriken olumsuzluklar kriz doğuruyor ve her seferinde "aktör"lerden bazıları, krizden beş kat büyümüş olarak çıkma hesabıyla yangını bir biçimde körükledikleri için, çıkış zorlaşıyor.
İlginçtir, Türkçede bu kez "kriz" sözcüğü öne çıktı. Bir öncekinde, otuz yıl kadar oluyor, adı "bunalım"dı. Giovanni Arrighi de o bunalımın başlıca tartışmacılarından, hatta gelişini önceden görme başarısını göstermiş az sayıdaki kuramcılardan biri. Kendisini Türkçede ilk kez 1984'te, "Genel Bunalımın Dinamikleri" adlı dört yazarlı ortak kitapta okumuştuk. Şimdi yeni kitabıyla yeniden karşımızda: "Adam Smith Pekin'de: 21. yüzyılın soykütüğü", Yordam Kitap.
Giovanni Arrighi, Immanuel Wallerstein, Andre G. Frank ve Samir Amin: "Dünya sistemi kuramcıları" diye anılan kadro. Karşılaştırmalı toplum ve tarih incelemeleri yazıyorlar. Bir bölümü Türkçeye de çevrilmiş olan ortak ve bireysel çalışmalarının önemi, tezlerinin 'doğru'luğundan çok, belirli eğilimlere işaret etmelerinden ve somut verilerle çalışmayı sevmelerinden ileri geliyor. Yani her durumda ciddiye alınması gereken yazarlar.
Arrighi bu yeni çalışmasında Çin'de yoğunlaşıyor ve 20. yüzyılın ikinci yarısındaki en önemli gelişmenin "Doğu Asya'daki iktisadi rönesans" olduğu tezini savunuyor. Bu rönesansın dayanağı Çin'dir Arrighi'ye göre; boyutları ve diğer özgünlükleri gereği.
Arrighi boyut, nüfus vb sayısal verileri biraz fazla ağırlıklandırıyor bence ama, "Doğu Asya'daki iktisadi rönesans"ta Japonya'yı pek kaale almamakta haklı olabilir; Japonya 'batı'dan sayılıyor artık. Batı demek, kapitalizm öncesi ve (varsa) sonrasıyla bağlarını kesip esas olarak kapitalist devletlerin işleyiş kurallarına uygun davranan demek. Japonya öyle; 'batı' için çoktandır 'bizden' biri.
Arrighi, Çin rönesansını büyük ölçüde iktisat sınırları içinde ele aldığı halde, bu rönesansa ilişkin daha genel bir iyimserlikten kaçınmıyor. Kitapta iktisat dışıyla ilgili veriler, özellikle demokratikleşmeyle ilgili olanlar, bu iyimserliğin altını doldurabilecek gibi görünmüyor. Hangi toplum tekboyutlu bir gelişmeyi uzun erimli kılabilir?
Çin o kadar kapalı kalmış bir dünya ki, onun hakkında söylenecek iyi ya da kötü her şeye hayli büyük bir ihtiyat payı katmak gerekiyor. Yine de şunları söylemeden geçmemekte yarar var: Sovyet sosyalizmi, sınai gelişmenin, yani modernleşmenin belirli bir aşamasında kurulmuştu. Çin'in ise, Dostoyevski'lerini, Çerniçevski'lerini, Ayzenştayn'larını, Tarkovski'lerini bilmiyoruz. Galiba yoklar. Daha yenilerini de tanımıyoruz. Azerbaycan'da, Moğolistan'da vb açığa çıkan tıkanıp kalmış köy kültürünün bir türü Çin'de de egemense, en iyi olasılıkla bir "Durgun Akardı Don" yazılabilmişse, pek şaşmamak gerekecek. Sürgündeki yazar Gao Xingjian'ın adı, ülkesine anılmıyormuş bile. Umarım yazdıklarının edebi değeri düşük bulunduğundandır.
Arrighi, analizi uzun dönemli olduğu halde edebiyata ya da sinemaya bakmak gereğini duymamış. Bu açıdan kaba ekonomistleri akla getiriyor. Üstyapı meseleleriyle ilgilenmiyor. Ulusal bağımsızlık meselesiyle ilgileniyor, ama yalnızca iktisadi yapı açısından. Bu bağımsızlık türü, insanların bireysel ve toplumsal, en önemlisi zihinsel yaşamlarında kendini hangi biçimlerde gösteriyor, ne gibi sonuçlar pahasına gerçekleşiyor, biraz olsun bakmadan olur mu? Kapalılık çoğu zaman depolitizasyon anlamına geliyor ve sosyalizmin lehine değil, aleyhine çalışıyor. Tecrübeyle sabit.
Çinliler galiba biraz uzaylı robot muamelesi görüyor bu tür iktisadi analizlerde.
Arrighi'nin kitabı bütün bunlara rağmen iyi donanımlı ve kaptırdınız mı, masal sürükleyiciliğinde. "Washington Mutabakatı" "Pekin Mutabakatı"na karşı! İnandırıcı yanları da yok değil...
===================================================================
Barış
===================================================================
Türkiye Barış Meclisi bu pazar, "Botaş Kuyuları Açılsın 'Faili Mechul'ler Bulunsun" sloganıyla, tek pankartlı bir kitlesel oturma eylemi düzenliyor.
Tarih: 22 Şubat 2009 Pazar
Saat: 12.30
Yer: İstanbul Taksim Gezi Parkı.
*
Ve "Cumartesi İnsanları" her cumartesi saat 12.00'de Galatasaray Lisesi'nin önünde kayıplarının bulunmasını talep etmeye devam ediyor. Bu hafta 204. kez.
===================================================================
===================================================================
Ayıp
===================================================================
Serdar Ortaç!
Nişanlınızdan, Musevi olduğunu anladığınız an ayrıldığınızı söylemişsiniz (16 Şubat tarihli gazeteler).
Şu âna kadar yalanlamadınız. Bu sözünüzün açık ırkçılık işareti olduğunu anlamıyor musunuz? Tek satır bir şey okumaz mısınız siz? Bu kadar mı habersiniz dünyadan? Gazete kitap alacak paranız mı yok? Durumunuz içler acısı...
*
Çocuklara kıymayın efendiler!
Gazze dolayısıyla ilköğretim çocuklarına dehşet duyguları yüklenmesi yeterince eleştirildi sanmıştık ama öyle değilmiş: Şimdi de Ermeni sorunuyla yüz yüze getiriliyor çocuklar, hem de bir nefret içeriğiyle.
Milli Eğitim Bakanlığı yaptığını kavramaktan âciz mi, yoksa bile bile mi yapılıyor bütün bunlar?
Bu ikinci seçenek pekâlâ geçerli olabilir, çünkü böyle bir siyaset felsefesi var. Ortalıkta görünmeyi sevmeyen bu felsefeye göre, ulusal benliğin korunması ve diri tutulabilmesi için aşı işlevi görecek küçüklü büyüklü düşmanlıklara ihtiyaç vardır. Ortalıkta gerçek bir düşmanlığın olmadığı dönemlerde, tıpkı bir albayın Şemdinli'de yaptığı gibi düşmanlık koşullarını kendi elinizle yaratmanız gerekir: O albay, yeni gelen resmi görevliler durumu vahim bulsun diye burunlarının dibine bir iki bomba attırıverdiğini söylemişti. Kovuşturulmuş muydu bu sözlerinden ötürü? Galiba her üç erkin üçüne de bir biçimde egemen olmuş bu gizli doktrin, çocukları bile esirgemiyor artık, onları büyüklerin kâbusu olan konuların önüne atıveriyor.
===================================================================
[26.2.2009 tarihli Radikal]
İslamcılığın göreli konumları
İslamcılığın kitle desteği son yirmi küsur yıldır artma eğiliminde. Yalnızca burada değil, diğer toplumlarda da öyle.
Bunu reel sosyalizmden duyulan düşkırıklığına bağlayanlar var: Kurtuluş arayanlar, eskisi gibi sola değil, dine sarılıyor vb. Akla yakın bir yorum.
Benim zihnimde son zamanlarda gitgide daha çok güç kazanan ise, ikincilleştirilme ile İslamcılık arasındaki ilişki oldu. O eğri büğrü üstyapı aynasında görünenler.
İkincilleştirilme çeşitli biçimlerde tepki yaratıyor. Müslümanlar birkaç yüzyıldır dünyanın ikincilleştirilenleri arasında. Hem iktisadi ve ideolojik açılardan, hem de ruhbilim açısından. Sanayileşmenin ve yeni sömürgeciliğin koyulaştırdığı bir ikincilleştirmeyle karşı karşıyayız.
Terim 'yeni' olabilir. Günümüzde "dünyanın lanetlileri", ikincilleştirilmişliğin kıyılarında yaşıyor: Batının uslanmış proletaryasından çok, güneyin, doğunun, Müslümanlığın, koyu renkliliğin, kadınlığın, eşcinselliğin, sakatlığın, geçer akçe sayılmayan dil ve kültürlerin en karanlık köşelerinde. En büyük hınçlar oralarda birikiyor ve en çok oralarda patlıyor.
Ayrım çizgilerinin yarattığı iç içe bir yığın bölge ve ilişki gözle görülürcesine ortada. "Dünyanın lanetlileri" ile merkez arasındaki tamponlar çeşitleniyor: Egzotikleştirilen, oyalanan, sonradan görmeler yaratan mekanizmalar. Yüzük yarıştıran, gökdelen yarıştıran, çölde cennet yaratan... Hepsi de en genel ayrım çizgisinin altında, hemen altında. Ve kendi dipleriyle çelişkiler içinde.
Sınıflandırma sorularına verilen en az bir yanıtta birinci değil ikinci mevkiye yerleştirilen herkes ikincilleştirilmişlere dahil. Bir fabrikanın işçisi, fabrika sahibine göre ikinci mevkidedir. Peki, Müslüman bir fabrika sahibi, Müslüman olmayan, batılı diyelim, bir fabrika sahibine göre ikinci mevkide değil midir? Ya batılı bir fabrika işçisi ile Müslüman bir fabrika sahibi? Bu ikisinden hangisi birinci mevkinin, hangisi ikinci mevkinin mensubu? İkisi de ikincildir, ama birbirine göre nasıldır yerleri?.. Zor soru, çünkü uygulamada karşılığı yok.
Bir başka zor soru: Kim belirliyor birincil ile ikincili? İkincilleştirilmiş olan, "sen beni değil, ben seni ikincilleştiriyorum" diyebilir mi? Bir kıymetiharbiyesi var mıdır yani, dese bile?
Sömürgecilik sonrasının en önemli düşünürlerinden Gayatri Spivak'ın sorusu bu, 1985'te sormuş: "İkinciller konuşabilir mi?"
R. T. Erdoğan Davos'ta "konuşabildi" duygusu değil miydi, Ortadoğu'nun ikincillerini coşturan? Öyleydi.
Bu noktada, "konuşmak" fiiline de daha yakından bakmak gerekiyor; "İslamcılığın yükselişi" açısından belirleyici bir yanı olabilir çünkü. İslamcılık konuşuyor, çeşitli türleriyle konuşuyor, ama özellikle siyaset söz konusu olduğunda, rahatlıkla demagoji yapmaya dönüşebiliyor bu fiil. Demagoji, yani en okşayıcı türden gazlar, pardon sözler. Soruları değil, zaten var olanı temel almanın sağlamcılığı. Babadan kalma olanın kolaylığı. Üstüne bir de kendi kendini yüceltmenin olanakları... Milliyetçiliğin diğer türlerinde de öyle. Ayıkla ikincilin taşını.
===================================================================
Ayıp
===================================================================
Akif Beki'nin 22 Şubat yazısında:
Diyarbakırlı çocuklardan bol bol söz ediliyor, duygu gösterilerinde bulunuluyor, dil ve eğitim sorunlarından çıt yok. Evrensel hukuk ilkeleri çiğnenerek büyüklerle aynı koşullarda aynı hükümlere göre yargılanan, hapisteki çocuklardan da tek söz yok. Faili meçhuller mi, o da ne? Yazı boyunca hınk, hınk ve hınk.
Ve Ahmed Arif, "Ahmet Arif"e çevrilmiş. Hem de iki kez.
Her cümlesi bir paragraf değerindeymiş gibi yazıldığından, mısır patlağı izlenimi uyandıran yazılar.
===================================================================
===================================================================
Fikritakip
===================================================================
Bir önceki "Ayıp" sütununda Serdar Ortaç'ı eleştirmiştim. "Basın Halkla İlişkiler/ Betül Şahin" imzalı bir açıklama geldi. Açıklamada, Serdar Ortaç'ın "Sevgilim Musevi çıktı ayrıldım" diye bir söz söylediği, fakat bunu "tamamen zıt anlamıyla ve esprili bir şekilde söyledi"ği, konu yanlış anlaşılınca bir açıklama yaptıkları ve konuyla ilgili haber yapan kuruluşlara "gerekli yazılı açıklamayı gönderdik"leri bildirilerek şöyle deniliyor: "Serdar Ortaç'ın kesinlikle insanlar için bu tarz ayırımları yoktur".
Ben o "Ayıp" sütununu yazmadan önce, haberin yer aldığı gazeteler sonraki günlerde herhangi bir yalanlama/ açıklama yayımlamış mı diye bakmıştım. Yoktu öyle bir şey. Haberin yer aldığı gazeteler, Betül Şahin'in söz ettiği açıklamaya yer verme gereğini duymamışlardı. Herhalde inandırıcı bulmadıklarındandır.
İmdi, Serdar Ortaç, "Sevgilim Musevi çıktı ayrıldım" derken ironi sanatına başvurmak istemiştim diyorsa, yalan söylüyorsun diye ısrar edemeyiz elbette. Ancak şunu söyleyebiliriz: İroniye başvuran kişi, seslendiği toplulukta ironisinin az çok yer bulacağı duygusuyla hareket eder. Sözünün düzanlamıyla anlaşılması tehlikesini sezerse, bunu bir biçimde önlemenin yolunu arar; özellikle ırkçılık gibi sonsuzca duyarlı konularda. Serdar Ortaç olayında ise bütün bağlam, o sözün ironi olarak algılanma şansının bulunmadığını gösteriyor. Açıklamasındaki inandırıcılık eksikliği de buradan ileri geliyor.
Yine de Serdar Ortaç'a bir beyaz sayfa açalım derim ben. Olur ki ironi yapmış olmayı çok istiyordur. Bizim toplumumuzda ayrımcılığın türleri ve ortaya çıkış biçimleri konusundaki bilinçlenme yeni yeni başlıyor aslına bakarsanız; alınacak yol çok uzun. Ve bu yolun ilk metreleri her toplumda şu iddiayla döşenmiş oluyor: Bizde ırkçılık ve ayrımcılık yoktur, tarih boyunca da olmamıştır... Bu terane, çoğunluk tarafından bıyık altından gülünerek karşılanır duruma gelinceye kadar tekrar ediliyor. Bizde de olacağı budur. Sabredelim. Sabırla eleştirelim, özeleştiride bulunalım ve özür dilemeyi bilelim. Serdar Ortaç'ın bulunduğu yerlerden hepimiz geçtik, geçiyoruz.
İroni konusuyla ilgili yeni kaynak: Cogito dergisi, No. 57, YKY, Kış 2008.
===================================================================
[5.3.2009 tarihli Radikal]
Sahici değişim
Kürt sorununda AKP'nin ve herhalde devletin bütününün tek taraflı biçimlendirme anlayışı sonucu, bir türlü çözüm yoluna girilemiyor. Bu tek taraflı biçimlendirmenin adı, Kürtleri AKP'ye yamama politikasıdır.
Başbakan Erdoğan, fethe çıkmış komutan diliyle "İzmir'i alacağız, Diyarbakır'ı alacağız" gibi sözler sarfetmek yerine yurttaşlara somut demokratik önlemlerden söz etse, TRT 6'nın açılışıyla aynı zamanda, başta Kürdoloji bölümü olmak üzere anadili, eğitim ve diğer kültür sorunlarıyla ilgili yasal, anayasal ve kültürel düzlemde kaçınılmaz olan tüm değişiklikleri yapsa ya da yapacağına ilişkin inandırıcı bir program ortaya koysa ve en önemlisi, bütün bunları tek taraflı değil, ilgili tüm kesimlerle diyalog içinde davranarak yapsa... O zaman bir çözüm yoluna girilmiş olurdu ve devlet de kendi mantığı içinde asgari tarihsel sorumluluğunu yerine getirmiş sayılırdı.
Bu, hükümet ve devlet yönünden böyle.
Kürt sorunuyla ilgilenen, ben dahil diğer yurttaşlar için ise, çözüm sürecine dahil olmak konusunda bundan on on beş yıl öncesine göre epey yol almış olsak da hâlâ bazı düğüm noktaları var. Bunların başlıcası, demokratik bir gelişmeden yana olanların yeterince birlikte davranamayışı ve bazı ketlenmelerdir sanıyorum.
Barış Meclisi'nden Seydi Fırat'ın, 28 Şubat tarihli Birgün gazetesinde yayımlanan "Gerçek değişim" başlıklı yazısında bu ketlenmelerden birine değiniliyor. Seydi Fırat, Türkiye'den giden 100 kişilik bir grubun 15 Şubat'ta "Irak Kürdistanı Federal Yönetimi"nde yaptığı toplantıda katılımcıların çoktan resmiyet kazanmış olan bu "Kürdistan"lı adı kullanmakta zorlandıklarını yazıyor ve eleştiriler üzerine kullanmaya çalışanların da, "duygu ve düşünce yapılarında sarsılma" ortaya çıktığını söylüyor.
Kürt sözcüğünü ilk kez yedi yayımdayken duymuştum. Okul dönüşü, annemin arkadaşlarıyla komşularını her zamanki gibi çocuklarına sahip çıkmak üzere evlere dağılmak yerine odaya tıkılmış hep bir ağızdan heyecan ve üzüntüyle konuşurken bulmuştum. "Mahrumiyet bölgesi", "Kürt" ve "Kürdistan" sözleri havada uçuşuyordu. Haber yeni gelmişti: Küçük bir devlet memuru olan babam, "şark hizmeti" için Çemişkezek'in bir bucağına atanmıştı. "Mahrumiyet bölgesi"nde beş yıl kalacaktık.
İnsanların kendi aralarında, bir durumun gerçekliğini dile getirme gerekliliği içinde başvurdukları adlandırmalardandı "Kürdistan". Halkın gayriresmi dilinde, özellikle de bölgenin çetin karanlığı kastedilmek istendiğinde, doğunun adı "Kürdistan"dı.
Bizim gittiğimiz Germili bucağının kendisi ve köylerinin çoğu Kürt değildi. İki ya da üç uzak dağ köyü vardı Kürt olan. Bir de yaz mevsiminde, sarışın çocuklarıyla gelip geçen ve olağanüstü nefasette peynirler satan göçebe Şavak Kürtleri vardı. Germili'de, yine insanların kendi aralarında, bir durumun gerçekliğini dile getirme gerekliliği içinde, elbette çok seyrek olarak kullandıkları "Dersim isyanı" ve "Ermeni katliamı" sözlerini duyacaktım (bkz. "Bir Ucundan Herkes" başlıklı yazım, Ocak 2005 tarihli Virgül dergisi)...
Seydi Fırat, çok haklı olarak, sözünü ettiği sarsılmayı, "Tekçilik politikasının Türkiye'nin toplumsal ve sosyal kesimleri üzerinde yarattığı ağır tahribat"a bağlıyor. Ama bence bunun yanında, demokrat çevrelerde yeterince dile getirilmeyen, bu nedenle de bilinç düzeyinde geliştirilmeden kalan bir olgu daha var sarsılma nedeni olarak: Savaşmış olanların durumu.
TRT 6'da gülüp oynamak iyi güzel. Ama ya yakınlarını savaşta yitirenlerin ve gerek bedenleriyle gerekse ruhlarıyla yaralanmış olanların trajik acıları? Onların konuşulması, açıklanması gerekmiyor mu? Konuşulmadığı sürece, demagojik istismar, dolayısıyla kışkırtma konusu edilmeye elverir düğümler olarak kalmıyor mu bu olgular?
Kendimizi Kürtlerin yerine koymayı öğrenmeye başladık. Ama silahlı mücadeleyle terör eylemlerinin sonucu olarak fiziksel/ruhsal sağlığını yitirenlerin ve onların yakınlarının yerine koymayı öğrenmeye başladığımız pek söylenemez. Onların Kürt düşmanı olmadıklarını, sonuçta tıpkı Kürtler gibi onların da yanlış politikaların kurbanı olduğunu biliyoruz. Bu çatışmada çok fazla "kirli savaş"çı çıktı. Kirli savaşçıların ceza görmesi gerektiğini herkes kabul edecektir. Onların dışındaki herkesin az ya da çok "zamanın ruhu" ya da "çağın bilinci" denen şeye göre davrandığı düşünülebilir. Abdullah Öcalan İmralı'daki duruşmalar sırasında herhalde boşuna özür dilememişti. Çatışmanın birincil sorumlusu devletin, ikincil sorumlusu özgürlük mücadelesinin yanlış politikalarıdır.
Üçüncü sorumlu ise bizleriz, hepimiz: Bu toplumun tüm mensupları.
İşimizin çok zor olduğu doğru, hâlâ akla karayı seçiyoruz ve bu arada her şeyi hâlâ çok fazla siyah-beyaz görüyoruz.
===================================================================
Ayıp
===================================================================
"2-B affı" çıkmış. Bu kadar doğrudanını herhalde "Mülkiyet hırsızlıktır" sözünün yaratıcısı bile hesaplayamamıştır: Uzmanlara göre, hem kamudan, ormanlardan, hem de o kutsal bireysel mülklerden çalıp çırpmayı, açıkça mafyalaşmayı olanaklı duruma getiren bir mevzuat değişikliği... Yıllardır sözü edilir, şimdi yapılmış işte. İlgilenenler, Fehim Genç'in 28 Şubat tarihli Milliyet'teki yazısını kaçırmamalı.
===================================================================
===================================================================
Sinema
===================================================================
Beyoğlu'nun en sempatik sineması, Yeşilçam. İmam Adnan Sokağı'nda. Bağımsız filmlere açık.
Çayı güzel, her yer gerektiği kadar temiz.
*
"Bergman
ve Kadınlar" festivali Ankara'da bugün "Bekleyen Kadınlar"la
başlıyor, 12 Mart'a kadar devam ediyor. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali
ile İsveç Büyükelçiliği birlikte düzenlemiş.
Biletler
6 Lira. Yer: Kızılırmak Sineması.
http://festival.ucansupurge.org
===================================================================
[12.3.2009 tarihli Radikal.]
Irkçılığın estetik bağlantısı
En esaslı ırkçılık türlerinden biri bu: İnsan bedenine ilişkin standartlar. Her çocuğun ergenliğe doğru gerildiği çarmıh. Özellikle kız çocuklarının. Daha da özellikle, 'sakat, özürlü, engelli' gibi sıfatlarla anılan çocukların.
Çift eksenli bir ayrımcılık söz konusu burada: Birinci eksen, 'güzel/ yakışıklı' sayılanlar ile sayılmayanları birbirinden ayırıyor, ikinci eksen ise 'sakat-sağlam' ayrımını yapıyor. İşin yaşamsal yanı, bu ayrım eksenlerinin gerçekliğinde değil, bizim onlara yüklediğimiz değer yargılarında ortaya çıkıyor: Bizim çirkin ya da sakat saydığımız bedensel yapıların kendileri gerçekliğe dahil. Ama bu gerçekliğin olumsuzluk sayılması ideolojik bir durum. Ayrımcılık bu noktada başlıyor; gerçekliğin en kolay yoldan ideolojiye konu olduğu noktada.
Başta feministler olmak üzere, bedene dayalı ayrımcılığın epey sözünü eden oluyorsa da, ırkçılık demiyorlar buna pek; herhalde ırklarda bulunduğu varsayılan süreklilik türünden bir süreklilik özelliği burada bulunmadığındandır. Oysa, ırkçılığı yalnızca kan bağıyla ilgili bir mesele olmaktan çıkarıp insanların bedensel özellikleriyle ilgili diye tanımladığımızda her şey biraz daha farklı bir görünüm alıyor.
Filmmor'un bugünlerde gazetelerde sıkça rastladığımız, fotoğraflı bir festival duyurusu var. "Bedeniyle barışık filmler" yazılı bir afiş. Festival, 15 Mart'a kadar İstanbul Fransız Kültür Merkezi ve İstanbul Modern'de; sonra Manisa, Urfa ve Trabzon'da olacak. Konu üzerinde düşünüp tartışmak için iyi bir fırsat.
Afişte, kadın mücadelesinin gerektirdiği üzere mor renkte olan sinema koltukları görüyoruz. Her birinin eni ve boyu birbirinden farklı bu koltukların. Standart dışı yani hepsi. Standart dışı bedenleri temsil ediyorlar. Ve herhalde, "bedeniyle barışık" olma fikrini.
Kendi bedenimizle "barışık" olmamız, diğer insanların bedenleriyle "barışık" olmamızla yakından ilintili. Bu "barışıklık" ne anlama geliyor? Karışık iş. Sözgelimi, kendi bedenimizle barışık olmamak, bedenimizi beğenmediğimiz, fiziksel yapımız nedeniyle komplekse kapıldığımız, bu yüzden hayatı kendimize zehir ettiğimiz vb anlamına gelir. Başkalarının bedeniyle barışık olmamak konusunda da benzer şeyler söylenebilir: Başkalarının bedenini ya da onun karşısında kendimizinkini, üstün ya da aşağı bulabiliriz. Diğer ayrımcılık çizgilerindeki gibi burada da bir üstün/ aşağı algılaması ya da iddiası geçerli. İlgi ve sevgi görme, beğenilme gibi ruhsal desteklere olan ihtiyacımızla fena halde iç içe olan bir durum. Elbette, bir yığın magazinel, ticari vb yönelimle birlikte.
"Notre Dame'ın Kamburu" ve "Cyrano de Bergerac" gibi dev edebiyat yapıtları, çirkinliğin ve sakatlığın bir yazgı gibi yaşandığını gösterir bize. Bu durum karşısında isyan etmeye de yöneltirler mi? Belki. Carson Mc Cullers'ın "Küskün Kahvenin Öyküsü" (sonradan "Hüzünlü Kahvenin" diye çevrildi), başka bir manzara gösterir: Başkalarının, daha doğrusu genel dünyanın yargılarını dışlayıp kendi dünyalarını kurarak yaygın estetik budalalığı aşabilenler.
Festivalle henüz ilgilenemedim, neler var, bilmiyorum. Şu tartışmakta olduğum konuyla ilgili olarak bende en çok iz bırakmış olan filmi ise yıllar önce görmüştüm. Ne adını hatırlarım, ne yönetmenini, ne de oyuncularının kim olduğunu. İki genç kadın vardı filmde, ikiz kardeştiler, aralarında hiç ama hiç fiziksel fark yoktu. Oysa izleyici olarak, birini çok güzel buluyordunuz, diğerini ise çirkin. Yönetmen bunu başarıyordu, hem de işin "ruh güzelliği" kısmına çok az başvurarak.
Beden meselesi, feminist kuramların ve sömürgecilik sonrası çalışmaların önemli motiflerinden. "Renkçilik (chromatism), jenitalizm (genitalism)" gibi kavramlar doğmuş bu çalışmalardan. İnsan bedeninin bir metin gibi, egemenlerin söylemiyle oluşturulduğu ve oluşturulan imgenin, o egemenliği sürekli olarak beslediği vb.
Bedenlerimizin gerçekliğini, yalnızca giysilerimizin değil, onları da işin içine katan bütün algıların, yargıların, söylemlerin bulutları ardında çoktan yitirmiş durumdayız. Tepeden tırnağa bulaşmışız ırkçılığa ya da ırkçılık bize bulaşmış.
===================================================================
Kitap
===================================================================
Dağlarca özel sayısı: Yeniden çıkan "Beyaz" dergisinde. Editörler: Turgay Özen ve Ahmet Soysal.
Şairin ilk kez yayımlanmakta olan en son şiirleri, editörlerin Dağlarca'yla ilgili birer yazısı ve Turgay Özen'in yine Dağlarca'yla ilgili şiirleri var bu sayıda.
*
Bilinen ilk diyalektikçi olan "Karanlık Heraklit"in kalıtını nefis bir düzenleme içinde okuma olanağı sağlandı. Bunu şair ve dilci Erdal Alova'ya borçluyuz. Alova, Herakleitos'un "Doğa Üzerine"sinden günümüze ulaşabilen parçaları çevirip düzenleyerek "Kırık Taşlar: Bütün Parçalar" adlı kitapta toplamış. Okumaya doyum olmuyor; Ecegil bir ruhu var Herakleitos'un. İşte XI numaralı metin:
"Yukarı
aşağı
yol
bir
aynı"
===================================================================
===================================================================
Duyuru
===================================================================
12
Mart Vicdan Mahkemesi.
Yer:
İstanbul Bilgi Üniversitesi, Dolapdere
Saat:
17.00
*
"Muhalefet"
konulu sempozyum: Felsefe, edebiyat, kadın araştırmaları, eğitim, kültür,
çevre, siyaset, insan hakları, hukuk gibi alanlardan çok sayıda iyi konuşmacı
katılıyor.
Düzenleyen:
Felsefeciler Derneği
Tarih:
13-14 Mart 2009 Cuma-Cumartesi
Saat:
9.30
Yer:
Petrol-İş Sendikası Konferans Salonu, Adakale Sok., No.6 Yenişehir/ Ankara
Sempozyum
metinlerinin yayımlanmasını dileyelim. Kültür Bakanlığı kaynak ayırsın.
===================================================================
[19.3.2009 tarihli Radikal.]
Leyla Zana niçin özgür olmalı?
Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi eski Milletvekili Leyla Zana için yeniden on yıl ağır hapis cezası isteyince “Leyla Zana’ya özgürlük” kampanyası başlatıldı. Kampanya çağrıcılarının 16 Mart Pazartesi günü İstanbul'da düzenlediği basın toplantısı anaakım medyadan ilgi görmedi. Belki aynı gün, yığınla yabancı devlet yöneticisi su forumu için şehirde bulunduğu, ayrıca 16 Mart ve Halepçe kıyımlarının yıldönümü olduğu içindir. Oysa Zana'nın yazgısı da hepimizi ilgilendiriyor.
Basın toplantısına katılan kampanya çağrıcıları arasında ünlü avukatlar var. Onların söyledikleri, Leyla Zana'nın durumunun bizim toplumumuzda demokrasi için bir tür turnusol kâğıdı olduğunu gösteriyor. Avukat Eren Keskin'e katılıyorum: Leyla Zana gibi farklı görüşleri olabilen kişilerin yargılanmadığı bir Türkiye istiyoruz dedi Keskin; Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme açısından, kimsenin görüşlerinden ötürü hapiste olmaması gerekiyor.
Avukat Ergin Cinmen, düşünce özgürlüğü hem kişisel gelişimde hem de toplumsal gelişimde olmazsa olmaz koşullardandır ve toplumsal gelişmenin asal şartıdır, söz konusu düşünce, diğerlerimiz açısından ne kadar rahatsız edici olursa olsun, dedi: AİHM'nin temel kabul ettiği ilke budur. Hükümet AİHM içtihatlarını da göz önünde bulundurarak düşünce özgürlüğünün önündeki yasa engellerini bütünüyle kaldırmalıdır.
Yazar Erol Özkoray, düşünce özgürlüğü yoksa, demokrasi de yok demektir, dedi: Yargıçların bir bölümü Anayasa'daki 26. maddeye dayanarak beraat kararı veriyor, 90. madde ise uygulanmadan kalıyor. 90. madde, altına imza atılmış uluslararası anlaşmalar ile aynı konudaki yasalar birbiriyle çeliştiğinde, anlaşmanın üstün tutulacağı ilkesini vazetmektedir. Uygulanması gereken hüküm budur ve Leyla Zana davası böyle çözülebilir.
Yargılanacak bir söz aranıyorsa, şu ünlü "Ya sev ya terk et" sözü yargılanmalıdır, çünkü bu söz, ırkçılığın simgesi durumuna gelmiş olan Hitler'e aittir ve her kullanıldığında, yürürlükteki yasalar bile ihlal edilmektedir.
Son olarak söz alan avukat Ayşe Batumlu da, yasalardan çok, uygulamanın önemli olduğunu belirtti: Düşünce özgürlüğünün kırmızı çizgileri olamaz...
Bu veciz basın toplantısında söylenenlere bütünüyle katılıyorum. Kampanyanın çağrısı şöyle:
"LEYLA ZANA’YA
BİR İMZA VER!
Leyla Zana, Kürt ve
kadın olmanın her türlü zorluğunu yaşamış bir insan.
Çok genç yaşta
evlendi, çocuk sahibi oldu. Yine çok genç yaşta iken eşi cezaevine girdi,
yıllarca cezaevi kapılarında bekledi.
Aktif politikaya
girdi. Mecliste halkının sözcüsü olmak istedi. Ancak Kürt sorununa yönelik
çözümsüzlük politikaları sonucu cezaevine girdi. 15 yıl ceza aldı.
Cezaevindeyken hastalandı. Tahliye olmasına imkân sağlayan Adli Tıp raporunun
varlığına rağmen tahliye olmak istemedi.
Cezaevinden çıktı,
yıllarca ayrı kaldığı çocuklarına kavuştu. Bir yandan da fikirlerini toplumla
paylaşmaya devam etti. Ancak şiddet yanlıları bir kez daha Leyla Zana'ya
tahammül edemediler.
Leyla'ya yaptığı
konuşmalar nedeniyle 10 yıl hapis cezası daha verildi. Dosyası Yargıtay'da.
Bu kez izin
vermeyelim! Çünkü Leyla Zana ve onun gibi sistemden farklı olan, düşüncelerini
dile getiren diğer insanlar hapishanede oldukça, bizler de özgür olamayacağız.
Bu metne imza vererek Yargıtay'ı Leyla Zana'ya ilişkin vermiş kararı bozmaya, TBMM milletvekillerini de, 'düşünceyi ifade' önündeki her türlü yasal engelli kaldırmaya davet edelim."
http://leyla-zana.blogspot.com
Leyla Zana niçin özgür olmalı sorusuyla yakından ilgili bir kitabı da anmalıyım:
Faruk Bildirici, "Yemin Gecesi: Leyla Zana'nın Yaşamöyküsü", Doğan Kitap, Şubat 2008.
İlk çocuğunu on beş yaşındayken doğuran bu genç kadının "film gibi" hayatı ile Kürt sorununu iç içe anlatan, iyi ayrıntılandırılmış, başvuru kaynağı niteliğini kazanmış bir çalışma.
===================================================================
Duyuru
===================================================================
Bana kitap vb göndermek isteyenler lütfen eposta adresime yazsın: Radikal'e gönderilenler elime geçmeyebiliyor.
necmiyealpay@gmail.com
*
"Recme
Karşı Bir Milyon İmza" kampanyası. Uluslararası Özgür Kadın Vakfı
tarafından düzenleniyor. Metin İngilizce ve Türkçe. Okumak ve desteklemek için:
Recim/
recm: Taşlayarak öldürme cezası. Şeriatın geçerli olduğu ülkelerde uygulanıyor:
Afganistan, Somali, Nijerya vb. Zinayla suçlanan kadınlar recmediliyor. Ve
tecavüze uğrayanlar bile zinayla suçlanıyor.
*
21
Mart Dünya Irkçılık ve Ayrımcılıkla Mücadele Günü
Yer:
Karakedi Kültür Merkezi, İstiklal Caddesi, Bekar Sokak, 16/2, Beyoğlu/ İstanbul
Saat:
15.00 Film Gösterimi: "Vatandaşlık Halleri", Yön. Şehbal Şenyurt
Saat:
17.00 Konuşma: Doç. Dr. Umut Özkırımlı, "Türkiye'de Irkçılık ve
Milliyetçilik"
*
21
Mart Nevruz/ Newroz
Kutlu
olsun.
Bayramın
adını "Nevroz" diye yazanlara rastlanıyor. Dizgi hatası da olabilir
elbette ama, 'nevroz' bir hastalık adı olduğu için, irkiliyor insan. Ünlü
bayramın adı Türkçede 'Nevruz', Kürtçede 'Newroz'.
*
21
Mart Dünya Şiir Günü
İzmir'de
ve İstanbul'da yoğun programlar.
Nice
tokatsız günlere.
===================================================================
===================================================================
Ayıp
===================================================================
Bu toplum LGBTT'lere, özellikle de travestilere hayatı zehir ediyor, kolaylıkla öldürülmelerine göz yumuyor. Son kurban, Ebru Soykan.
Hukukçulara göre, böyle bir toplum olmak istemiyorsak, "nefret suçları"nın ceza yasasınca tanımlanıp yaptırıma bağlanması ve Anayasa'nın 10. maddesinde değişiklik yapılması gerekiyor.
Diğer alanlarda neler yapılması gerektiğini anlamanın yolu ise herhalde her birimizin kendi homofobisi ve transfobisiyle yüzleşmesinden geçiyor.
===================================================================
[26.3.2009 tarihli Radikal.]
Çokkimlikliler
Bugünlerde habire çoklu ruhlarla karşılaşıyoruz. "Gölgesizler"in ardından çıkıp gelen bir uyarlama olarak "Gölge" filmi, sonra Pessoa'nın mektupları, vb.
'Gölge' teriminin ruhbilimdeki yeri başrolde bu arada: C. G. Jung, kişinin kendi ruhunda varlığını sezip korktuğu ve yadsıdığı güdüleri temsil eden ilktipe "gölge" demiş. Mehmet Güreli'nin filmine fazlasıyla uygun düşüyor bu ad. Filmin esinlendiği Server Bedi'nin, yani Peyami Safa'nın romanı "Selma ve Gölgesi"ne de elbette. Güreli'nin filmi ve müziği, öyküleri kadar enfes (bkz. "Alope'nin Odası" [1993] ve "Sıcak Bir Göz" [1994] adlı kitapları).
Kitap-lık dergisinin Şubat 2009 tarihli sayısının kapağında üç gölgeli bir Pessoa figürü var. Üç gölge, bir de kendisi, dört. Portekizliler dermiş ki, Portekiz'in en büyük dört modern şairi Fernando Pessoa'dır.
Gerçekten
de, genellikle "altkimlik" ya da "dışkimlik" adı verilen üç
'kimliği' daha var Pessoa'nın. Belki de bunlara "ayrı kişilikler"
demek daha doğru olur. Birer imzadan yani takma addan ibaret değiller her
durumda; yaşamlarından ve biçemlerinden tutun, siyasi görüşlerine ve sanat
anlayışlarına kadar bambaşka bireyler dördü de.
Peyami
Safa, Nâzım ve daha pek çok yazarın takma adlarla yazdığını biliyoruz. Nâzım
"benim cılız çocuğum" gibilerden bir sevecen tonda anar
"Selim"i, bir imzadan daha öte özelliklerle donatır onu, ama dört
başı bayındır bir yaşamöyküsüne, mesleğe, inanca, tavra kadar gitmez bu iş.
Yürekli bir atılımla, "Hafız"ın yanı sıra "Lina
Salamandre"yi, yani bir kadın yazarı da yaratmış olan Haydar Ergülen'in bu
'kimlik'leri ise, ayrı kişilikler dememizi daha çok hak ediyor. Lina
Salamandre'nin, "Kabareden Emekli Bir 'Kızkardeş'" adlı kitabında
yaşamöyküsü de vardır.
Cevat
Çapan her dört Pessoa'nın da şiirlerini içeren çevirilerini "Düşsel ve
Gerçek" adlı kitapta toplamıştı (2004, Dünya Kit.). Oradaki "Sayısız
varlıklar yaşar içimizde" adlı şiiri okuyup da Pessoa Yunus Emre'yi okumuş
olabilir mi diye heyecanlanmayan herhalde yoktur. Cevat Çapan, sunuş yazısına
Pessoa'nın bu çoğullaşmaya ilişkin açıklamasını da almıştı. Bu açıklamaya göre,
Pessoa'da farklı kimliklerin doğuşu son derece kendiliğinden bir süreçtir.
Haydar Ergülen'deki de öyledir, Sombahar dergisinin Kasım-Aralık 1995 sayısında yayımlanan bir
söyleşisinde şairin kendisi de öyle demiştir (Kasım-Aralık 1995).
Pessoa'dan Türkçeye son olarak, sevgilisine mektupları yayımlandı: "Ophélia'ya Mektuplar", çeviren Sema Rifat, Sel Yayıncılık. Pessoa bu mektuplarda, gündelik yaşamdan, geliş gidişlerden söz ederken de başvuruyor farklı 'kimlik'lerine. Şu ya da bu ölçüde ağırlık taşıyan tüm 'kimlik'leri toplandığında, sayının yetmişi geçtiği söyleniyor.
Pessoa uzmanı ve çevirmeni Antonio Tabuccchi de, Türkçeye Münir H. Göle'nin çevirdiği "Fernando Pessoa'nın Son Üç Günü" adlı romanımsı yapıtıyla Pessoa'yı yankılamıştı (Afa Yay., 1994). Tabucchi bu küçücük ama olağanüstü kitapta, ölüm döşeğindeki Pessoa'yı (Kasım 1935) diğer 'kişi'lerinin sırayla ziyaret edip sohbet edişlerini anlatıyordu. Kitabın sonunda, tıpkı başka bazı kitapların sonunda verilen kısa yaşamöyküleri gibi, bu diğer 'kişi'lerin ('alter ego'ların) yaşamöykülerini vererek. Pessoa'nın oyununu sürdürüyordu Tabucchi.
Eski bir çoğul kimlik olgusu olarak, şair ve ansiklopedi editörü, "bilinmezler içinde" Reşit İmrahor da yeniden çıkıp geldi. Bu kez Sel Yayınları'nın yeni çıkan "CinSel" dizisinde gölge, pardon çevirmen olarak. Apollinaire'in "Genç Bir Don Juan'ın Maceraları"nı ve yazarı belirsiz "Görgülü ve Bilgili Bir Burjuva Kadınının Mektupları" adlı kitabı çevirmiş. Reşit İmrahor'un şiirleri ve Cem Akaş'ın açıklamaları için, bkz. 1) "Reşit İmrahor: Kuvve'den Fiil'e", tarihi belirsiz, Mitos Yay. 2) kitap-lık dergisi No. 45.
===================================================================
Ayıp
===================================================================
Darwin'e ayıp edildi. Bu konuyla ilgili tavır İslamcı kesimlerde özgürlükçü anlayışın durumunu ortaya koydu. "Meksika Sınırı" programcıları mesela, durumu kurtarmak için Darwin'i küçültmeye bile kalktılar, hem de bir tür karşı ağırlık olarak Hikmet Kıvılcımlı'yı anmaya çalışarak.
Darwin'in söylediği her şey son sözcüğüne kadar sonradan yanlışlanmış olsa bile bu onun önemini azaltır mı, sormak gerekiyor. Bilim, kuşkunun ve yanlışlanmanın alanı olarak tanımlanmamış mıdır? En büyük bilimcilerden birinin, [bilinen anlamıyla] dinsel inancı bulunmadığı bilinen Einstein'ın, 'tanrı yoktur' demekten kaçınmasının nedeni bilimsel kuşku değil midir? Tanrının varlığı kanıtlanamadığı gibi, yokluğu da kanıtlanamamakta, dolayısıyla bilim açısından her iki yönde de kuşku yerli yerinde durmaktadır.
*
21 Mart günü Newroz'dan şiire her şeyle meşgul olduk da, grevlerinin 37. günündeki ATV Sabah Turkuvaz çalışanlarının saat 19.00'da Tünel'den başlayan 5. yürüyüşlerini ve Ankara Yüksel Caddesi'ndeki dayanışma açıklamalarını görenimiz az oldu.
Kayıplar bulununcaya ve grevcilere karşı işlenen hukuksuzluk son buluncaya değin her cumartesi, kayıp yakınlarını 12.00'de Galatasaray'da, Turkuvaz çalışanlarını da 19.00'da Tünel'de bulacağız.
Ayrıntılar için:
Grevle ilgili nefis bir yazı için, bkz. Eray Aytimur, 21.2.2009 tarihli Radikal Cumartesi.
===================================================================
===================================================================
İyi
şiir
===================================================================
"Dolap". İzzet Yasar'ın şiiri. YasakMeyve dergisinde yayımlandı (No. 36, Ocak-Şubat 2009).
===================================================================
===================================================================
Seçimler
===================================================================
İstanbul'da ortak aday: Akın Birdal.
===================================================================
[2.4.2009
tarihli Radikal.]
İkincil bir itiraz
Baskın
Oran Radikal 2'de son derece canlı bir dille güncel konuları düşünen yazılar
yazıyor. Bunlardan sonuncusuna ikincil düzeyde olmak üzere bazı itirazlarım
var.
Kısa
yani gazete boyu yazıların tehlikesi biliniyor. Yazar olarak her başlığı
açamazsınız, bazen anlam farklılığına bile yol açacak kadar kırpmış olursunuz
yazınızı. Okur olarak da bunu sezeriz, çoğu zaman yazılarda içimize sinmeyen
noktaları dert edinmeyiz, önemli olan, yazının asıl meselesine ilişkin olandır.
Ancak bazen epey bir tartı işi çıkar, üzerinde durmadan edemeyiz.
Baskın
Oran'ın son yazısıyla da böyle oldu, sonuçta, özellikle yazının bitiş
paragrafına dair söz almadan geçemedim. Paragraf şöyle:
"AKP
kendi derin devletini kuruyormuş. Nasıl olacak hiç anlayamadım ama, en
kötüsünden farz et ki doğru. Kağnıyı öküzlerin önüne koymayalım. Her şey
sırayla. Elinde silahla 20. yüzyıl başı usüllerini 21. yüzyıla dikte etmeye
kalkan Derin Devlet'in defterini dürmekteyiz; 7. yüzyıl usulleriyle 21. yüzyılı
etkileyebileceğini sanan silahsızlar çıkarsa onların mı defterini
düremeyeceğiz?" (29 Mart 2009)
Burada
bana sorunlu görünen noktaların içinde yüzyıl hesabına dayalı düzçizgisel
ilerlemecilik de var. Belki onun etkisiyledir, dolaysız politikaya ilişkin
önerisinde "silahsızlar" sıfatını kullanıyor Baskın Oran.
Ben
böyle bir sınıflandırmanın, içinde bulunduğumuz uğrakta işe yarayabileceğini
hiç sanmıyorum. Yasalar tarafından silahlandırılan, Türk Silahlı Kuvvetleri
başta olmak üzere, polisler, korucular vb epey "silahlı" güç var ve
tümü de kutuplaşmanın arttığı dönemlerde demokratik devlet ilkesinden çok,
kutuplardan birine taraf olmaya tehlikeli ölçülerde yatkın görünüyor. Tarihsel
SA-SS örnekleri yeterince anıldı. Buralarda da, "Kahrolsun insan
hakları" diye bağırılan kitlesel polis gösterilerinin, tabancalarını
namlusundan tutup kaldırmış yürüyen öfkeli polislerin, Susurlukların, köyleri
cehenneme çeviren korucuların vb vb olabildiğini gördük. Darbe deneyimlerimizin
ve Ergenekon'un yanında lafı mı olur, denebilir belki. Ama hepsi iç içe bu
oluşumların ve ben tablonun bir köşesine "silahsız" denince şaşırıyorum.
Bizden başka, yani gerçek sivillerden (devletin ve devlet benzerlerinin dışında
yer alan yurttaşlardan) başkasını "silahsız" diye nitelemek iyi bir
yorum değil.
===================================================================
Fikritakip
===================================================================
Savcılar
ölüm kuyularıyla ilgilenmeye başladılar ama, erişkin hukukuna göre yargılanıp
hapsedilen çocukları görmeye başlayamadılar.
Herhalde
Meclis'te de gündeme getirilmiştir; çok sayıda kişi bir çağrı imzaladı ve çağrı
5 Mart Perşembe günü bir basın toplantısıyla duyuruldu:
"Diyarbakır, Adana, Gaziantep, Şırnak, Van, Mersin
ve diğer illerde yaşları 12 ile 18 arasında değişen, çoğu ilköğretim öğrencisi
yaklaşık 500 çocuk sokak protestolarına katıldıkları, polise taş attıkları vb
gerekçelerle tutuklu bulunuyorlar. Hapishanelerde aylardır adalet istiyor ve
ailelerine, evlerine, okullarına dönmeyi bekliyorlar.
"Bu cocuklar Türkiye’nin de onaylamış olduğu
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olarak 'yetişkin gibi'
yargılanıyor ve hapis yatıyorlar.
"Haklarında istenen hapis cezaları dünyada yaşadıkları günlerin iki katı kadar!"
Yapılması gereken, taş attılar gerekçesiyle toplanıp cezaevinde tutulan tüm çocukları salıvermek ve evrensel çocuk haklarının gerektirdiği tüm yasal düzenlemeleri hemen gerçekleştirmek. Çocukların cezaevinde tutulmalarından doğabilecek zarar hiçbir ölçüye gelmeyecek türden.
Gelgelelim,
yeterli yankı bulamadı bu çağrı. Acaba neden? Aşağıdaki zihniyet öğelerinden
hangisi geçerli?
1) Bizim ülkemizde zaten çocuğun sürüsüne bereket, halkta çocuğun bini bir para.
2) Çocuk dediğin bir şeyden anlamaz, özel bir incelik filan gerektirmez.
3) Seçimler var, bir de bunlarla mı uğraşağız?
4) Filistin intifadasındaki gibi burada da çocukların yer edinip dünya kamuoyunda etkili olmaması için şimdiden caydırıcı olmak gerek.
Bu maddelerin tümünün geçerli olmadığını kim ileri sürebilir? Adını koyalım: Yeni bir "inkâr ve imha" politikasıyla karşı karşıyayız. Bu kez inkâr ve imha edilen, çocukluk olmak üzere.
İletişim için:
* * *
Erzurum H tipi Cezaevi'nde açlık grevi devam ediyor. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, sistemli bir biçimde maruz bırakıldıkları hukuk dışı ve onur kırıcı uygulamalara karşı başka çareleri kalmadığından, 23 Şubat 2009 günü başlatmışlar bu açlık grevini.
Bugün (2 Nisan Perşembe günü) Ankara'da konuyla ilgili bir basın toplantısı var. Geçen yıl, cezaevlerinde yazılmış öyküleri "ZulaMavi" adlı bir kitapta derleyip yayımlayan ve telif parasından payına düşenle cezaevlerine kitap gönderen gazeteci Esra Çiftçi, konuyla yakından ilgileniyor:
===================================================================
===================================================================
Heykel
===================================================================
Heykel ile bibloyu birbirinden ayıran ölçüt(ler) neler olabilir?
Bunun durup dururken akla gelebilecek bir soru olduğunu sanmıyorum. En azından, benim aklım ancak Tektaş Ağaoğlu'nun heykellerini gördüğünde sorabilmişti bu soruyu. Şimdi sanatçının yeni sergisini görünce yeniden aynı duyguyla meşgulüm. Biblo boyu figüratif heykeller çünkü T. Ağaoğlu'nun heykelleri. Ve heykelin neliğini düşündürmek, daha doğrusu ilk andan ve ilk elden kavratmak için yaratılmış gibiler.
Kaya Özsezgin'in ansiklopedisi, "ironi ve eleştiri dozuyla dikkat çekti" diyor T. Ağaoğlu heykelleri için. Çok doğru ama, benzersiz bir sıcaklık da hissettiriyor bu heykeller insana. Umarım katalog vardır ya da yapılır.
Sergi, İstanbul Beyoğlu, Cihangir Caddesi, Mavi Kum'da.
*
Cihangir demişken, internette Necile Deliceoğlu'nun enerjisiyle düzenlenen, uğramaya değer bir bilgi sitesi:
===================================================================
[9.4.2009 tarihli Radikal.]
Linç
Obama, lincimize çare olur mu acaba?
21
Mart: Polisi öldürdüğü iddia edilen zanlıya linç girişimi, Bursa Kestel;
22
Mart: CHP'lilere küfür eden alkollü şahsa linç girişimi, Mersin Mut;
26
Mart: Televizyonculara linç girişimi;
30
Mart: Ankara'da oy hırsızlığı iddiası ve linç girişimi;
Ve
sonra Ağrı, ve sonra Çanakkale...
Kerim Korcan "Linç"i yazmıştı, kırk iki yıl oldu. Yazarın kendi deneyimlerine uygun bir biçimde cezaevini mesken tutan bu romanda cezaevi için anlatılanlar toplumun bütününe ilişkin bir metafor izlenimi veriyordu. Tanıl Bora'nın "Türkiye'nin linç rejimi" adlı "güncel broşür"ünde ortaya konulan çözümleme bu izlenimin haklılığını gösteriyor.
Lincin işlevselleştirildiğini düşündüren tablo, diyor Tanıl Bora: 6-7 Eylül'ler, Maraş'lar, Sivas'lar, derken hayatımızın ayrılmaz parçaları haline gelip sıklaşan olaylar. Son günlerde artık bazen günde iki ayrı "linç girişimi"nin haberini okuyoruz. Neye işaret?
Acaba diyorum, bu sözcük de "infaz" sözcüğü gibi anlam genişlemesine mi uğradı? Her fiziksel saldırının adı 'linç girişimi' mi oluyor artık?
Haberlere bakılırsa pek de öyle değil. Düpedüz bir 'güruh' tarafından ve öldüresiye saldırılan olaylar söz konusu.
Tanıl Bora, lincin yakın tarihle ilgili boyutunu yetkinlikle çözümlüyor. İnsanbilimsel ve ruhsal boyutları konusunda ise René Girard'ı anmalıyım.
Girard'ın çeşitli topluluklardaki kolektif öldürme biçimlerine ilişkin çözümlemelerine göre, linç edimleri ilkel toplulukların kendi birikmiş şiddet eğilimlerine ve suçluluk duygularına buldukları içgüdüsel bir çaredir. Bunalımdaki topluluklarda insanlar, başlarına gelenlerin, kurtulunması kolay tek bir sorumludan kaynaklandığına inanmak istemiş ve kendiliğinden başlayan kolektif şiddet biçimlerine başvurmuşlardır: linç, pogrom, "seri adalet" vb. ("Şiddet ve Kutsal", s. 112)
Burada anahtar sözcük, "kendiliğinden" sözcüğü. İlkel topluluklarda işin bir kendiliğindenlik yönü var ve bunun açıklanması konusunda Girard birinci sınıf bir kaynak. En ünlüsü Sophokles'in "Kral Oidipus"u olmak üzere tragedyaların da konu edindiği kolektif öldürme olgularında topluluğun, kendi kendisine erdem atfedip kurbanını suçlayabileceği, onu en kutsal değerleri çiğneyen biri gibi gösterebileceği kurgulara dayandığını gösteriyor Girard. Linç, ilkel topluluk tarafından bir tür arınma ya da kurtulma gibi algılanmaktadır. Seçilen kurbanın ya da kurbanların öldürülmesine topluca katılınması, katılanlar arasında uzlaşma sağlamakta, oybirliği ihtiyacını en keskin biçimiyle karşılamaktadır.
Girard bu açıklamalarında kolektif öldürmeler ile hukuk devletini, birbirini dışlayan ve biri 'ilkel' diğeri 'modern' olmak üzere birbirinden temelden farklı iki tarihsel döneme ait iki model olarak ele alıyor.
Başka bir deyişle, ilkel topluluklardaki kolektif öldürmelerin yerini modern toplumlarda hukukun üstünlüğü, yani suç ve ceza konularının hukuk disiplini ile yargıya bırakılması almıştır. Eski biçimleriyle kolektif öldürme olayları, Tanıl Bora'nın da bütün ibretlik yönleriyle işaret ettiği nazi döneminin ardından, hukuk ilkesi yerleştikçe, istisna düzeyine inmiştir ya da öyle olması konusunda oybirliği vardır.
Günümüzün ABD'si, Britanya'sı, Fransa'sı, Almanya'sıyla modern devletler, şiddeti ihraç etmenin yollarını bulmuşlar. Bizim buralarda olup bitenler ise hâlâ uğursuz bir biçimde İkinci Dünya Savaşı öncesini anıştırıyor.
Bildiğim kadarıyla, söz konusu modern toplumlarda lincin yanı sıra istisna olmaya yüz tutan bir şey daha var: Sistematik demagoji. Son elli küsur yıldır, bırakın demagojik ya da hamasi olanı, abartılı olan her söylem ve anlatı bile kendine ancak komik öğe ya da alay konusu olarak yer bulabiliyor artık. Bu ise, provokasyona yani gaza gelmeye hazır ortamların başlıca beslenme kaynağının kuruması anlamına geliyor.
Gerçi Türkçede de halkın sağduyusu "Vatan millet sakarya" gibi güzelim sözler yaratmıştır ve herkesi her zaman gaza getiremezsiniz. Bunda Kanuni'den bu yana belirli bir hukuk ilkesinin varlığı rol oynamış olabilir. Gelgelelim, bu kadarı, sistematik demagojiyi, yani "millî eğitim"in ayinci ve şoven içeriğini, "Kurtlar Vadisi" gibi kurmacaları, bazı televizyon kanallarında Ergenekon davası sonrasında da rastlanabilen teatral korkutma, pardon "tartışma" programlarını, hamaset temeline dayalı, adı bazen "sol"a çıkmış milliyetçi örgütlenmeleri, groteskleştirilmiş bir bayrakçılığı vb önlemeye yetmiyor. Devlet erkinin yargı kanadı ise hukuk ilkesini ne derece içselleştirmiş olduğunu 367, 301 gibi meselelerde gösterdi. "Bizdendir, onlardandır" ayıklaması cabası. Linci başlıca çekip çevirme araçlarından biri olarak kullanmaktan vazgeçemeyen bir siyasal yapının hukuk ilkesi de bu kadar oluyor herhalde. Ve hukuk ilkesi bu kadar olan bir siyasal yapının "millî" eğitimi ile yaygın kültürü de linçten ancak bu kadar uzak olabiliyor.
===================================================================
Dil meseleleri
===================================================================
3 Nisan Cuma akşamı, İstanbul Sinema Festivali'ne katılan bir Fransız film yönetmeni, kendisine deneyimsiz oyuncuları yönetmenin güçlükleri sorulunca, "Herkes aktördür, bazı oyuncular hariç (Tout le monde est acteur, sauf quelques comédiens)" dedi ama, çeviri "Herkes aktördür, bazı komedyenler hariç" biçiminde olunca o nefis söz güme gitti. Fransızcadaki 'comédien' sözcüğünü Türkçeye "komedyen" diye değil, "oyuncu" diye çevirmek gerekiyor. 'Komedyen' Türkçede yalnızca komedi oyuncuları için kullanılan bir sıfata dönüşmüştür ama, Fransızcada tüm oyuncuları kapsar.
Vecizenin güncel bir önemi de var ayrıca, oyuncu Zeki Alasya'nın Fatih Terim'le ilgili bir yorumundan ötürü.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
======
*
Kent Müzesi Projesi, Antalya
Söyleşi: "Mağdurlar mı, Mağdur Edenler mi? > 19. Yüzyılın Sonunda Giritli Müslümanların 'Gönüllü' Göçü"
Konuşmacı: Girit Üniversitesi’nden Katilena P. Stathakou
Yer: Büyükşehir Belediyesi Nikah Salonu
Tarih: 11 Nisan 2009 Cumartesi
Saat: 11.00
*
İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültür ve Düşünce Topluluğu Kulübü
DestAR-Theatre Kürt Tiyatro grubu
Reşê Şevê (Karabasan) adlı oyun
Yer: BS1
Tarih: 10 Nisan Cuma
Saat: 19.30
===================================================================
[16.4.2009 tarihli Radikal.]
Tirza ve yazarı
"Tirza" çoook iyi bir roman. Hollandalı yazar Arnon Grunberg yazmış, Türkçeye Gül Özlen çevirmiş. Romana başkişi Jörgen Hofmeester'in değil de kızının adının verilmesi başlı başına bir gösterge. Anlatıcı yarı yarıya Hofmeester çünkü. Onun ise bir saplantısı var: Tirza.
Hofmeester için, günümüzün bir karşıkahramanı diyebiliriz. Hem hayli tipik, hem de özgün bir kişi. Grunberg ona pek çok şeyi başarıyla taşıtıyor: Günümüz ideolojilerinin, bilgisayarlara yüklenir gibi zihinlerimize yüklenmişçesine, gündelik yaşamda yeri geldikçe nasıl otomatik bir biçimde devreye girdiğini izliyoruz.
Hofmeester bu yönden, tipik bir "beyaz orta sınıf" insanı (romanda bu sıfat böylece kullanılıyor -s. 256). Yaşadığı toplumun paracı, çıkarcı, ikiyüzlü yanlarına uzun süre hiçbir etik itirazı yok; uyum göstererek, zekasını kullanarak, onun kıskaçlarından kurtulmaya çalışıyor. Çelişkiler içinde yine de: Kiracısından kirayı alıp gelirken kendini kirlenmiş hissediyor örneğin. Ama bu onun "hedge fon" yoluyla köşeyi dönme hevesine kapılmasına engel değil. Otomatikleşmiş bir ırkçılığı var: Müslümanlara ve karakafalılara karşı tam siper cephede. Oysa bir edebiyat çalışanıdır kendisi. Bir yayınevinde editördür.
Hofmeester'in özgün yanlarına gelince: İçine kapalılığı (kendisi de dile getiriyor bunu -s. 237), iletişimsizliğin belirli türden bir temsilcisi olması (hiç arkadaşı yok; günümüzün 'marjinal'lerinden sayılabilecek eşi ve iki kızı ile olan gerilimli ilişkileri ona yetip artıyor), vb.
A. Ömer Türkeş, romanın bir psikolojik gerilime dönüştüğünü söylüyordu (17.10.2008 tarihli Radikal Kitap). Evet, gerilim; kesintisiz bir ilgiyle okunuyor. Zayıf ile güçlü aynı bedende çünkü; para-iş-meslek-aile sahibi ile, parasız-işsiz-mesleksiz-ailesiz olan, aynı bedende.
Yaşadıkları, Hofmeester'i ince ince hem köle hem saldırgan kılmış. Bu zıt itkiler dengesizleştiriyor onu.
İnandırıcılık düzeyi yüksek bir edebiyat bu. Hofmeester'in tipik ırkçılığı ile, sözgelimi Adorno okuru olması (s. 265) arasında bir çelişki var gibi görünüyor ama, zihnin otomatizmi, bu yamalı bohça yapısını mümkün kılıyor. Ezberci bir eleştirellik onunki. Ezberciliğin çoğu kez fark edemediğimiz yaygınlığını gösteriyor bize. Okur terbiyesinin bile bir yama olarak taşınabildiğini.
Arnon Grunberg'in iç dünyayı resimleme tarzı Ingmar Bergman'ın filmlerini anıştırıyor; II. Bölüm'ün sonunda zirvede olmak üzere. Bence o satırlar, pek çok açıdan romanın da zirvesi. Finalden ise aynı derecede memnun olduğumu söyleyemem. İş biraz fazla polisiyeye, klinik vakaya dönüşüyor bence orada.
Arnon Grunberg bugünlerde İstanbul'da. Kendisiyle konuşup, bu final meselesi dahil, bir iki sorumu sorabildim. "Klinik vaka" terimini yerinde bulmuyor kendisi. Hofmeester'in herkes gibi biri, yani şiddet dolu olduğunu söylüyor. Buna fazlasıyla katılıyorum elbette, meselem de bu zaten: Hofmeester gerçekte tekil bir vaka değil ama, herkes tam olarak onun finalde davrandığı gibi davranmıyor, diyorum. Grunberg şu yanıtı veriyor: "Tek fark, bazılarının sınırı aşıp bazılarının aşmamasında. Ve ben sınırı aşanı da kıskıvrak yakalamak istedim..."
Grunberg'e, romanda ortaya konulan temel önemde bir tezi soruyorum: "İğrenç olmayan erkek yoktur" diyor Hofmeester (s. 280). Katılıyor musunuz? Grunberg, "Evet" yanıtını veriyor: "Tam tamına böyle düşünüyorum".
Rimbaud'yla polemik gibi anlaşılabilecek bir sözü de soruyorum yazara. Rimbaud, "Cehennem başkalarıdır" demişti. Romanda ise Hofmeester için, ama fikir Hofmeester'e ait olmak üzere,"Cehennem öteki değildi. Kendisiydi. Cehennem kendi içinde, derinlerdeydi" deniliyor (s. 182). Bu bir polemik mi yoksa yorum mu diye soruyorum Grunberg'e. "Yorum" diye yanıtlıyor.
Hofmeester'in hakikate erdiği birkaç müthiş uğraktan yalnızca biri bu...
===================================================================
Ayıp
====
Pınar Selek'i çoğumuz uzaktan, Mısır Çarşısı davası dolayısıyla izledik. Bu davayı tarihteki ünlü davalara benzeten hukukçular fazlasıyla haklı: Dreyfus davası, Dimitrov davası, Rosenberg'ler... Şimdi üçüncü aşamasıyla birlikte, Pınar Selek davası da onların hizasına yazılıyor. İki kez beraatla sonuçlanan davada yeniden müebbet isteniyor. Kim tarafından? Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından.
Bu kez yüksek bir tanıklık ve dayanışma enerjisi oluşturuldu, avukat Mebuse Tekay ve Ahmet İnsel, konuyla ilgili en iyi açıklamaları yazdılar. Bu yazılar, Pınar Selek'in kitapları ve kendisinin bir cennet varlığına benzeyen varlığı ile ilgili diğer bilgiler için, bkz.
Bense özgül bir tanıklık olarak, onun yapıcılığının, kuruculuğunun, onarıcılığının yanı sıra, birinci sınıf bir şiir okuru olduğunu söyleyebilirim: Bugün İnci Asena'nın şair olarak Türkçe edebiyattaki yerini daha iyi fark edebilmiş durumdaysam, bunu Pınar Selek'e borçluyum. Pınar da yeni farkına varmıştı bu yerin, ve hemen, heyecanla, insanları bir araya getirmişti. Bundan tam tamına bir ay önce...
===================================================================
===================================================================
Paranoya günlüğü
=============
Bu gazetenin mutfağına karşı aşk/nefret durumlarındayım. Aşk faslını geçeyim, diğeri şöyle:
Modern günlük gazete olmanın dilsel gerekleri konusunda Radikal'in diğer pek çok gazeteden daha titiz olduğu söylenemez. Ama hiç değilse, gazeteye hatasız gönderilmiş sözcükler hatalıya dönüştürülmemeli değil midir? Benim başıma şu son yıl içinde üçtür geliyor bu durum: En son, 9 Nisan 2009 tarihli Dil Meseleleri bölümünde, "Fransızcadaki" diye bitişik yazdığım bir sözcük, "Fransızcada ki" biçiminde bozulmuş olarak yayımlandı. Nedenini sorduğumda aldığım açıklama ikna edici değildi.
Böyle durumlarda bütün komplekslerim, paranoyam, benmerkezciliğim ayağa kalkıyor: Birilerinin ben öfkelenip Radikal'i terk edeyim diye komplo kurduğu fikrine bile kapılıyorum. Bu "de" ve "ki" gibi meseleleri en az Bilge Karasu'nun önemsediği kadar önemsiyorum çünkü.
Paranoyadır, şudur budur, ama bence her yazarın diyemesek bile, her dil yazarının böyle bir hastalığı olabilir. Meslek hastalığı: Böylesine alfabetik düzeylerde hata yapan kişi, belki başka açılardan kendine özgü bir yazar olabilir ama, dil yazarı olamaz. Dil danışmanı, hiç.
Durum bu. Gazeteyi terk etmiyorum! Şimdilik yalnızca hâlimi arz ediyorum.
===================================================================
[23.4.2009 tarihli Radikal.]
Söylenmeyenlerin gerginliği
Güncel siyaset sahnesindeki en yaygın ve en ön plandaki üç suçlama sıfatı: şeriatçı, darbeci, terörist. Bunlar sahnenin en etkin konumlarında yer alan parti, kurum ve kesimlere yakıştırılan sıfatlar. Her biri gerçek bir korkuya/kaygıya denk geliyor ama, hiçbiri ilgili olduğu gerçekliğe tam olarak uymuyor. Uyduğu kadarıyla da dolaysız bir biçimde dile getirilemiyor. Yürürlükte olan dil, darbe dönemlerinin ezop dili. Oysa bazı yetkililer, tam bir düşünce özgürlüğünün sağlandığını söylüyor... Buyurun buradan doğan gerginliğe.
Bizim ülkemizde "siyaset" kavramı yalnızca siyasal partilerin yapıp ettikleriyle sınırlı bir kapsamda kullanılıyor. Oysa geniş anlamıyla "siyaset" terimi, ülke yönetiminin tüm yönlerini ilgilendirir. Genel Kurmay Başkanı'nın son konuşması da geniş anlamıyla baştan sona siyasal bir konuşmaydı. Ve konuşma olayının iki temel özelliğinden biri buydu.
Olayın diğer temel özelliği ise, baştan aşağı siyasal nitelikteki bu konuşma sırasında, konuşmacının yanı başına oturtularak onur konuğu yapılmış olan emekli subayların son darbe soruşturmalarında hangi konumda bulunanlardan seçildiğiydi. Soruşturmalarda adı darbe yandaşları arasında geçenler mi, yoksa darbenin önlenmesinde rol oynadığı söylenenler mi? Onurlandırılanlar hangileriydi?
Konuşma olayının bu iki temel özelliği, yani bir bütün olarak taşıdığı siyasallık ile, onur konuklarının darbecilik konusunda kamuoyuna yansımış konumları, metnin iç bağlamına ait ayrıntılardan önceki belirleyici göstergeleri oluşturuyor. Bu göstergelere ağırlık vermeyen, söz konusu iki temel özelliğin hak ettiği yorumu yapmadan metnin ayrıntılarına giren hiçbir gazete yazısı, kapsayıcı bir yorum yazısı sayılamaz. Böylesine belirleyici bir konuda, esas olanın söylenmediği yazılar ancak gerginlik kaynağı olabilir. Yanlışım varsa ruhbilimciler beni uyarsın. Ve öyle anlaşılıyor ki, olayı konu aldığı söylenen 100 küsur gazete yazısında, esas olan, gerektiği ölçüde söylenmiş değildir.
Yargılanmakta olsun olmasın, yürürlükteki darbeciliğin beslendiği kaynaklardan biri ilkel erkek kültürünün ve çıkarcılığın o değişmeyen iktidar arzusu ise, diğer kaynaklar, iki güncel korku ya da kaygıdır sanıyorum: şeriat ve bölünme. Yanıltıcı bir biçimde "terör" sözcüğüyle adlandırılan, bölünme korkusu. Atatürk'ün bir bütün olarak bıraktığı emaneti koruyamama kaygısı. Gelişemeyen varlık uzun süre korunamaz oysa...
Evet, suçlama sıfatları bu çerçevelerde dönüp dolaşıyor: şeriatçı, darbeci, terörist.
Parlamentoda çoğunluğu oluşturan parti şeriatçılığa yakıştırılıyor, ana muhalefet partisi darbeciliğe, Kürtlerin haklarını savunan DTP ise teröristliğe. Bu üç suçlama aynı zamanda söz konusu partileri de doğrudan ya da dolaylı olarak tehdit eden yargılamaların konusu.
Bir özelliği daha var bu üç sıfatın: Suçlama olarak yöneltildikleri kesim tarafından doyurucu, ikna edici, yatıştırıcı bir biçimde ele alınıp açıklığa kavuşturulmamak. Yönelten kesimlerden de, nedenleri ve olası sonuçlarıyla, gerçek çözümlemelerin gelmemesi.
Bu düşünsel kuraklık, Genel Kurmay Başkanı'nın konuşmasını belirleyen ilk iki göstergeyle bire bir ilişkili bence. Ve sonuçta tam bir kısır döngü oluşuyor.
Bu döngü ancak söylenmeyenlerin söylenebileceği bir güvenlik ortamında kırılabilir. Tersi durumda sonuç, gitgide güçlenen bir anafor...
===================================================================
Ayıp
===================================================================
23 Nisan
Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamında kovuşturulan ve cezalandırılan çocuklar için, çocuk koruma hükümleri hâlâ göz önünde tutulmuyor. Büyüklere ne nasıl yapılıyorsa hâlâ onlara da aynısı uygulanıyor.
Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları, geniş bir kampanya başlattı. Yüzlerce kişi, TMK kapsamında kovuşturulup yargılanacak çocuklar için Çocuk Koruma Kanunu'nun gerektirdiği yasa değişikliklerinin yapılmasını talep ediyor.
Çağrıcılardan 17 Nisan Cuma günü Diyarbakır duruşmasına gidenler, TMK Mağduru dört çocuğun akşama kadar aç susuz, adliye bodrumunda bekletildiğine tanık oldu.
Çağrıcıları temsilen bir grup, "çocuk hakları savunucusu" bakan Nimet Çubukçu'yla görüşerek sorunu ilettiler. Adalet Bakanı'na da iletmeye çalışıyorlar.
Ayrıca tüm milletvekillerine, durumu anlatan ve Çocuk Koruma Kanunu'yla ilgili mevzuat düzenlemelerinin bir an önce yapılmasını isteyen bir mektup yollanacak: Acilen, TMK’nın konuyla ilgili 5, 7/2-a, 9, 13 ve 17. maddelerinde çocuk haklarına uygun değişiklikler yapılması ve TMK kapsamında itham edilen çocuklar bakımından Çocuk Koruma Kanunu hükümlerinin eksiksiz uygulanacağına ilişkin bir hüküm eklenmesi gerekiyor...
"23 Nisan Bayramı"nız kutlu olsun.
* * *
Hayrünnisa Gül, Cumhurbaşkanı'nın eşi sıfatıyla olmalı, "Eğitim Her Engeli Aşar" başlıklı bir kampanyaya önayak olmuş. "Engelliler"in eğitimi, yanı sıra ailelerinin eğitimi vb söz konusu...
Acaba özel kampanya konusu olması gereken, "engelliler"in eğitimi midir? Yoksa insan standartlarına göre biçimlendirilip, ortalama dışında kalanları "engelli" vb sıfatlarla damgalayıp dışlamış olan zihinlerimiz mi? Tören televizyonda gösterilirken, bir inceliği haber verircesine, birilerinin ağladığı vurgulanıyordu. Umarım zihniyetimizin haline ağlamışlardır.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
===================================================================
PEN Kadın Yazarlar Komitesi:
I
Trabzon'la buluşma
'Kültür haritasında edebi bir değer: İnci Aral'
24 Nisan Cuma Saat: 13.30
25 Nisan Cumartesi Saat: 11.00
Yer: Trabzon Sanat Evi
Yavuz Selim Bd. Özgür Sokak, No. 18
II
Diyarbakırlı kadınlarla buluşma:
25 Nisan Cumartesi Saat: 16.00:
'surlar-sırlar-anlatılar'
26 Nisan Pazar Saat: 13.00:
Atölye çalışması: Öykünün öyküsü
Yer: Diyarbakır Sanat Merkezi
Diyar Galeria Alışveriş Merkezi
No. 9, Dağkapı
* * * * *
Genç Ressamlar Ayvalık Buluşması
Nevhiz Tanyeli danışmanlığında, Türkiye’nin farklı bölgelerinden 17 sanatçı
21 Nisan – 21 Mayıs,
1 Haziran - 1 Temmuz 2009
Yer: Karagöz Sanat Evi
Cumhuriyet Caddesi. No. 78
Ayvalık
karagozsanatevi@gmail.com
www.cafeturc.com/tr/icerik.asp?kid=2&id=5
===================================================================
[30.4.2009 tarihli Radikal]
Şirin
Şirin Yazıcıoğlu Cemgil'i toprağa verdik. Törende bir mitinge yetecek kadar insan vardı. Toprağın kokusunda ise, baharın bereketi.
Sultan Kültür Derneği'nin geniş salonuna sığmayan topluluğa sunuculuk yapan genç arkadaş, Şirin'den "Sinan Abla" diye söz ederek başladı konuşmasına: Sinan Abla, Sinan Abla... Üçüncü kez böyle dediğinde düzeltilmese, kendisi farkına varacak gibi değil, heyecanından. Ama bir bakıma, daha sonra yapılan konuşmalardan ve atılan sloganlardan bazılarına egemen olan zihin durumuna da işaretti bu dil sürçmesi.
Şirin'i 1970 yılından sonra hiç göremedim, ayrı yerlerdeydik. 1960'lı yılların ikinci yarısında, üniversite öğrenciliği yıllarında yakın arkadaştık. Çantasında her zaman, altını renkli kalemlerle çizerek okumakta olduğu bir kitap bulunan ender arkadaşlarımdandı; her zaman sıkı bir insan.
O yıllarda dünyanın benzer ülkelerindeki gençlerle ortak bir dramı yaşadık biz. Sona ermiş sayılamayacak bir dramdır bu: Silahlı mücadeleyle ilgili tavır sorunundan kaynaklanır.
İkinci Dünya Savaşı'ndan, alacağını almış bir dünyaydı: Demokratik bilinç yükselip devrimci duygular yaygınlaşıyordu... Derken, bir yanda Çin Halk Cumhuriyeti'nden, diğer yanda Latin Amerika'dan, Küba'dan, silahlı mücadele kuramlarına ve pratiklerine dair haberler gelmeye başladı. "Kır gerillası mı, şehir gerillası mı" tartışmaları sökün etti vb. Silaha hayır diyenler ağır suçlamalarla karşılaşıyordu.
Şirin ile Sinan, bu görüş ve eyleyiş ayrılığını herkesten daha dramatik, giderek de trajik bir biçimde yaşadılar: Birbirlerine sırılsıklam âşık ve yoldaştılar, ama bu noktada görüş ayrılığına düşmüşlerdi, hem de en baştan itibaren.
Bırakınız âşık olduğunuz insanı, arkadaşlarınızdan bazıları halkın kurtuluşu uğruna silahlı mücadele yolunu seçip ölümü göze alırken sizin öyle düşünmeyip aynı yola çıkmamanız, kendinizi devrimci saydığınız halde silahlı mücadelenin iyi bir yordam olduğu fikrine ve eylemine katılmamanız, kolay taşınır yüklerden değildir. Aklınız size kendinizi haklı çıkarmanın bin bir gerekçesini sunar. Ama akıl denen şeyin ne mene bir demagog olabildiğini de için için sezersiniz. Onlar ölürken hayatta kalmanın kahrediciliğiyle başa çıkmak belki de hiçbir zaman tam olarak mümkün olmayacaktır.
Aklınız size bu şekilde ölüme gitmenin, en azından kuramsal olarak, aynı zamanda öldürmeye gitmek olduğunu söyler. Sinan başta olmak üzere, silahlı mücadele diyen ve ölümü göze alan arkadaşlarımız işin bu yanını ne kadar ölçüp biçmişlerdi? Yıllar sonra, bir arkadaşım, tanıdığım en has entelektüellerden biri olan Sabri Tekay, aklından geçeni seslendirme cesaretini göstererek, sevgi dolu bir öfkeyle "kendilerini öldürtmeye gittiler" diyecekti...
Farklı düşünmeleri, Şirin ile Sinan'ın aşkına engel olmuyor, ama çektikleri acıyı misliyle artırıyordu. Öğrenciyken evlenmiştik, Şirin de, ben de. Dertleşme anlarımızda, Sinan'la olan tartışmalarından nasıl ölümcül bir kederle söz ettiğini unutamam. Bir önseziyle konuşuyor gibiydi.
Diyebilirim ki onlarda bir aşkın etrafında, Sinan'ın öldürülmesiyle dayanılmaz boyutlara çıkan o acı, bizlerin arkadaşlık duyguları etrafında hep var oldu. Karacaahmet'teki törende Şirin'in perdeye yansıtılan fotoğraflarından özellikle birinde, bir vesikalık fotoğrafta, gözlerinde o ruhsal yük açıkça görünüyordu, ya da ben öyle gördüm.
Şirin'in imgesini Sinan'ınkinden ayırmanın olanağı yok. Doğallıkla, Karacaahmet'teki törende ana motiflerden biri bu efsanevi aşktı. Ama öne çıkan sloganlardan bazıları, "savaş" ve "silah" kavramlarını yücelten sloganlar, Şirin'e de, Sinan'a da uymuyordu bence. Bu konudaki teselli şu olabilir: 60'ların sonu ve 70'ler, "mücadele" sözcüğü yerine "savaş/ savaşım" denen yıllardı. Dolayısıyla, "Kurtuluşa kadar savaş" gibi tarihsel sloganlardaki "savaş" sözcüğü, "mücadele" anlamını içermektedir.
İlk konuşma gibi son konuşmayı da Şirin ile Sinan'ın oğulları Taylan'ın yapmasına ve onun tam da söylenmesi gerekenleri söylemesine çok sevindim. Bir de, Hrant Dink öldürüldüğünde Şirin'in Rakel Dink'e yazdığı mektubun okunmasına. O törende Şirin'in kendi sözleriyle yer alması önemliydi.
Taylan, Şirin'in son dönemde bir kitap yazmakta olduğunu, yarım kalan bu çalışmayı derleyip toparlayarak yayımlamayı görev bildiğini söyledi. Yakında, her zaman kendi kafasıyla yaşamayı herkesten iyi bilmiş, hakiki bir kadının sözlerini okuyabileceğimiz bir kitabımız olacak.
===================================================================
Ayıp
====
Türk
Eğitim-Sen'in Kayseri 2 No’lu Şubesi, Ermenistan sınır kapısının açılmaması ve
ekimde Ermenistan ile Türkiye futbol takımları arasındaki maçın Kayseri’de
oynanmaması için imza kampanyası başlatmıştı: "Kardeşimin Katilini
Şehrimde Görmek İstemiyorum" gerekçesiyle.
Şimdi
bu kampanyanın 250 bin imzaya ulaştığı ve CHP Kayseri Milletvekili Şevki
Kulkuloğlu ile Ticaret Odası Başkanı Hasan Ali Kilci tarafından sahiplenildiği
haber veriliyor (27 Nisan tarihli Radikal).
250
bin imza gerçek mi, diye soranlar haklı. Bence daha önemli olan soru ise şu:
Kampanyada "katil" sözünden kasıt kimdir? Bilinen, belirli biri mi
var, yoksa Kayseri'ye konuk olarak gelecek sporcuların Ermeni olmaları, katil
sayılmalarına yetiyor mu?
Türk
Eğitim-Sen yöneticilerini, CHP Kayseri Milletvekili Şevki Kulkuloğlu'nu ve
Ticaret Odası Başkanı Hasan Ali Kilci'yi, bu soruyu yanıtlamaya davet ediyorum.
İyi bir açıklama gelince
kadar da yineleyeceğim bu daveti. Irkçılık suçlamasını reddedip geçmekle
olmuyor bu işler.
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
==========
"Büyük
Felaket"
John
Berger kimselere benzemez. İşte onun yeni çıkan ve okumaya doyulmayan
kitabından bir alıntı:
"Filistinliler
için önemini asla yitirmeyecek bir sözcük: Nakba yani 'Büyük Felaket'; 700 bin
Filistinli'nin 1948'deki zorunlu göçüne işaret ediyor." (John Berger,
"Kıymetini Bil Herşeyin", çev. Beril Eyüboğlu, Metis Yay., 2009, s.
22.)
===================================================================
[7.5.2009 tarihli Radikal.]
"Büyük Ortadoğu Karmaşığı"
Ahmet Hakan, adaşı Ahmet Güntan'ın Nisan 2009 tarihli kitap-lık dergisinde yayımlanan şiiri için şöyle diyor: "'b.k üzerine tezler' diye isimlendirebileceğimiz bir şiir" (28 Nisan tarihli Hürriyet gazetesi).
Ahmet Hakan bu şiiri yeniden isimlendirmeye gerek duymuş ama, birinci sınıf bir ismi var aslında şiirin: "Büyük Ortadoğu Karmaşığı". Yeni bir ad önermek, yapıt üzerine düşünmenin iyi bir yolu olabilir; ama asıl adın belirleyici özellikleri varsa, onları gölgede bırakmamak kaydıyla. Oysa Ahmet Hakan, şiirin asıl adını silip atmış görünüyor.
Adın üzerinde durmamın nedeni, "Büyük Ortadoğu Karmaşığı" sözünün şiirin çerçevesini çizecek önemde olması. Şiirin hem hareket noktası bu söz, hem de varış yeri. Bir okurun bu addan etkilenmemesinin tek açıklaması, şiirin gövdesindeki o alışılmamış "bok" anamotifi olabilir. Yakaladığı ya da yakalandığı hijyenik durumdan fazlaca etkilenen okur, şiirin diğer inceliklerini fark edemeyebilir: Bu durumda, "Büyük Ortadoğu Karmaşığı"nı oluşturan sözcüklerin baş harflerini aldığımızda sonucun "BOK" olduğunu görmeyi de içi kaldırmayabilecektir.
Belki sokakları tükürükten geçilmeyen bir ülke olduğumuzdandır, hijyen tutkusu çeşitli alanlara ilişkin popüler eleştirilerin belirleyicileri arasında. Sorunlu bulunan her alanda "kirlenme" metaforuna başvurma eğilimi güçlü. Belirtisel bir yanı olmalı bu eğilimin...
Biz yine şiire dönelim. "Büyük Ortadoğu Karmaşığı" sözünün günümüz insanı için çağrışımı herhalde yeterince açıktır: "Büyük Ortadoğu Projesi". Şiir, güncellikle bağlantı gücünü buradaki çağrışımdan alıyor. Başlığı okur okumaz, zihnimiz soruyor: Neden "Projesi" değil de "Karmaşığı?" Baş harfleri hemen fark edemese bile, "bok" sözcüğüne ilk rastladığı yerde buluyor sorunun yanıtını.
Sözcüğe açık biçimiyle ilk rastladımız yer çok uzak değil; başlığın hemen altında, İlhan Berk'in sözü: "Çöpü yazdım, boku yazamadım" demiştir İlhan Berk, üzülerek. Böylece, BOP'un "BOK"luğuyla birlikte, aynı anda, şiirin ikinci katmanı da ortaya çıkmaktadır: Başta ruhbilim olmak üzere çeşitli disiplinleri yakından ilgilendiren bu maddenin edebiyatla olan zorlu ilişkisi. Bir meydan okumayla karşı karşıyayız bu şiirde. Sonuç: İlhan Berk'in yazamadığını, Ahmet Güntan yazmıştır...
Osman Çakmakçı, 4 Mayıs tarihli Birgün gazetesinde yayımlanan "Şiirimizde bok püsür meselesi" başlıklı yazısıyla konuyu bir güzel açtı, "güzel" sıfatı da dahil olmak üzere. Çakmakçı'nın orada "Büyük Ortadoğu Karmaşığı" üstüne söylediklerine, "konformist şiirsellik" kavramı başta olmak üzere genel saptamalarına katılıyorum. Ama "melodramatik 80 şiiri" gibi bazı genellemelerine hiç katılmıyorum. Özellikle de şu çok temel önermesine:
"Sorulacak sorular şunlardır asıl: Şair kimin için yazar, niçin ve neyi hayal ederek yazar ve yazarken nasıl bir dünyanın içindedir?"
Bunlar 'kişi olarak şair'e, yani şairin zihninde olup bitenlere ilişkin sorular. Yanıt verilebilse bile, fazlasıyla spekülatif olacağından, okur olarak işimize yarayacağı kuşkuludur o yanıtların. Ama aynı soruları 'kişi olarak şair'e değil de metne sorarsak, işler değişir. Şöyle: Metin kimin için yazılmıştır, niçin ve neyi imgeleştirmektedir ve bu şiirde konuşan zihin nasıl bir dünyanın içindedir?
Böyle sorduğumuzda, sorunun muhatabı karşımızdaki metindir artık. Okur olarak onun hiçbir öğesini atlama hakkımızın bulunmadığı, ilk harfinden sonuncusuna ve her tür sözcüğün, işaretin ve noktalama işaretinin varlığına ya da yokluğuna dikkat etmek zorunluluğu böylece ortaya çıkar.
Büyük Şair Eşref, "Bizde şimdi yeniler eskilerden b.ktur" diyordu. Can Yücel de "Otuzbirinci Nesil" adlı şiirinde, "bok yemek" fiilini kullanmıştı. Metin Eloğlu'nu ise Ahmet Güntan şiirde alıntılıyor zaten. Belki daha başkaları da vardır, sözcüğü şiire sokan. Güntan, bu örneklerdekinden farklı olarak, bir deyimle yetinmeyip konuya bütün ayrıntılarıyla giriyor. Edepsiz bir şiir değil bu. İkiyüzlü ya da zavallı edeplerimize karşı bir şiir.
Tek itirazım, "UMUMİ HELA, TUVALET KAĞIDI, PVC BORUSU ve TAHARET MUSLUĞU" için, "Onlar madde./ Madde hissetmez" dediği dizelere (büyük harfler Ahmet Güntan'ın). Onlar madde, evet. Peki biz madde değil miyiz? Biz de maddeyiz. Tek farkımız, bildiğimiz kadarıyla, maddenin içinde ruh barındırmamız. Dolayısıyla, ben olsam, "Onlar madde" dizesini, "Onlar sırf madde" biçiminde düzenlerdim: "Onlar sırf madde./ Sırf madde olan hissetmez".
"Büyük Ortadoğu Karmaşığı" çok iyi bir şiir, Ahmet Güntan da yaşayan en iyi şairlerden biri. "Toplu Şiirler"i (1976-2005), geçen yıl bu vakitler YKY'den çıkmıştı.
===================================================================
Ayıp
====
Hitler rejimi bütün o canavarlıklara kadar nasıl gelebilmişti? Irkçılık nasıl olup da yükselebiliyor? Bütün bunları açıklayan, çeşitli disiplinlerden epey çalışma var elbette. Yine de, deneyimin öğreticiliği başka.
Geçen hafta bu sütunda, Ermenistan sınır kapısının açılmaması ve ekimde Ermenistan ile Türkiye futbol takımları arasındaki maçın Kayseri’de oynanmaması için başlatılan kampanya konusunda yazdıklarımla ilgili bir okur mektubu, ırkçılığın nasıl yükselebildiğini kavramama katkıda bulundu:
"Milli meselelere sahip çıkan insanları ırkçılıkla itham etmeniz..." diyor bu mektup. Demek ki bu zihniyete göre, 'milli meselelere sahip çıkan' sıfatını kazanan kişi, yaptığı ırkçılık konusunda eleştiri dışı tutulmaya da hak kazanır. Hatta belki, "milli meselelere sahip çıkan" sıfatına hak kazanabilmek için, ırkçılık yapmanız gerekmektedir bu zihniyete göre.
Almanya'nın deneyiminden yararlanmak gerçekten kolay değil. Bunu galiba en çok yine Almanlar başardı ama, orada da yeni kuşakların kavrayışsız kesimlerinde aynı zihniyet baş gösterebiliyor.
Bu arada, söz konusu kampanyayı başlatan Türk Eğitim-Sen yöneticilerinden ve destekleyen CHP Kayseri Milletvekili Şevki Kulkuloğlu ile Ticaret Odası Başkanı Hasan Ali Kilci'den haber çıkmadı. Soruyu yineliyorum:
Kampanyanın
sloganı olan, "Kardeşimin Katilini Şehrimde Görmek İstemiyorum"
sözündeki "katil" sözcüğünden kasıt kimdir? Bilinen, belirli biri mi
var, yoksa Kayseri'ye konuk olarak gelecek sporcuların Ermeni olmaları, katil
sayılmalarına yetiyor mu?
===================================================================
[14.5.2009 tarihli Radikal.]
Dilimizin varmadığı
En küçüklerinden bir buzdolabım var, birkaç yıllık. Bir süre önce buz yapmaktan vazgeçti, umursamadım, ama 4 Mayıs günü soğutmaktan da vazgeçince, "yetkili servis"i aradım. Randevu verildi. Randevular gün temelinde veriliyordu, 'sabah/ öğleden sonra' temelinde bile değil. Dört randevudan yalnızca ikincisinde sağlayabildim, "öğleden sonra" denmesini.
Evet, bir onarım için dört randevu geldi geçti. İlkinde usta geldi ve o giderken buzdolabı çalışıp soğutmaya başlamıştı... Ama bir daha durmamacasına. Kısa sürede, içindeki her şey buzdan heykele dönüştü. İlginçti aslında, ne yaparsınız ki, peynir heykelini yiyemiyorsunuz.
Sonraki üç randevuyu, buzlanma sorununun çözülmesi için istedim. Her seferinde telefonuma yanıt veren görevli, verilen randevuya kimsenin gelmemiş olmasına şaşırıyor, yanlışlığın bende olabileceği imasında bulunuyordu. Benim zihnimde ise bu deneyim yavaş yavaş başka deneyimlerimle birleşerek bu yazının konusunu oluşturmaya başlamıştı. Özellikle ilk randevuya gelen usta ile yardımcısının, ağızlarına kilit vurulmuş hallerinden ötürü.
Bu ikisi sorularıma hiç yanıt vermiyorlardı. Tek açıklama olarak, buzlanma olduğunda fişi çekip temizlik yapmam gerektiğini söyledi usta. Buzdolabının ömrü, tamir parasına değip değmeyeceği ve pas akıtan parçaların değişip değişmeyeceği gibi sorularım yanıt bulamadı.
Erkeklerin kadınlar karşısındaki sıkılganlıklarına filan verdim o zaman bu ketumluğu, neredeyse kendimi geveze hissedecektim. Yine de zihnimin bir kenarında durumu tanıdık bulan, bilince çıkmayı bekleyen bir durum hisseder gibiydim. Usta, ikinci cümle olarak bir adet parçayı değiştirdiğini söyleyip makbuzu uzattı, parayı alıp gittiler.
Sonraki günler, dediğim gibi, telefonlar edip randevular aldım, biri dışındaki her randevu için bir bütün gün sokağa çıkmadım, gelen giden olmadı, telefonlarıma şaşırıldı.
Son randevu gününün mesai saatleri de sona ererken, ustanın suskun yüzü benim zihnimde başka suskun yüzlerle bir araya gelmeye başladı. Birkaç yıl önce pencerelere demir takmış olan usta mesela. Daha sonra balkonun kapatılması gerektiğinde, demirleri çıkarmasını ve balkon kapatıldıktan sonra tekrar takmasını rica etmiştim kendisinden. Hemen gelip çıkarmıştı demirleri. Ama yeniden takma işi için, en az on kez randevu vermişti bana. Kafkavari haller bunlar. En sonunda gelmeyeceğine karar verip ustadan vazgeçmiştim. Neden gelmediğini ise, pencere demiri denen nesneler konusunda ayrıntılı bilgi edinebildiğim zaman anladım: Bir demir türü vardır ki, yalnızca bir kez kaynak değdirebilirsiniz; kesildi mi, yeniden takılamaz... Kısacası, benim demirlerden hayır yoktu ve demirci usta, bunu söylemektense beni oyalamayı yeğliyordu. Bu oyalamaya hangi adı verirseniz artık.
Bir başka olay, ortopedi ameliyatı geçiren bir yakınımla ilgili. Kırık ameliyat edilmişti ve bir süre sonra kaynaması bekleniyordu. Hastanelerde dendiği üzere "kontrole" gittiğimizde sıra beklerken, bölümün o sırada oradan geçen her doktoru hastayı hatırlayıp röntgenine baktı. Ama hiçbirinin ağzından tek sözcük çıkmadı. Tek bir sözcük bile. Sorularımız yanıt bulamıyordu; tıpkı buzdolabı ve demir ustaları gibi onlar da suskundu. Sonuçta yakınım yeniden, farklı bir yöntemle ameliyat edilecekti.
Eh, vardığım sonucu söyleyeyim artık: Bizim toplumumuzda, olumsuz olanı bir, başarısız kalınanı iki, söylemeye kimsenin dili varmıyor. Acaba uğursuzluğuna mı inanılıyor, böyle şeyleri dile getirmenin, yoksa mesleki dayanışma diğer her tür ilkenin önüne mi geçiyor?
Öte yandan, bazı açıklamalara bakıp, bu 'dili varmama' durumunu yeğleyecek gibi oluyorum neredeyse: Konuşup da "Bizim tarihimizde asimilasyon yoktur" gibi şeyler söylemelerindense, hiç konuşmamaları evla değil midir diye soruyorum. Konuştuklarında böyle şeyler söyleyeceklerse, konuşmamaları evla değil midir diye...
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
Kayseri'de
"Kardeşimin Katilini Şehrimde Görmek İstemiyorum" sloganıyla
başlatılan kampanyayla ilgili olarak bu sütunda soru yönelttiğim muhataplardan
yalnızca biri açıklama gönderdi: CHP Milletvekili Dr. M. Şevki Kulkuloğlu.
Kulkuloğlu,
nedense avukatı aracılığıyla gönderdiği, ama kendi imzasını taşıyan uzunca
mektubunda, "sporcu" sözcüğüne tek bir kez bile yer vermiyor,
eleştirdiğim ve on binlerce kişinin imzaladığı söylenen kampanya cümlesinin
içerdiği ırkçılık konusundaki fikrini hiç açmıyor. Söz konusu cümleye yalnızca
eleştirimi "talihsiz" bulduğunu belirtmek için değinmiş. Nedir tam
olarak "talihsiz" olan, bu da belirtilmiyor.
Benim,
kişileri değil, edimleri ve beyanları ırkçı olarak nitelediğim de
anlaşılamamış: "Şahsımı 'Irkçı' olarak nitelendirdiniz" diyor
Kulkuloğlu.
Daha
önemlisi, öğretmenlik ve öğrencilik deneyimi olan herkesin bildiği bir taktiğe
başvurarak, benim sorduğum soruyu yanıtsız bırakırken, sormadığım bir sorudan
söz edip onu uzun uzun yanıtlaması: "Bu toplantıya katılma gerekçelerimin
neler olduğunu sordunuz" diyor Kulkuloğlu. Hayır, sormadım. Böyle bir
cümlem olmadığı gibi, yazdıklarımdan böyle bir yorumun elde edilmesi de
olanaksızdır.
Tahmin
edilebileceği üzere, Kulkuloğlu kendi kendisine sorduğu bu soruya yanıt
makamında, vahim bir Türkçe kazası olan "sözde soykırım iddiaları"
sözüne dayalı resmî tezleri yineliyor.
Ah
ezbercilik!
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
İngilizcesi 'Szechwan', Fransızcası 'Se-Tchouan', Almancası 'Sezuan'. Çin'deki bir bölgenin adı. Peki Türkçesi ne?
Geçen yıl orada bir deprem olunca Türkçede adı yokmuş gibi "Siçuan" dedi bütün basın. Şimdi depremin yıldönümünde aynı ad kullanılıyor. Oysa Brecht'in ünlü oyunu "Sezuan'ın İyi İnsanı"yla birlikte, Sezuan denmişti. Demek oyun unutuldu, İngilizce üstün geldi, bölge yeniden adlandırıldı.
===================================================================
[21.5.2009 tarihli Radikal.]
Hukuka saygılıyız
"Hukuka saygılıyız" sözü birtakım ağır tartışmalardan sonra devletin en "yüksek" makamlarının ağzından işitilip dikkat çektiğinde, vakitlerden 367 vaktiydi. Onun ardından, yakın zamanlara kadar, epey işittik bu sözü.
Fazla yinelenen her söz, ilgili olduğu alanda bir olağandışılığın varlığına işarettir. Fazlalığın ölçüsü ise, karşılaştırılabilecek koşullardaki benzer veriler. Yerleşik bir demokraside kimse kalkıp "hukuka saygılıyım" demek gereğini duymaz, çünkü saygılı olmamak da mümkünmüş anlamı çıkabilir bu sözden; hukuka saygı zaten elde birdir. Birisi bunu ayrıca belirtiyorsa, özel bir durum, bir eksiklenme olduğu anlaşılır ve dikkatler orada yoğunlaşır.
9 Nisan tarihli "Linç" başlıklı yazıda diyordum ki yargı erki, hukuk ilkesini ne derece içselleştirmiş olduğunu 367, 301 gibi meselelerde gösterdi. Dikkat edilirse, bu iki hükmün ortaya yapılmasından, pardon vazedilmesinden bu yana altlarına bir dizi vakanın eklendiği görülebilir. Başka bir deyişle, 367 listesi ve 301 listesi adını verebileceğimiz iki ana liste oluşmuş durumda.
301 listesine eklenen son vaka, Yargıtay Genel Kurulu'nun Orhan Pamuk'la ilgili kararı oldu. Bu kararla birlikte, Hrant Dink cinayetini de içeren 301 listesi artık tartışılmaz bir biçimde "linç listesi"dir. Kararı alanlar bütün bunları düşünüp sonuçlarının neler olabileceğini gözlerinde canlandırdılar mı bilemiyorum. Düşünmedilerse, durum vahim demektir. Düşündülerse, daha da vahim. Adaletin intihar etmekte olup olmadığı sorusunu akla getirecek nitelikteki hükümlerden biri bu.
367 listesine yeni eklenenler ise, DTP milletvekillerinin ifade vermek üzere sıkıştırılması ve Cumhurbaşkanı'na yönelik işlem oldu. DTP'liler, benzer durumdaki diğer milletvekillerinin ifade vermeye çağrılmadığını açıkladılar. Eğer DTP'liler yanılmıyorsa, yani onlara karşı bu noktada da ayrımcılık uygulanıyorsa, uygulayanlar için yukarıdaki soruyu sormak gerekiyor: İşlem kararlaştırılırken sonuçları düşünüldü mü? Düşünülmediyse, bir kez daha, durum vahim. Düşünüldüyse, daha da vahim.
367 listesinin niteliği herhalde açıktır: Mücadelede alan yitirdikçe, elindeki her tür aracı devreye sokarak ilkesizce kulanmak, amacın aracı mubah kıldığı bir yola sapmak, Makyavelizme rahmet okutmak. Düşünsel ya da ideolojik açıdan tipik bir tavırdır: Sovyetler'in Çekoslovakya'da ve Afganistan başta olmak üzere pek çok olayda içine düştüğü durum buydu. Çapsız yöneticiler her sıkıştıklarında ikna yöntemi yerine askeri, idari ve adli araçlara başvurdular. Sonuçta yalnızca hedef alınanları değil, hedef alanları da yok edebilen bir çıkmaza girdiler. 367'nin açtığı yol, bu yol.
Ergenekon davasının yeri neresi peki bu vakalar arasında?
Ergenekon giderek bir miktar 367 niteliği kazandıysa da, hukuken altı boş, zorlama ya da zamansız bir dava değil. Tam tersine: Kimse bu ülkede 2000 küsurlu yıllarda dört koldan darbe hazırlığı yapılmadığını söyleyemez. Davada gerçek bir darbe girişimi yargılanmaktadır ve bu, yaşamsal önemde bir gelişmedir. Ergenekon'la ilgili sorun, davanın hukuken altının boş olması değil, giderek fazla doldurulmuş olmasıdır ve 367 listesinde ancak bu ikincil yanıyla, ayraç içinde yer alabilir.
Hukuka saygılıyız beyanları 367 formülüyle birlikte başlamış ya da artmıştı. Bir hukuk krizine doğru gidişin sinyalleriydi o beyanlar. Son vakalarda ise "hukuka saygılıyız" beyanının yerini yargının siyasallaştığı yakınmaları aldı, güven bunalımı açığa çıktı, hukuk krizi bütün öğeleriyle ortaya serildi.
Bu kriz elbette gökten düşmedi, belki de daha geniş, daha temel nitelikteki "kültürel kriz"in ürünü olarak ortaya çıktı. Bir yandan o temel üzerine düşüneduralım, diğer yandan bence şimdi yapılması gereken, akil hukukçuların ağırlık koyması, hukukun "hak" kavramına dayandığını hatırlatması ve demokratik yenilenmeden yana olan tüm güçlerin onları desteklemesidir.
Kültürel
kriz kavramıyla ilgili iyi bir kaynak: Allan Megill, "Aşırılığın
Peygamberleri", çev. Tuncay Birkan, Ayraç Kitap.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Birbirine
karışanlar
*
apaçık/
göz göre göre
"Apaçık" sözcüğü bir felsefe
terimi. Oysa gündelik dilde, felsefi açıdan hiç de "apaçık" olmayan
durumlar için kullanılmaya başlandı bu sıfat: "apaçık yasaları çiğneyen",
"apaçık suçlar işlenirken" örneklerindeki gibi. Sanıyorum bu tür
kullanımlardaki kasıt, "göz göre göre"dir: "Yasaları göz göre
göre çiğneyen", "göz göre göre suç işlenirken" vb. Her şey
felsefedeki anlamıyla bu kadar "apaçık" olsaydı, hukuk başta olmak
üzere pek çok disiplinin işi epey kolaylaşırdı.
*
sivil
itaatsizlik/ kampanya
Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, "sivil" kavramının çeşitli kullanımlarını
birbirine karıştırıyor. Şöyle diyebiliyor örneğin: “Yalan yanlış haber yapan
gruplara karşı partimin üst kurullarıyla konuşurum, gerekirse sivil itaatsizlik
yaparız (...) Sivil inisiyatif kullanma hakkım yok mu?” (19.3.2009 tarihli
Milliyet gazetesi)
Başbakanlar,
"sivil itaatsizlik" yapamaz oysa. "Sivil inisiyatif"ten de
söz edilemez onlar için. Çünkü "sivil itaatsizlik" ve "sivil
inisiyatif" kavramları bağlamında "sivil"den kasıt, "devlet
dışı"dır: Bırakınız başbakanlık sıfatını, herhangi bir devlet mensupluğu
sıfatıyla bile "sivil" olarak hareket edemezsiniz. Kısacası kişi bu
bağlamda hem başbakan, hem de sivil olamaz; ikisinden birini seçmesi gerekir.
Başbakanların
"sivil" sıfatını taşıyabileceği tek bağlam, "asker-sivil"
eksenidir. Başbakanlar yalnızca "asker-sivil" ayrımı açısından sivil
sayılır; tıpkı asker olmayan diğer devlet görevlileri gibi.
*
salım/
salınım
'Salınım'
sözcüğü, sarkaç hareketinin adı. 'Salım' sözcüğü ise, gaz yayılımı anlamına
geliyor. Sözgelimi, sera gazı için, "salınım" değil,
"salım" demek gerekiyor: "Sera gazı salımı".
*
üstlenmek/
üslenmek
'Üslenmek'
fiilinin anlamı, üs kurmak, belirli bir yerde etkinlik merkezi oluşturmak.
'Üstlenmek' ise, bir edime sahip çıkmak ya da taahhütte bulunmak anlamına
geliyor.
===================================================================
[28.5.2009 tarihli Radikal.]
Akyaka'da edebiyat
"Neden anadilinizde değil de İngilizce yazıyorsunuz?" Bombay'dan gelip, 22 Mayıs Cuma günü Muğla Üniversitesi'nde IV. Akyaka Uluslararası Edebiyat Günleri'nde şiirlerini okuyan Arundhathi Subramaniam'a dinleyicilerden gelen ilk soru bu oluyor.
Sanıyorum, dinleyicinin aklındaki karşılaştırma öğesi, Elif Şafak'ın bir romanını İngilizce yazmasıydı: Kimseden, Subramaniam'ın durumunu Kürt yazarların Türkçe yazmasıyla karşılaştırabileceğimize ilişkin bir fikir işitmedim.
Şair, yanıtına bunun en çok karşılaştığı sorulardan biri olduğunu söyleyerek başlıyor ve devamında, anadilinin İngilizce olduğunu söylüyor. Ailesinin hayli geniş olduğunu, anne baba tarafından dört ve beş kuşaktır İngilizce konuşan bir sülaleden geldiğini, ailede bunun dışında da çeşitli anadillerinin konuşulduğunu ekliyor.
Yıllar önce Semra Somersan da yazmıştı: Hindistan gibi eski sömürgelerde ve batı metropollerinin banliyölerinde, çok sayıda kendine özgü İngilizce oluşmuş durumda. Bunlardan bir bölümü anadili olarak konuşuluyor, bir bölümü ise belirli ticaret ya da meslek ortamlarına özgü, sınırlı iletişim araçları olarak. Anadili niteliğini kazanmış olanlara dilbilimciler "kreol" adını veriyor: İngilizcenin kreolleri var, Fransızcanın var, diğer sömürgeci ülke dillerinin var...
Subramaniam, "Bu, benim İngilizcem; onu kendime göre biçimlendirebiliyorum" diyor. Ancak, kitabına bakıyorum, yazdığı İngilizce pek de kreol denebilecek türden değil. Söyleyişindeki 'yabancı'lık, yazısına yansımıyor.
Bunu kendisine de söylüyorum. Yanıt olarak, "Günümüzde metropoller bizim ille de yerel bir dille yazmamızı, yerel olanı bir biçimde ilginç kılmamızı istiyor" diyor: "Benim içinse önemli olan, kendi söyleyeceklerimdir. Bunun içinde yerel olanın yeri olabilir ya da olmayabilir."
Gerçekten de, Subramaniam'ın bize okuduğu iki nefis şiirden biri, "Kış, Delhi, 1997" başlıklı olanı, bir tür kuşak çatışması çerçevesinde Hintli dede ile torunu arasındaki gerilimli bağımlılığı anlatıyor. Dede milliyetçi bir tonda Hintlilikten dem vurduğunda, ergen yaşlardaki torunu, bir Pakistanlı kriketçiye âşık olma tehdidinde bulunmaktadır. Şiirde konuşan genç torunun bakış açısı ve lirizmi, Kıbrıslı şair Neşe Yaşın'ın şiirlerinde konuşan genç kadınınkini çağrıştırıyor.
Subramaniam'ın söz konusu şiirindeki evrensel ruhun ortaya çıktığı nokta, aile kütüğündeki yerimizin tam bir yazgı oluşuyla ilgili.
Şairin diğer şiirinin, daha kısa olan "Ev" başlıklı olanın ise hiç yerel yanı yok.
Subramaniam, Neşe Yaşın ve Finlandiya'dan gelen Sanna Tahvanainen: Bu üç şairin şiirleri arasında, bağımsız bir kadın olma, dünyalılık, kendi düşünsel seçimlerine ağırlık verme duygusunun yüksekliği gibi ortak noktalar sezilebiliyor. Bunun bütün toplumsal içerimlerinin bilincinde olarak ve sorumluluğunu üstlenerek.
Şiir anlayışları arasında da ortak noktalar var bu üç şairin. Bunların başında, yalın dilleri ve anlatı şiiri yazmaları geliyor. Neşe Yaşın'ı tarife herhalde hacet yoktur. Sanna Tahvanainen'e gelince, o da bir ada insanı: Finlandiya ile İsveç arasındaki bir adada yaşıyormuş. Fince değil, İsveççe yazıyormuş, çünkü Finlandiya'da yaşayan İsveçli azınlığa mensup. Ve sipariş üzerine de şiir yazabildiğini söylüyor. Bize okuduğu uzunca şiir, adasının Finlandiya'ya katılmasının yakında anılacak olan iki yüzüncü yıldönümüyle ilgili olarak sipariş edilmiş kendisine. Şiirin başarısı, bence, hem bir ada nüfusunun, hem de bir bireyin, dışlanmışlık ve kendini kabul ettirme deneyimini güçlü bir biçimde kavramamızı sağlamasından geliyor.
Üç kadın şairden başka, Akyaka Edebiyat Günleri'nin Çinli konuğu Li Li'den de söz etmeliyim. O da anadili açısından özel bir konumda. Li li, uzun süredir İsveç'te yaşayan ve bazen İsveççe, ama en çok Çince yazan bir şair. Bu durum sorulduğunda, İsveççe yazarken kendini belirli duvarlar arasında hareket eder gibi hissettiğini söylüyor: "Çince yazarken ise, böyle bir kısıtlılık yok; suda balık gibiyim". İsveç tarihini bilmediğini, bilse bile derinden hissetmediğini söylüyor Li Li. Ve benim aklıma elbette tıpkı Li Li gibi uzun süre bir İsveç sürgünü olarak yaşamış arkadaşlarım ve Mehmed Uzun geliyor.
Li Li'nin bize okuduğu şiir, bir erkek şairin, kadınlarla eşduyum kurma çabasını içermesi açısından önemli. "Çinli Bir Adamla İlişkiye Girmek" adını taşıyan şiirin gücü, anlatımındaki erkeksi enerjiyi, kadının yararına olacak bir bilinç düzeyine yöneltmesinden geliyor diyebilirim.
IV. Akyaka Edebiyat Günleri'nin onur konuğu ve panelin konusu, Leyla Erbil'di. Gerçek bir ezber bozucu ve tabu kırıcı olan büyük Leyla Erbil'in konuşması da aynı nitelikleri taşıyordu: "Kürsü"den konuşmakta olmaktan duyduğu rahatsızlığı ve kürsü kavramını sorguladı.
Metinler kitap haline getirilince tümü okunabilecek. Akyaka Edebiyat Günleri'nin her yıl kitaplaştırıldığı bildirildi.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Fransız dilciler telaşta! Gençlerin imla bilgisi hızla azalıyormuş. Sıfır çekenlere ilişkin veriler kötü.
İki neden düşünüyor ilgililer: 1) Çetleşme alışkanlığının üstün gelmesi, 2) İlk ve orta öğretimde yeterince yazı çalışması yapılmaması.
Herhalde yabancısı olmadığımız sorunlar bunlar.
Okullar hapishaneye benzediğinden olmalı, çocuklar kendilerini 'dışarıda' hissettikleri an, dağıtıyorlar. Denetimsiz ortamlarda nasıl abur cubur yiyorlarsa, aynı biçimde abur cubur yazıyorlar.
Bunun özgürleştirici ve yaratıcı bir yanı var elbette. Eskilerin dediği gibi, zarf değil mazruf önemli meselesi de var. Kaldı ki, mazruf durmadan değişiyor vb.
Gelgelelim, kimsenin bozuk bir imla ve anlatımla modern bilim, mühendislik, tıp, ruhbilim, felsefe, toplumbilim vb yapmayı deneme cesareti yok.
===================================================================
[4.6.2009 tarihli Radikal]
İki büyük etikçi
İkisi de 1931 yılında doğdular.
İkisinin de ilk öyküleri 1956 yılında yayımlandı.
İlk kitapları 1959'da çıktı ikisinin de.
1968'de birinin ikinci, diğerinin üçüncü kitabı yayımlandı.
Ondan sonra ayrı yıllarda kitap yayımladıkları olduysa da, 1977'de ve 1997'de aynı yıla denk geldi yeni kitapları.
İkisi de edebiyatta, Arif Damar'ın deyişiyle bir "külliyen ret" anlayışında oldular. "Gelenekten yararlanmak" şöyle dursun, her tür "gelenek"ten devrim niteliğinde bir kopuşla ayrılmayı önemsediler; "gelenek"ten ancak kopulacak bir köhnelik olması yönünden yararlandılar. Bu tavrı dünya edebiyatında "modernist" başlığı altına yerleştirebiliriz, ama başka hiç kimsenin Ece Ayhan olmadığını ve başka hiç kimsenin Leylâ Erbil olmadığını, olamayacağını bilerek.
İkisinin de dilde retçiliği, daha geniş bir etik anlayışın bileşenidir: Diğer alanlar gibi dilin de altını üstüne getirebilmek için.
İkisi de eksiltili yazmıştır. Ece Ayhan çok daha eksiltili bir dil kullanıyorsa, bunun nedeni onun projektörlerini tarihe çevirmiş olmasıdır. Burada tarihten kasıt, toplumsal tarih ve bireylerin tarihidir. Uzun anlatı olarak değil, noktasal veri olarak tarih. Ece Ayhan, kendi seçtiği bireylerin tarihlerine noktasal projektörler tutup o noktaları bir araya getirerek yazmıştır şiirini. Değneğini yalnızca her tür verili tarihin dışladığı bazı gerçek kişi ve olgulara, 'dünyanın lanetlileri'ne, 'hayatın arka bahçesi'ne değdirdiğini, bu değmeleri ise herkesin anlayıp rahata ereceği bir bütün içinde dile getirmeyi reddettiğini söyleyebiliriz. Ece Ayhan'ın şiirlerini biçimlendiren bakış açısı ve etik anlayış budur.
Leyla Erbil ise, bir kurmaca dolayımıyla, doğrudan insan ilişkilerindeki ikiyüzlülüğe odaklanır. Bunu yaparken hem ikili ve çoklu, hem de tekil insan ruhu içindeki çelişkili ve çatışmalı yaşantıları sorunsallaştırır. Bütün bunları 'kadın bakış açısı'ndan görmeyi önemsemesi ile de Ece Ayhan'dan ayrılır. Ece Ayhan'da dolaysız ve dışsal bir biçimde tarihsel olan bakış açısı, Leylâ Erbil'de dolayımlı, içsel ve günceldir.
Bir belirleyici özelliği daha vardır Leylâ Erbil'i farklılaştıran: Dönüşlülüğü; zihnin kendine de bakması. Sinemada Nuri Bilge Ceylan'la, özellikle onun "Uzak" adlı filmiyle ortaklaşır bu yönden. Her ikisinde de, eleştirilen birincil hedef kadar, eleştiren anlatıcı da hedeftedir.
Leylâ Erbil'in "Bir Kötülük Denemesi", Ocak 2003 tarihli geceyazısı dergisinde yayımlanmıştı, Ece Ayhan'ın ölümünden kısa bir süre sonra. Metin hızla okundu, heyecanlanıldı ve güncellikle arasındaki mesafeyi algılamakta güçlük çekildi. Metindeki şair Tanrıçay'ı Ece Ayhan olarak okumamak olanaksızdı. Metinde anlatılanlar da, Ece Ayhan'ı kişi olarak yakından bilen herkese fazlasıyla tanıdık ve gerçek gelmişti. Gelgelelim, yazarak tarihe geçirmek doğru muydu acaba bütün bunları? Ece Ayhan daha yeni ölmüştü, neden sağlığında söylenmeyenler arkasından yazılıyordu? Bunlar düşünüldü, konuşuldu, ama yazılmadı. Kimsenin heyecanı, metni iyi okuyacak ve üstüne yazacak kadar yatışmamıştı. Kişisel olarak, o ilk okumada "Bir Kötülük Denemesi"nin başlığını 'Kötülük Üstüne Bir Deneme' gibi anlamış olmadığımdan bile emin değilim.
Sorulacak soru şuydu sanıyorum: Araçsallaştırmış mıydı Erbil, edebiyatın sunduğu olanakları? Kim olduğunu edebiyatla ilgilenen herkesin anlayacağı birini sanık sandalyesine oturtup mahkûm etmekle edebiyatı bir tür intikam aracına dönüştürmüş olmuyor muydu?
Şimdi araya zaman girdikten sonra, şunları söylemek gereğini duyuyorum: Onların ikisinin de edebiyatları, Erbil'in "Bir Kötülük Denemesi"nde giriştiği sorunsallaştırmayı vazgeçilmez ve kaçınılmaz kılıyordu. Leylâ Erbil bu denemede üç şeyi birden sorunsallaştırıyor: 1) Tanrıçay karakterinin tutum ve davranışlarını, çevresiyle olan ilişkilerini; 2) Anlatıcının tutum ve davranışlarını; bir okuru ve arkadaşı olarak Tanrıçay'la olan ilişkisini; 3) Gündelik yaşamda etik açıdan çelişkili ve aşağı düzeylerde gezen birinin yarattığı edebiyatın, değerinden kaybedip kaybetmeyeceğini; edebiyat yapıtının, yaratıcısından bu kadar kopuk düşünülüp düşünülemeyeceğini... Bu sorgulamalar, ilgili güncelliklerden haberdar olanlar kadar, olmayanlar için de temel önemdeydi.
Tanrıçay gerçekten de Ece Ayhan mıdır bu durumda? Sanıyorum, "Bir Kötülük Denemesi"ni bir Ece Ayhan eleştirisi gibi okumak, olabilecek en ilkel edebiyat okumalarından biridir. Her şey bir yana, metnin her uğrağında, gerçeklik ile anlatılanlar arasında ince bir pay, bir aralık bırakılmıştır. İkinci sayfada yer alan "ulusça seferber olmuş, tüm varlığımızı cömertçe aktarıyorduk Tanrıçay'a" cümlesindeki ve daha sonraki abartılar başta olmak üzere, dolayımı açıkça belli eden bir tekniğe başvurulmuştur. O pay, metni etik bir sorgulamaya dönüştürmüştür, çünkü aynı pay, Tanrıçay kadar, anlatıcı için de geçerlidir. Anlatıcının Tanrıçay'a yaptıklarının, çay içirme sahnesindeki söz ve davranışların, Erbil'e ait olmadığını biliyoruz. Böyle bir aidiyeti metnin iç mantığı reddetmektedir. Erbil, güncellikte yaşanması anlatıcının zihni dahil zihinlerden geçmiş olabilecek "kötülük"leri en küçük kırıntısına kadar, deyim yerindeyse bir etik aktivisti olarak sergilemenin, sergileyerek sorunsallaştırmanın bir yordamını arayıp bulmuştur: Metindeki Tanrıçay konusunda ne kadar acımasızsa, "'ben' anlatıcı" konusunda da o kadar acımasızdır. Bütün kötü okuma risklerini, "'ben' anlatımı" yoluyla üstlenmiştir.
Kötü okuma riskleri büyük ölçüde gerçek oldu. Kimse yazmadı dedim ama, sonradan öğreniyorum: Hürriyet gazetesi yazmış o zaman. Bulup okudum: Okuma sınavında sınıfta kalmaktan öte bir şey Hürriyet'inki; ibretlik bir paparazi olayı. Metnin bütün dolayımını sıfıra indirip edebiyatı hiçe sayan bir yazı. Görebildiğim kadarıyla, imzasız.
Evet, yazarının niyetinden bağımsız olarak, hem bir okuma sınavı, hem de edebiyatın sınırlarına yöneltilmiş bir meydan okumadır "Bir Kötülük Denemesi". Erbil'in, metni sonradan, 2005'te yayımlanan "Üç Başlı Ejderha" adlı novellasına yerleştirmesi, ilk çeşitlemesinin bütün açılardan taşıdığı özgün önemi daha da artırmıştır. Boşuna "differance" demiyordu adam.
[11.6.2009 tarihli Radikal.]
Akıncılar ve olimpiyatları
"Türkçe Olimpiyatları" adıyla düzenlenen gösterilerin önde gelen özelliği nedir?
Kişisel olarak şimdiye değin işin yalnızca gösteri kısmını, televizyonda rastladığım kadarıyla izleyebildim. Bir de internete bakıp "tertip heyeti"ni gördüm. Manzaradan, AKDTYKTDK ile yakın ilişki içinde bir dil anlayışı okunuyor. "Tertip"çilerin arasında, "yaşam" sözcüğüne (evet, bir sözcüğe; 22.7.2003 tarihli Tercüman gazetesindeki yazısında) "lağım faresi, süprüntü, zibidi" diye küfredebilen Yavuz Bülent Bakiler'e ödül verenler de var. Umarım Bakiler o yazısından ötürü özeleştiri yapmıştır...
Bu öğretim etkinliklerini düzenleyenlerin Fethullah Gülen'e bağlılıklarıyla tanımlanan okullar olduğu biliniyor. Murat Yetkin'in 7 Haziran tarihli Radikal'de yazdığına göre, Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanlığı döneminde bu okullar Romanya, Arnavutluk, Türkmenistan, Kazakistan gibi ülkelerde İngilizce modern eğitim veren tek okul konumunda imişler. Veli toplantılarında o ülkedeki ABD Büyükelçisi'ne, Rusya Büyükelçisi'ne ve ülkenin yüksek bürokratlarına rastlanabiliyormuş. Murat Yetkin, diğer gazetecilerle birlikte, Türk askeri ateşelerinin de çocuklarını o okullara gönderdiğine ve okul girişlerinde, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nce verilmiş plaketlerin Atatürk köşelerinde sergilendiğine "biraz şaşırarak" tanık olduklarını yazıyor. Çokboyutlu okullar vesselam.
Bu dil derslerinin taşıdığı kültürel içerik nedir ve "Türkçe Olimpiyatları" adıyla düzenlenen gösterilere ne derece yansıyor bu içerik?
Fethullah Gülen'in zihnimizde en çok yer etmiş görüntülerinden biri, ta içinden ağladığı, tekrar tekrar gösterilen bir gizli video çekimiydi. "Türkçe Olimpiyatları" adıyla düzenlenen gösterileri izleyen devlet adamlarının da ağladıkları yazılı, ilgili internet sitesinde. Bu, tek başına alındığında ille de olumsuzlanacak bir durum değil elbette: Kendini ağlamakla ifade eden ruh durumlarının bin bir türü vardır ve ağlamaya cesaret eden erkekler genellikle belirli bir derinlik izlenimi uyandırır, en azından benim için böyledir.
Ağlayanlar arasında Başbakan'ın adı geçmiyor. Onun bu yıl ne dediğini, 6 Haziran günü akşam haberlerini izleyenler fark etmiştir. "Türkçe Olimpiyatları"ndan söz ederken, "Osmanlı akıncıları" dedi Başbakan. Düzeltecek mi diye baktım, hayır düzeltmedi. Tam tersine, yineledi.
Evet, "Türkçe Olimpiyatları" adıyla düzenlenen gösterilerin etkileri bunlar. Sormadan edemiyorum: Genel bir düzlemde, "Türkçe edebiyat" ya da "Türkçe müzik" denince aklımıza gelen örnekler bu gösterilerde sahnelenenler midir? Temsil niteliği taşıyan ton, bu gösterilerdeki ton mudur?
İzleyebildiğim kadarıyla, gösterilere gitgide artan bir hamaset ile melodramatik tonlama egemen. Bağlam göz önüne alındığında, bu gösterilerin adı "Türkçe Olimpiyatları" değil, "Melodramatik Türkçe Olimpiyatları" olabilir ancak.
Sorunu derinleştiren nokta, melodramın çocuklara taşıtılmasıdır sanıyorum. "Türkçe" adı altında, "Bir yangının külünü/ Yeniden yakıp geçtin", "Üzülme Anne" türünden erişkin şarkılarının, yaşları 12 ile 16 arasında değişen çocuklara, üstelik son derecesine kadar zorlanmış tonlarda söyletilmesidir: Çocuklara birer Genç Werther rolü verilip karşılarında heyecandan ağlanması...
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
"Günlük" gazetesine kapatma cezası, gazeteci Nedim Şener'e Hırant Dink cinayetiyle ilgili bir kitabından ötürü toplam 28 yıl hapis cezası istemiyle dava, büyük şair Apollinaire'e müstehcenlik suçlaması...
*
Peru Devlet Başkanı Alan Garcia'nın, Amazon ormanlarını sömürgecilerden korumak için canlarını dişlerine takan yerlileri "terörist gibi davranmakla" suçlaması (9 Haziran tarihli gazeteler)...
===================================================================
===================================================================
Aheste meseleler
___________________________________________________________________________
Sözel dilin beni yıllar yılı yanılttığı bir örnekten söz edeceğim. Mevsimidir.
Yüzmeyi bir yüzme hocasından değil de benim gibi sağdan soldan öğrenmeye çalışanların çok işittiği bir sözdür: "Dizini kırmayacaksın".
Diyelim suyun üstünde durmayı becerdiniz. Ama bu yetmez; ne kadar çırpınsanız, suda yol almayı beceremezsiniz. Şu mereti öğrenemedim gitti diye yüzme bilenlere yakındığınızda, hepsi aynı aklı verir size: "Sen dizini kırıyorsundur, kırmayacaksın".
En azından, benim için böyle oldu. Yıllar boyu, ne zaman üç beş gün deniz yüzü görsem, dizlerimi sopa gibi düz tutacağım diye kasıldım durdum, hızım kaplumbağayı geçemedi. Bir gün, bana söyleneni değil de gözümün gördüğünü esas almayı akıl edebilmiş olmalıyım ki televizyonda yüzme yarışlarına baktım ve iyi yüzenlerin kırmadığı şeyin diz değil, ayak bileği olduğunu fark ettim: Yüzücüler, tıpkı balerinler ya da uçmakta olan kuşlar gibi, ayaklarını arkaya doğru, gergin bir biçimde uzatıyorlardı. Yani yürümekten çok, uçmaya benziyordu yüzme dediğimiz hareket.
Gözlemimi uygular uygulamaz, yüzme bilenlere dahil oldum. Hâlâ dizleriyle uğraşan varsa, duyurulur.
*
"Kesin ama fazla kısaltmayın"
Saçınızı kestireceksiniz. Ancak, fazla kısalmasını da istemiyorsunuz. Böyle bir durumda, kuaför elemanına ne dersiniz? "Kesin ama fazla kısaltmayın."
Gelgelelim, böyle dediğim her kuaförde kuşa döndürülmüşümdür. Surat asmak, ben size fazla kısaltmayın dememiş miydim diye sitem etmek, işe yaramaz. Bir dahakinde yine aynı şey gelir başınıza, her iki anlamıyla da!
Buradaki dil sorununu da yıllar sonra, yine orada yaşananlara bakarak fark ettim. Benim istediğim saç kesimi için, kuaför dilinde başka bir fiil kullanılıyordu: "Uçlarından almak". Böyle değil de yukarıda belirttiğim gibi "kesin" diye başlayan bir şey söylediğiniz anda, "kesmek" fiilini duyan kuaför, bu fiile kendi jargonundaki anlamı veriyor ve o aralar hangisi modaysa, saçınızı bir çırpıda o modele göre kesiyordu.
===================================================================
[18.6.2009 tarihli Radikal]
Türkiye, iktidar
K. Murat Güney'in derlediği "Türkiye'de İktidarı Yeniden Düşünmek" adlı kitap, yeni ve geniş 'iktidar' kavramını uygulama yönündeki katkılardan oluşuyor. Kitabın önsözünü ve en sonda yer alan "AKP ve Türkiye'de 'Yeni' İktidar" başlıklı yazıyı K. Murat Güney yazmış.
'İktidar' kavramı Michel Foucault tarafından devrim niteliğinde bir değişikliğe uğratıldığında bundan ilk yararlananlar feministler ile liberterler oldu, onlar da başka akımları, giderek 'çağın ruhu'nu etkilediler. Güney'in deyişiyle, "kendi başına bir mesele olarak" (s. 9) 'iktidar'dan kasıt yalnızca genellikle 'siyasal iktidar' dediğimiz, devleti yöneten güç değil. Onu da içermek üzere, yaşamın tüm alanlarında, makrosu ve mikrosuyla türlü biçimlerde işleyiş halinde olan bir ilişkiler ağı.
Önsöz'de, hareket noktasını ve esin kaynağını belirtiyor Güney: Meltem Ahıska'nın 1999 yılında Defter dergisinde yayımlanmış olan "Türkiye'de İktidar ve Gerçeklik" başlıklı yazısı. Bu yazı aynı zamanda derlemenin çerçeve yazısı konumunda. Kitapta Ahıska'nın "Arşiv Korkusu ve Karakaplı Nizami Bey" başlıklı bir çalışması daha yer alıyor. Altbaşlık: "Türkiye'de Tarih, Hafıza ve İktidar".
Diğer dokuz katkıdan her biri farklı bir alanla ilgili ve hepsi de güncel boyutu olan yazılar: Nurdan Gürbilek, Türk edebiyatında Avrupa imgesinin aldığı biçimleri ("Uysal Bakire, Yutucu Dişi, Fetihçi Oğul"), Dicle Koğacıoğlu verili adalet mekanizmasına değişik kesimlerden kişilerin bakış tarzını ("Bir İstanbul Adliyesinde Davranış Kalıpları, Anlamlandırma Biçimleri ve Eşitsizlik"), Ferhunde Özbay gençlik ve nüfus meselesini, Yasemin İpek Can sivil toplum kuruluşlarını, Özlem Göner Alevi kimliğinin dönüşümü temelinde "İktidarın Farklı Yüzleri"ni, Fırat Bozçalı "'İdare' Etmek" kavramı temelinde Kürt sorununu, T. Balca Arda "Yeni Bir Hegemonik Savaş Alanı" olarak TRT6'yı, Esra Gedik, "Orduya Annelik Yapmak" kavramı çerçevesinde "Türkiye'de Şehit Anneleri"ni çözümlüyor.
Çözümlemek, bu kitabın yöntemi açısından temel kavramlardan biri. Güney'in titizliği, "incelenen konuların karmaşıklığını ortaya koyan çoğul ve çekişmeli bir tartışma"ya dikkat çekmesi de tam isabet (s. 8). Ama keşke, "'... son kertede başarısız otoriter devlet' imgesi"nin kabul gördüğü çevrelerden söz ederken (s. 10), 1960'lı yıllarda "ceberrut devlet" kavramıyla düşünmüş olan Mehmet Ali Aybar gibi sosyalistleri unutmamış olsaydı.
Bu arada, "daha keskin bir muhalefeti nasıl örebileceğimizi elbirliğiyle [düşünmek]" gibi bir amaçtan da söz edebilen söylemi, Güney'in sunuşunu hayli ayrıksı kılıyor. Öğrenilecek ve tartışılacak noktaların yanında, düşünsel çabalarda pek az rastlanan, romantizm bile denebilecek bir tür paradoks, naif ve sempatik bir duygu var bu "keskin muhalefet"li söylemde.
===================================================================
Barış sorusu
___________________________________________________________________________
Yüksel Mutlu neden tutuklandı?
Yüksel Mutlu, yıllardır İnsan Hakları Derneği'nde ve Barış Meclisi'nde çalışan, en çok da KADER, Barış İçin Sürekli Kadın Platformu, Kırkörük Kooperatifi gibi, kadınlara yönelik çalışmalarda yoğunlaşan bir emekli öğretmen. Genç emeklilerden.
Üç hafta kadar önce tutuklandı Yüksel Mutlu; DTP'lilerle başlayıp KESK'lilerle devam eden geceyarısı baskınları sırasında.
Onun gibi, barıştı, kadındı, özellikle de "bölge"ydi, uğraşıp duran biri gözaltına alındığında ya da tutuklandığında, akla gelebilecek ilk sorulardan biri, yasadışı bir iş yapıp yapmadığı sorusu mu olmalıdır? Elbette hayır, ama galiba öyle oluyor. Böyle bir olasılık geçebiliyor akıllardan. Öyle ya, neden diğerleri değil de o?
Belki de bu sinsi sorular nedeniyledir, böyle durumlarda kıyamet koparılmıyor, arkadaşlarınızdan bazıları her şeyi göze alıp size sahip çıkarken, bazıları da gezme tozma planlarında bile değişiklik yapmayabiliyor. Psikolojik harekâtlar için tam da aranıp bulunamayacak koşullar; tıpkı şu son "belge" olayındaki gibi.
Ben, gözaltı işleminin bir psikolojik harekât taktiği olarak kullanılabildiğinin kişisel tanıklarından biriyim. Konuyu geçen yıl, TTB (Türk Tabipleri Birliği) Genel Başkanı Gencay Gürsoy'un gözaltına alınması dolayısıyla yazmıştım. Bildiğim bir başka örnek olarak Nihat Behram'ı da anmıştım (10.7.2008 tarihli Radikal). Şimdi de barış çalışmalarına bizzat tanık olduğum bir insan hakları savunucusuna karşı aynı taktik uygulanıyor.
Bu uygulamalardan zarar gören yalnızca şu ya da bu yurttaşımız mıdır? Böyle olsa bile yeterince kötü olurdu ama, bunun yanında bir de, bu örnekleri uzaktan gören yurttaşların yurttaşlık ve demokrasi bilinci açısından, her iki anlamıyla da korkutucu sonuçlar doğuruyor bu uygulamalar. İnsanları terörize edip etkin tavır almaktan, mücadele etmekten alıkoyuyor.
Hedef de bu herhalde zaten: KESK gibi, TTB gibi mücadeleci örgütleri ve barış girişimcilerini sindirmek. En hafif olasılıkla, havuç-sopa politikasıdır bu uygulanan. En ağırıyla da, nazi partisinin yükseliş politikasının esası; rahibin dediklerini hatırlayınız: Komünistleri aldılar, ses etmedik, hatta iyi oldu dedik. Sosyalistleri aldılar, biz sosyalist değiliz dedik, ses etmedik. vb. vb...
Yüksel Mutlu'ya gelince. Kendisiyle bir Barış Meclisi toplantısı için Bitlis'e gittiğimde tanışıp arkadaşlık etmiştim ve bir fikre varacak kadar izleyebilmiştim onu: İyi bir insan hakları savunucusudur, yılların deneyimini her an hissedersiniz onun halinde. Bizim ülkemizde çok sayıda bulunduğu söylenemeyecek türden bir aydındır.
Şimdi tutulduğu Bergama M tipi cezaevinden yolladığı mektuptan öyle anlaşılıyor ki Yüksel Mutlu'nun neden tutuklandığı belli değil. Sorguda, tahmin edilebileceği üzere, en özel olanlar dahil her tür telefon konuşması üstüne yığınla soruya muhatap olmuş. Mardin'in Bilge Köyü'ndeki olayda neden koruculuk sistemini suçladığı, neden koruculuk sisteminin kaldırılmasını savunduğu, böyle konuları devlet bilir, sizi ilgilendirmez, mantığıyla sorulmuş hep.
"Bununla ne yapılmak isteniyor" diye soruyor şimdi Yüksel Mutlu. Ben, aklıma gelen iki olasılığı az önce yazdım, yineliyorum: En hafif olasılıkla, başta Kürt sorunu olmak üzere, havuç-sopa taktiği. En ağır olasılık ise, nazi partisinin yükseliş politikası. Her kim uyguluyorsa.
===================================================================
[25.6.2009 tarihli Radikal.]
Tarihyazımı
Takım elbiseli karizmatik ihtiyarlar, fantazmayla karışık yalanlar, zeytinyağı sendromuyla lekeli anılar...
Biraz ferahlık yani ufuk genişliği için, biri çok yeni, diğeri epey eski iki kitaptan söz edeceğim. Yenisinin adı "Tarihyazımı", yazarı Ernst Breisach, YKY, büyük boy, 578 sayfa. Günümüzün iyi bir düşünüründen beklenebileceği üzere, yaşanmış gerçekliği anlatmak savında olan tarihyazımına şimdiye değin önerilmiş başlıca yaklaşımları elden geçiriyor Breisach; "Radikal dilbilimsel yaklaşım" dahil (s. 421). Çeşitli disiplinleri enlemesine kesen esaslı bir monografi bu. Başka bir deyişle, tarihyazımının tarihi. "İki Milli Tarihin Yeniden Tanımlanması" ve "Dünya Tarihi Bilmecesi" gibi güncelliklerde de odaklanıyor. Dilcilere, felsefecilere... duyurulur. Az kalsın "politikacılara" diye ekleyecektim ama, onların kitaplara bakmaya vakit bulamadıkları geldi aklıma.
Değinmek istediğim ikinci ve eski kitap, "Türkiye'nin Malî Tutsaklığı", May Yay., 1977. Tozlandığı rafta bulup çıkarmama neden olan kişi, tarihyazımıyla da ilgilenen bir akademisyen: M. Asım Karaömerlioğlu.
"Türkiye'nin Malî Tutsaklığı"nın kapağında iki ad var: "Parvus Efendi" ve "Muammer Sencer". İlki yazarın adı, ikincisi ise yayıma hazırlayanın. Bu durum açıkça belirtilmemiş; iki adın farklı puntolarla dizilmesiyle yetinilmiş. Kitabın içinde de, kimin neyi nereye kadar yazdığını anlamak için bütün dikkatimizi toplamamız gerekiyor; yanılmak işten değil. Ben işimizi kolaylaştıran bu 'derleyen' ya da 'hazırlayan' sıfatlarının neden sevilmediğini anlayabilmiş değilim.
Başlamışken, "Türkiye'nin Malî Tutsaklığı"nın düzeniyle, aslında yöntem denen disiplinle ilgili, belirleyici ve az çok yaygın bir aksaklığa da değinmeliyim: Muammer Sencer, "Parvus'un Yaşam ve Kişilik Diyaloğu" başlığını taşıyan sunuş yazısının daha ilk sayfası bitmeden, Marksist iktisadın Parvus Efendi tarafından tartışılmış teknik ayrıntılarına, formüllerine, terimlerine tepe üstü dalıyor. Oysa Parvus Efendi'yle ilgili giriş bilgileri, yani bağlamın ilk adımı tamamlanmış, okur ilk bilgileri edinmiş değil; üçüncü paragraftayız henüz; sonraki sayfalarda yeniden dönecek zaten Sencer genel düzleme. Marksist değer kuramı tartışmasına ilişkin inceliklerin neden bu kadar acelesi var, anlaşılmıyor. Kısacası, açık bir bağlam sorunuyla karşı karşıyayız Sencer'in yazdıklarında. Hem de pek çok okuru kaçırabilecek türden bir bağlam sorunu.
Oysa Parvus (1867-1924), pek çok açıdan gözden kaçırılmaması gereken bir kişi. Sencer'in verdiği bilgiye göre, 1910-1915 yılları arasında Türkiye'de de kalmış, önemli araştırmalar yazmış.
Kitabın sonunda Parvus'un o zamanki "Türk Yurdu" dergisinde yayımlanmış yazılarından yapılan derleme yer alıyor. Bu bölümün hazırlanışı da pek iç rahatlatıcı değil; bazı yazılara "özet olarak aktarılmıştır" notu düşülmekle birlikte, özetin ilkeleri, nelerin atlandığı belirtilmemiş. Kısacası bütün kitap, yeni bir editörlük çabasını gerektiriyor. İnternetten anladığıma göre, Muammer Sencer'in kitabı bir kez de 2005 yılında, "İleri Yayınları" adlı bir yayınevi tarafından basılmış ama, "satış dışı" notu var adının yanında. Öyle görünüyor ki, Sencer'in çabasına yenileri eklenecektir. Aslında, eklenmiş bile: M. Asım Karaömerlioğlu, "Rusya, Almanya ve Türkiye'de Büyük Bir Kozmopolit Entelektüel ve Eylemci" başlıklı bir yazıyla ele almış Parvus'u (Middle Eastern Studies, C.40, No.6, Kasım 2004). Hem de konuya tarihyazımıyla ilgili çok iyi bir sorgulamayla girerek.
==========================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
İndigo nedir? Kot giysilere rengini veren bitki. Herkese çok çekici gelen bu mavi rengi önce Meryem Ana'nın giymiş olduğu söyleniyor. Batıda onun ardından krallar bürünmüş bu renge, sonra daha başkaları. O zamanlar boyanın hammaddesi Afganistan'dan gelen metal parçalarıymış. Boya, kölelerin zehirlenmesi pahasına, havuzlarda karıştırıla karıştırıla elde ediliyormuş.
Peki ya "taşlama" nedir? Bir koşuk biçimi ve "recm"in diğer adı olmanın dışında? Kot giysi yapımındaki aşamalardan biri. İşçilerde "slikosis" hastalığına neden olan işlem. Yıllar boyu pek çok işçinin ciğerlerini harcayan süreç. Bugünlerde dava konusu.
==========================================================================
==========================================================================
Veba
__________________________________________________________________________
Tıpkı verem gibi, vebanın da yeniden başgösterdiği haberleri veriliyor. Oysa bizler ülke sınırı denen bürokratik çizgilerden ne güzel nefret etmeye başlamıştık.
Veba haberini okur okumaz aklıma sınır meselesi geldi, çünkü yıllar önce yaptığım bir çeviriden, bildiğimiz ülke sınırlarının varlık nedeninin veba olduğunu öğrenmiştim. Ortaçağın ünlü salgınlarından önce, ülkeler arası sınırlar bugün bildiğimiz biçimde belirli değilmiş. Kabaca, hangi şehir kimin, o belirleniyormuş yalnızca. Zaten savaşlar yüzünden durmadan değişiyormuş durum: Köstence senin, Varşova benim, Viyana kuşatmada, vb. vb.
Ne zaman ki vebadan ötürü nüfusun bire kadar kırılması tehlikesi ortaya çıkmış, yanlış anımsamıyorsam ilk kez Romanya gibi Karadeniz'e kıyısı olan bir ülkede (veba en çok gemilerle taşınıyormuş o zamanlar), vebalılar geçemesin diye sınıra etten duvar örmek kaçınılmaz olmuş. Nöbetçi askerler bir çizgi halinde ve birbirini görebilecekleri uzaklıklarla dizilmiş sınıra, aralara da karantina binaları yapılmış. Salgınların önü alındığında geriye yadigâr olarak şimdi bildiğimiz sınırlar, sınır karakolları kalmış.
Kuş gribi, sınırları fazla gülünç kılmıştı. Ardından domuz gribi gelip havaalanı "sınır"larını meşrulaştırmaya koşuldu. Şimdi de yerde veba yeniden zuhur ediyor.
===================================================================
[2.7.2009 tarihli Radikal]
'68', yeniden
Yeni bir 68 kitabı: Nadire Mater, "Sokak Güzeldir: 68'de Ne Oldu?", Metis Yay., büyük boy, 401 sayfa.
Pek çok açıdan ilgi çekebilecek bir kitap. İçerdiği bilgiler açısından bir başvuru kaynağı, yoğunluğuna karşın içermediği bilgiler açısından gerçekliğin genişliğini gösteren bir çalışma, düzeni açısından ise 'öznellik/nesnellik' kavramlarını çağıran bir metin. Özne nedir, ölmüş müdür tartışmalarını bir yana bırakarak söylüyorum: Epeydir 'öznellik/nesnellik' kavram çiftini bu derece güçlü bir biçimde temsil eden bir metin görmemiştim.
Nadire Mater, '68'i hem gazeteci olarak konu ediniyor, hem de içeriden, olayın kişilerinden biri olarak. Olayın kişilerinden olmak zaten yazarın öznelliğini elde bir kılan bir konumdur (kimsenin öznellik dışında olamayacağı fikrini kabul edersek, elde iki!). Mater de, "Sokak Güzeldir"i düzenlerken, en uçtaki bir öznellik ile yine en uçtaki bir 'nesnellik' türünü bir araya getirmiş.
Kitap, kişisel/öznel bir konumdan başlıyor: "Sokakta bağırmanın tadını ilk kez İzmir'de, Kıbrıs mitinginde yaşadım" diye. Sayfada yol aldıkça, kişisel olan ile toplumsal olan birleşmeye başlıyor. Yine de, kitabı oluşturan iki ana bölümden ilki pek çok açıdan 'öznelliğin' temsilcisi: Mater'in 'arkadaşım' dediği, ama herhalde ayrıca bir tür temsil niteliği bularak seçtiği '68'lilerle yapılmış konuşmalardan, daha doğrusu sorulara verilmiş yanıtlardan oluşuyor bu bölüm. Seçilmiş '68'lilerden her biri kendi bireysel deneyimini ve düşüncelerini anlatmış. Bu bölüm, kitabı çoksesli kılıyor. Hem konuşan kişilerden her birinin kendi bakış açısının devreye girmesi, hem de kişiler konusundaki seçimin ve soruların Mater'e ait olması açısından, birbirinden az çok farklı ve çok sayıda öznellik söz konusu.
İkinci bölüm ise, "Ekler" başlığı altında, on dört incelemeden oluşan bir tür tarih çalışması. Önce Türkiye'nin, sonra "Dünyanın" 68'i başlıklı incelemeleri okuyoruz. Üçüncü inceleme, Barış Alp Özden'in: "1960'larda Dünyada ve Türkiye'de Ekonomik ve Sosyal Göstergeler". Daha sonraki başlıklar ise, Türkiye İşçi Partisi'nden başlayarak, dönemin hareketliliğinde yeri olan örgütlerle ve Ant, Kurtuluş, Aydınlık gibi dergilerle ilgili.
Bu ikinci bölümden, birincisindeki ana metnin tam tersine, alabildiğine nesnellik çabası okunuyor. '68'li Nadire Mater gitmiş, yerini gazeteci, daha doğrusu ansiklopedi yazarı Nadire Mater'e bırakmış diye düşündürecek ölçüde dışarda duran bir bakış açısı benimsenmiş ve ansiklopedik bir dil kullanılmış. İlk bölümün dipnotlarındaki ansiklopedik dil bu. Anlatım düzeyinde "ben" yok bu bölümde, kişisel deneyimler yok. Belli ki, dönem tepeden tırnağa resmedilmek istenmiş.
Gerçekten de, ilk inceleme olan "Türkiye 68", devlet protokolünün tepesinden başlıyor: Cumhurbaşkanı kimdi, başbakan kimdi, meclis ve senato başkanları kimdi.
İkinci paragrafta orduya geçiliyor: Burada, iki yıl sonra yaşanacak 12 Mart darbesinin generaller kadrosundan ikisini göreve getiren kadro değişikliklerinin 1968 yılında yapılmış olduğu anlatılıyor. Generallerden birinin soyadı Mater! Ama bölüme egemen olan anlatım, okuru bu soyadı benzerliği konusunda aydınlatma gereğini duymayacak kadar mesafeli.
Üçüncü paragraf meclise, dördüncü paragraf nüfusa ilişkin bilgiler veriyor. Sonrası Kıbrıs, ABD ve NATO bağımlılığı vb...
Geçen yıl kırkıncı yıldönümü tartışmaları sırasında 68'lilerin ulusalcılığı gündeme gelince demiştim ki, "'68'liler ulusalcı mıydı?' sorusu, 68'lilerin topluca 'ulusalcı' ya da topluca 'enternasyonalist' sayılabilecek kadar tekparça ya da tektip olduğu varsayımını içerdiğinden, gerçek duruma uymuyor" (19.6.2008 tarihli Radikal). Mater'in kitabı bu saptamayı doğruluyor. Konuşan kişilerin, ulusalcılık ve darbecilik dahil pek çok konuda birbirlerinden çok farklı yerlerde oldukları açıkça görülüyor. Her yakın tarih çalışması gibi, gerçekliğin nasıl da karmaşık, çok yönlü, bela bir şey olduğunu bir kez daha gösteriyor Mater'in bu değerli çalışması.
Bir iki nokta:
Bana göre, Ankara'nın 68'i 1965 baharında, Kozlu Yürüyüşü ile başlamıştı. Mart ayında Zonguldak Kozlu'da haklarını arayarak direnen maden işçilerinin üzerine ateş açılıp işçilerden ikisi öldürüldüğünde, 1960 sonrasının ilk büyük öğrenci eylemi yapılmıştı. Kozlu işçileriyle dayanışma yürüyüşünde, en önde iki arkadaşımız, öldürülen iki işçiyi simgeleyen iki kara pankart taşıyordu: Ömer Madra ile Ümit Hassan. Yürüyüş kolu, Cebeci'de yan yana yer alan Hukuk Fakültesi ile Siyasal Bilgiler Fakültesi binalarının önünde toplanıp Sıhhiye'ye kadar uzanmıştı.
İlk nezarethane deneyimimizi ise, "Sokak Güzeldir"de sözü edilen Dönüşüm dergisinin satışı için Kızılay bulvarına çıktığımızda yaşamıştık: İlk çıkışlardan sonra aynı kaldırımın öbür ucuna geçip "Toprak" adlı gazetelerini satan "ülkücü"lerin saldırısına uğramıştık, polis bizi götürmüştü...
"Efsanelerden kovuldum" diye yazmıştı bir ara İsmet Özel. Kovulmayı başaramamış işte; adı birkaç yerde geçiyor. Ajda Pekkan'dan iki paragraf önce.
===================================================================
Madımak, 2 Temmuz 2003
___________________________________________________________________________
Madımak, türkülere geçmiş bir bitkinin adı değil artık; Âşık Nesimi'lerin yakıldığı yerin adı. Yakanlar çok rahattılar. Binlerceydiler. Tansu Çiller Başbakan'dı, Erdal İnönü ise, yardımcısı.
Oradan sağ kurtulan Serdar Doğan'ın anlattıklarını herkes okumalı: 28-30 Haziran 2009 tarihli Milliyet'te yayımlandı.
===================================================================
===================================================================
İngilizceden gelenler
___________________________________________________________________________
açılım
Galiba 'ouverture'den geldi: "Iran supreme leader dismisses Obama ouvertures" (21.3.09 tarihli basın).
===================================================================
[9.7.2009 tarihli Radikal.]
Devecioğlu'nun yarı saydam kadınları
Aysegül Devecioğlu'nun yeni çıkan öykü kitabı "Kış Uykusu", bir zirve. Özellikle, kitapla aynı adı taşıyan öykü, yazarın daha önceki yapıtlarını da başka bir düzleme taşıdı. Bir süreklilik söz konusu bu metinlerde: İyiden iyiye geri çekilmiş, edilgin, yarı saydam kadınlar.
"Kış
uykusu" adlı öykü konusunda, 2 Haziran 2009 tarihli Taraf gazetesinde
yazan Özlem Ertan şöyle diyor:
"Öykünün
anlatıcısı tıpkı diğer semt sakinleri gibi ancak akşamları duyuyor gecekonduda
çığlık atan kızın ve ona küfürlerle karşılık veren babasının sesini".
Bu saptamada iki sorun var: 1) Öykünün anlatıcısı, o sesleri duyan kişi değil; 2) Küfreden adamın kızın babası olduğuna ilişkin bir bilgi de verilmiyor öyküde.
Sesleri duyan, öykü kişilerinden biri: Öyküdeki konumu açısından yarı saydam diyebileceğimiz bir kadın. Öykünün anlatıcısı, 'o' diye söz ediyor ondan. 'O'nun anlatıcı sanılması, gözlemlenen değil, gözlemleyen konumunda olmasından kaynaklanıyor. Yarı saydam, bazen görüp bazen görmediğimiz, anlatıcıyla rol paylaşan biri, o.
Devecioğlu'nun ilk romanı "Kuş Diline Öykünen"in başkişisi Gülay bir başka açıdan 'yarı saydam' kavramına yakındı: İnsanı ağlatacak kadar edilgin. Gülay ve sevgilisi Yavuz için, iki kişiye bölüştürülmüş tek kişilik diye düşünmek geliyordu insanın içinden. Etkinlik ve kahramanlık, erkeğin payına düşüyordu.
İkinci roman "Ağlayan Dağ Susan Nehir"deki yarı saydam kadın ('ben' anlatıcı) , farklı bir açıdan, daha saydamdı. Gülay gibi anlatılan konumda olmadığından, okurun onun varlığını fark etmesi ya da önemsemesi kolay değildi: Romanın anlatılan kahramanı ("Çingene") ve kahramanları (Çingeneler) yeterince dikkat çekiciydi; tam tamına, dikkatimizi başka tarafa çevirmemize neden olmayacak kadar. Böylelikle, 'ben' anlatıcı ve ailesi, geri planda, gölgede durabiliyordu.
"Kış uykusu" öyküsündeki 'o' da teknik olarak tıpkı ikinci romandaki 'ben' gibi gözlemci konumunda. Ancak, bu kez anlatıcı o değil ve saydamlıktan çıktığı yerler anlatıya zemin oluşturmaktan ibaret kalmayacak kadar ağırlıklı. Yine de bu durum onu gözlemci rolünden kalıcı bir biçimde uzaklaştırmıyor.
Dediğim gibi, bu kadınların, kurmacadaki diğer kişilere bölüştürülmüş bir bütünü temsil ettiği düşünülebilir. "Kış uykusu" adlı öyküdeki 'o'nun, aynı kitaptaki "Bir öykü yazmalıyım" adlı öyküde 'ben'e dönüşmesi de geçişmelere dahil sayılabilir. "Bir öykü yazmalıyım" adlı öyküde bu noktayı tartışıyor ayrıca 'yazar':
"Ne var ki, insan başkalarını anlatamaz; yalnızca kendini anlatabilir. (...) Ne derseniz deyin bu işe."
Hande Öğüt bir yazısında, Devecioğlu'nun iki romanını incelerken, oradaki kişi-anlatıcı ilişkilerine değiniyordu (Haziran 2007 tarihli Mesele dergisi). Alabildiğine ufuk açıcı olan o yazıda katılmadığım önemli noktalardan biri, Öğüt'ün ilk romanda da bir 'ben anlatıcı' bulmasıydı. İlk romanın anlatıcısı, 'ben anlatıcı' değildir oysa; 'tanrı anlatıcı' denen türdendir. Tıpkı öykü kitabındaki beş öyküden dördünün anlatıcısı gibi. Kısacası, 'ben anlatıcı' yalnızca iki yapıtında var Devecioğlu'nun: İkinci romanında ve bu yeni kitaptaki "Bir öykü yazmalıyım" adlı öyküde. Çözümlemeyi etkileyen bir veri bu...
Devecioğlu'nun yarı saydam kadınları tek türden değil. Ortak özellikleri, geride durmaları ya da geride tutulmaları. Dolayısıyla yarı saydam, yani genellikle görünmez, dikkat çekmez haldeler. İç dünyaları ise mat kalıyor bizim için, belki kendileri için de öyle. Anlatıcı ve gözlemci konumunda olanlar, ihtiyatla, başkalarının aynasındaki görüntü parçalarına bakıyor ve bizim bakışımızı da o parçalara yöneltiyorlar. Yarı saydamlar, çünkü arada ailelerine ve 12 Eylül'e denk düşen devrimci/travmatik geçmişlerine ilişkin bilgiler çıtlatıldığı oluyor. Zaten ortam da o ortam...
"Kış Uykusu"nda, olağanüstü yoğunluktaki edebiyat tadı devam ediyor.
===================================================================
Fikritakip
___________________________________________________________________________
18.6.2009 tarihli yazıda soruyordum: Yüksel Mutlu neden tutuklandı? Sonrasında, serbest bırakıldığı haberini beklerken, Mutlu'nun koğuşundaki tutuklu KESK üyesi kadın sendikacıların arttığını bildiren ve ilkine benzeyen bir mektup daha geldi.
Bu
seferki mektup iki aşamalı. Birinci aşamasının altında dört imza var ve
sendikacıların evlerine dinleme aygıtı konularak en mahrem konuşmalarının
kaydedildiği gibi vahim bilgiler veriliyor. Mektubun ikinci aşamasının altında
ise imzaların, yani tutuklu kadın sendikacıların sayısı ona çıkmış.
.
. .
Mutlu'nun ilk mektubundaki "Bununla ne yapılmak isteniyor" sorusu konusunda, akıl edebildiğim iki olasılığı yazmıştım, yineliyorum: En hafifi, başta Kürt sorunu olmak üzere havuç-sopa taktiği; en ağırı, nazi partisinin yükseliş politikası. Her kim uyguluyorsa!
===================================================================
===================================================================
Srebrenitza
_________________________________________________________________________
Tam bir yıl oldu, bir TV kanalında Bosnalı Emine Albayrak anlatıyordu: Soykırımın toplu mezarlarından çıkan cesetlerden her yıl ancak 300-400 kadarını defnedebiliyorlarmış. Tamamlayacakları sayı, sekiz bin kadar...
Şimdi de Uygurlar... Afrikalıların adı ise bilmece gibi.
===================================================================
===================================================================
İngilizceden gelenler
___________________________________________________________________________
dokunuş/ üslup
TNB
A.Ş. Genel Müdürü Aytaç Biter, "Ultra taşınabilir Satellite U500’e kişisel
bir dokunuş katan göze çarpan bir tasarım yarattık" demiş (26.6.2009
tarihli Milliyet).
Buradaki
"dokunuş" sözcüğünde İngilizcedeki 'touch'ı görmemek elde değil.
'Touch' sözcüğünün ilk anlamı "dokunuş". Ama buradaki gibi
bağlamlarda söz konusu olan, dokunuş değil, 'touch'ın diğer anlamlarından biri:
Yeni adıyla 'biçem', eski adıyla 'üslup'.
===================================================================
[16.7.09 tarihli Radikal]
Politika ve müdahale
Baskın Oran'ın 6-12 Temmuz'da Radikal'de dizi olarak yayımlanan yazısı bence arayıp bulamadığımız türden bir 'barış dili' örneğidir. Diyalektik ve diyalojiktir, bir 'aşma' edimidir.
Bir dönem Kürt sorunu dolayısıyla çok lafı edildi: Yeni bir dil gerekiyor, bir barış dili, bize barışçı bir dil gerek, vb, vb. Sorunun çözümü için dertlenen hemen herkeste vardı bu duygu: Şu dili bir bulsak tüm çatışmalı sorunlar yarı yarıya çözülecek. Esperanto ya da Europanto türünden soyut bir keşif bekleniyordu belki de, bilmiyorum. Günler geçiyor, kimseden 'barış dili'nin bulunduğuna ilişkin bir müjde gelmiyordu. Yanlış yerde aranıyordu belki de o dil. Daha doğrusu herhangi bir yerde aranmıyordu...
Canlı, işlek bir gündelik konuşma diline dayalı olan üsluplar bende bazen bir ikircim uyandırır. "Yahu"suyla, "kardeşim"iyle, Baskın Oran'ın üslubu da biraz öyle. Beni tedirgin eden, bu tür söylemlerin olası evcilleştirici etkileridir: Oradaki sıcaklıkta, dünyanın gerçekliğine denk düşmeyen bir şey, bir tür popülizm tınısı vardır. Ama Baskın Oran örneğinde, içerdiği açıklık gizilgücü nedeniyle, barışçıl açılımlar için alabildiğine elverişli bir yan var. Bu seferki yazısında belki en olgun biçimiyle ortaya çıkan başka bir temel özelliğe, diyalojik bir tür 'aşma' edimine katkıda bulunuyor o yan.
Diyalojik, yani diyaloğa dayalı. Bu ilkenin Baskın Oran'ın söz konusu yazısındaki işleyişi şöyle: Çeşitli Ermeni toplulukların ve Türkiyeli toplulukların 1915'e ilişkin söylemleri ve akıl yürütme biçimleri, tezler ve karşıtezler, tek metinde, yani Baskın Oran'ın sözlerinde bir bir ele alınıyor, değerlendiriliyor ve bir 'aşma' edimiyle yeni bir söyleme doğru açılıyor.
Başka bir deyişle Oran, konu edindiği gerilimin uç motifleri ve argümanlarıyla uğraşıyor, ama iki zıt konumdan birinde durarak değil, daha ilk adımda o konumun da tartışılır ya da su götürür bir tarafı olduğunu göstererek, yani her seferinde iki konumun da dışında, üçüncü bir konum arayıp bularak. "Aşma edimi" dediğim budur; ortak kültürdeki adıyla, 'aufhebung'.
Uç motiflerden kastım da açıktır sanıyorum: topyekûn inkâr, toprak talebi, 'soykırım' sözcüğüyle ilgili bütün bir algılama, içselleştirme, tepkiselleştirme dizisi, vb, vb. Tümü de sorunu çıkmaza sokan, diyaloğu olanaksızlaştıran, dondurulmuş, kalıplaştırılmış motifler. Oran bunları tek tek, bir köşeli ayracın içine alarak sunmayı ve işleyip tartışmayı başarıyor.
Tartışmasının bir başka temel özelliği, içeriğinin somutluğu. Şu son yılları, hatta günleri de katarak, yani içeriği bütünüyle tarihselleştirerek tartışıyor Oran. Olguları ve olgularla ilgili olarak söylenmiş sözleri buluyoruz o yazıda: Herkesin az çok takıldığı noktalar ve o noktalara ilişkin yeni bakış açıları, somut veriler.
Böylelikle,
Oran'ın söylemi herhangi bir motifin tartışma dışı bırakılmasını engelliyor.
Metin durmadan soru sorduğundan, bizim de soru kipinde kalmamızı sağlıyor ve
dışarıda bırakılmış olabilecek veri, bilgi ya da kaygılara yer açmaya elverir
bir yapı sunuyor. Oran'ın, "diasporanın kendi içinde diyalogla yeni
tanışmasını canlı yaşıyorum" demesinden de anlaşıldığı üzere, diyalojik
dilin harekete geçirici bir etkisi var. Dominodaki gibi, sorular soruları
tetikliyor. Tüm tarafların o bağışıklık kazanmış dışlama alışkanlığını zora
sokuyor...
Arayıp bulamadığımız bir barış dili örneğidir diye herkesin Baskın Oran dilini bire bir taklit etmesini önermiyorum elbette; böylesi tam bir ezbercilik olur. İşin içinde kişisel üslup da var.
Ancak, barış, devrim, reform ya da hangi biçimde olursa olsun herhangi bir toplumsal iyileşme arzu eden herkes ve her kesim için bu dilin yukarıda belirtip açıklamaya çalıştığım başlıca özelliklerine dikkat etmek yaşamsal bir katkı olur diyebilirim: 'Barış dili' isteyen herkes, gerçekte klişelerin uyutan ve yolu tıkayan söyleminin tam tersini talep etmektedir.
Politika yapmanın tek yolu A'dan Z'ye bütün konularda fikir birliğine ulaşacağız, bir kez ulaşınca da onu koruyup kollayacağız diye anlaşıldığında, herhangi bir konuda çözümün hayalini görmek zorlaşabiliyor ve tam tersine, yeni nefret söylemlerinin üremesi kolaylaşıyor. Bir sorunun çözümünde birlikte davranmak için, bütün hat boyunca aynı fikirde olmak şart değil. Öylesi sınırsız bir tarafçılık anlamına geliyor.
Politika eğer toplumsal hayatımızın bizi kaygılandıran yönlerine müdahalede bulunmanın yollarını arayıp bulmaksa, genel seçimlerde bağımsız adaylık, Ermeni sorununda "Özür Kampanyası", başta Mehmet Atak olmak üzere insan hakları savunucularının girişimiyle yol alan "TMK Mağduru Çocuklar İçin Adalet Çağrısı" gibi dolaysız müdahaleler paha biçilmez yöntemler. Özellikle de, her şeyin üstünü örtmek yerine karanlık noktaları aydınlatmaya çalışan bir diyalektik kurulabildiğinde.
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Kadın
Yazarlar Derneği, "Tanıklıklarla 12 Eylül/ Anılarla Toplumsal Belleğimizi
Yaşatalım" başlıklı bir proje başlatıyor. Amaç:
"Sistemin
özellikle yakın tarihimize yönelik sürdürdüğü bir unutma ve unutturma çabasına
karşı duruş olarak kadınların 12 Eylül anılarını derlemek ve yayımlayarak
okurlarla paylaşmak".
Derlemeye
yalnızca kadınlar katılabilecek. Son teslim tarihi: 1 Ekim 2009. Diğer koşullar
ve başvuru formu için yazışma adresi:
KYD
Refik
Tulga cad. No 11
Çamdibi/İzmir
kadinyazarlardernegi@gmail.com
===================================================================
===================================================================
İngilizceden gelenler
___________________________________________________________________________
hikâye/ haber
Televizyonlardaki haber bülteni sunucularının dilinde, özellikle uzun uzadıya konu edinilen haberlerin kastedildiği bir "hikâye" sözcüğü belirdi. Galiba İngilizcedekine dönüştü iş: 'Story' sözcüğünün bir anlamı 'hikâye' ise, diğer anlamı da 'haber' değil midir? Uzunca bir öykü içeren haberler için böyle bir terime ihtiyaç da vardı aslında. Belki hâlâ söze "bu hikâyenin" diye başlandığını duyduğumuzda hafiften bir argo izlenimi doğacak gibi oluyor ama, söylemin genel ciddiyeti içinde özümseniyor o da...
===================================================================
[23.7.09 tarihli Radikal]
Zararlı ısrarlar
Kürt sorununda çıkmaz yaratan bazı önemli ısrarlar var: PKK'nın silahlı mücadele yönteminde ısrarı ve devletin, anadilinde eğitim konusundaki tutumu gibi. Bu ısrarlar bulanık bir ortamda devam ediyor ve bir kısır döngü yaratıyor. Bulanık olan nedir, açmaya çalışacağım.
PKK şimdiye değin ne zaman çatışmasızlık durumu ilan etse bunun adını "ateşkes" olarak koyuyordu. Bu seferkine "eylemsizlik" demiş: Savaş dilinden barış diline geçiş göstergesi.
Ancak, daha önceki bir uygulamayı yineleyerek, süre belirlemiş yine PKK. Bu durumda süre belirlemek, bitiş tarihi vermek, ben silahlı mücadeleye devam ediyorum anlamına geliyor.
PKK hem silahlı mücadeden vazgeçmiyor, hem de demokratik çözüm istiyor. Bu bir düğüm noktası; çok geniş bir kesimi Kürtlerin özgürlük mücadelesiyle dayanışma içinde olmaktan alıkoyan bir politika. Öyle sanıyorum ki PKK bugün kalıcı bir biçimde eylemsizlik ilan etse, bunun anlamı ve uyandıracağı etki bambaşka olabilir. Demokrasi talebi inandırıcılık kazanır ve beri taraftaki dayanışma duyguları hem artar, hem de daha kolay dile getirilir. PKK'dan silah bırakmasını istemenin gerçekçi olmayacağı fikrine katılmamak zor. Ama kalıcı bir eylemsizlik kararı istenebilir.
Dünya tarihinde silahlı mücadelenin demokrasiye dahil sayıldığı bazı bağlamlar ve paradigmalar olduğu biliniyor. Burada da öyle. Ancak, geçmişte o bağlam ya da paradigmalara rağbet edilmiş olsa bile, bugünün koşullarında, Kürt sorununu konuşup tartışabildiğimiz, sorunun büyük ölçüde anlaşılmaya başlandığı koşullarda, demokratik mücadele için, özgürlük mücadelesi için silaha başvurma ihtiyacı, o mantık için bile ortadan kalkmaktadır. Şu uğrakta, Kürtlerin çok haklı olan özgürlük taleplerinin gerçekleştirilebileceği bir ortam oluşmaktayken silahla mücadelede ısrar, sürecin tersine bir etkide bulunma potansiyeli taşıyor. PKK, kalıcı olarak eylemsizlik ilan ederse, demokratik çözüm sürecine katkıda bulunabilir.
Şu an devlet, Kürt sorununda havuç-sopa politikasını sürdürüyor. DTP aleyhine açılan kapatma davası ve DTP'lilere, insan hakları savunucularına ve sendikacılara kadar uzanan baskılar ve tutuklamalar, yargının siyasallaşması vb dikkate alındığında, ne derece demokratik bir ortamda olduğumuz sorusu fena halde haklılık kazanıyor.
Demokratikleşme yönündeki iradenin en güçlü olduğu kesimlerden biri Kürt özgürlük hareketi. Bu hareketi de kapsayan daha geniş bir potansiyel ise, gerek AKP'ninki başta olmak üzere çeşitli feodalliklere, gerekse çeşitli cuntacılık tehditlerine karşı duranları, hukuk devleti ilkesini önemseyenleri içeriyor. Sendikaların, meslek örgütlerinin, siyasal partilerin ve inanç gruplarının içinde var böyle demokratik güçler.
Epey zamandır, bu güçler ve devlet dahil çeşitli kesimler ve kimseler Kürt sorununda çözüm için fikir belirtiyor. Tartışma konusu olan iki ısrar noktası daha var ki, tıpkı PKK'nın eylemsizlik için süre sınırı koyup tarih vermesi gibi bulanıklık yaratıyor: anayasa değişikliği ve anadilinde eğitim meseleleri.
Anayasadan etnik vurgunun kaldırılması talebi somut olarak nasıl biçimlenecek?
Kürtlüğün anayasal bir öğe olarak ayrıca anılması önerisi iyi bir öneri değil bence: "Türkler ve Kürtler" söyleminin bütün sakıncalarını taşıyor. Yurttaşlar olarak etnik kökenlerimiz bir bir sayılmadıkça, çoğunlukçu bir söylem olur bu. Çoğunlukçuluk, hatırlatalım, demokratik bir ilke değildir.
Tüm etnilerin anayasada bir bir sayılması ise herhalde olacak şey değil.
Yurttaşlık tanımını 'Türkiyelilik' olarak yapan bir anayasayı, kökeni ne olursa olsun herkesin onaylayacağını sanıyorum. Böylelikle isteyen herkes rahat rahat kökeninin tadını çıkarabilir ve eşitlik duygusu içinde birbirine sevgi ve merakla bakabilir.
Anadilinde eğitime gelince. Eşitlik duygusu burada da belirleyici bir önem taşıyor. Benim de bin kez yazdığım ve konuşmalarda söylemeye çalıştığım üzere, dünya geri dönülmez bir biçimde çokdillilik çağında. İnsan zihni için, anadili yaşamsal bir önem taşıyor. Bu durum, buralarda adı "yabancı dilde eğitim" olarak konulan İngilizce eğitim konusunda da böyle, Kürtçe eğitim konusunda da.
Dolayısıyla, temel ilke, ilgili yurttaşların talebi temelinde, iki ve üç dilli eğitim olmalı; maliyeti her ne olursa olsun. Devlet, bunun gibi demokrasinin ve insan ruhuna ilişkin bilimlerin alanına giren kararları, tartışma götürür birtakım jeostratejik hükümlere dayandırmaktan vazgeçmediği sürece, "Bulgaristan'da Türk yoktur" diyen Jivkov'u çağrıştırmaktan kurtulamaz.
===================================================================
İngilizceden gelenler
___________________________________________________________________________
"İnsan böyle bir zamanda çok dikkatli olamaz" diyor çevirmen.
Bir mazeret sözü müdür çevirdiği? Hayır, bağlam öyle göstermiyor. Belli ki, sözün aslı, "İnsan böyle bir zamanda ne kadar dikkatli olsa azdır" anlamında, "one is never too careful in such a time" gibi bir şeydir.
===================================================================
===================================================================
Aheste meseleler
___________________________________________________________________________
Topkapı Sarayı'ndaki Kutsal Emanetler bölümünde yirmi dört saat Kuran okunurmuş. Bu bilgi epeydir yazmak istediğim bir konuyu çağrıştırdı: Ankara Karşıyaka Mezarlığı'ndaki, kesintisiz Kuran yayını uygulaması.
Bu uygulama başka hangi mezarlıklarda var, bilmiyorum. Zincirlikuyu'da ve Karacaahmet'te yok, bildiğim kadarıyla. Olsaydı, Ruhi Su'nun mezarı kurşunlanmaktan kurtulur muydu? Pek sanmıyorum, çünkü Karşıyaka Mezarlığı'ndaki kesintisiz Kuran yayını, sözgelimi gaspçıların iş görmesini ya da Deniz'lerin mezarının saldırıya uğramasını engellemiyor.
Eskiden yoktu Kuran yayını. İsteyen kendisi okuyordu ya da oralarda kolayca ulaşılabilen okuma ekiplerinden rica edip bir ücret karşılığı okutabiliyordu, tıpkı mevlitlerdeki gibi. Sonra ne olduysa, galiba ehil olmayan kişiler de para için Kuran okuma işine girişiyor diye, bu yeni uygulamaya geçildi.
En dindarımız bile yirmi dört saatini Kuran dinleyerek geçirmez. Son derece düşüncesizce bir uygulama. Orada yatanlar açısından da öyle, ziyarete gidince onlarla Kuran okuyup dinlemenin dışında da başbaşa kalmak isteyen, buna ihtiyaç duyan bizler için de. Lütfen eski sisteme dönülsün ya da dua yayını yalnızca belirli aralıklarla yapılsın; sözgelimi, cuma ve bayram günleri öğle saatlerinde yapılacak bir yayınla yetinilebilir.
===================================================================
[30.7.2009 tarihli Radikal.]
Bakılacak kitaplar
*
Kitabı açtım ve kendimi yakalanmış hissettim; "nasılsın" diyordu şair ilk dize olarak:
"nasılsın/ iyi olamazsın/ iyi olsan bunları okuyor/ olamazsın"
Emrah Altınok, "2048", şiir, Pan Yay.
*
Mustafa Erdem Özler de "Erdem Devesi" adını verdiği kitabında, okuruna seslenerek başlıyor söze:
"Ey bahtı güzel okur!/ Erdem devesinin sırtına yedi bin altı yüz yetmiş sekiz harf ile/ bin iki yüz otuz bir kelime yükledim, huzuruna geldim..."
Bu sunuşu okuyunca, kapakta gördüğümüz nesnelerin ne olduğunu anlıyoruz: deve yükleri.
Erdem Devesi'nin yükünde en az iki çok güzel şiir var: Kitapla aynı adı taşıyan şiir ve "Kim".
*
Kâğıdından ya da mürekkebinden ötürü kötü kokan kitap ve dergiler vardır. Serkan Işın'ın bakılacak şiirler içeren yeni kitabı "Dada Korkut" da kötü kokuyor. Galiba mürekkebinden. Enis Akın'ın "Güzel Boşluk"u gibi çok mürekkepli o da. Oysa bizi uzun uzun bakmaya çağıran deneysel şiirler var bu kitaplarda.
Tarık Günersel'in yeni kitabı "300 Yaş Konuşması: Öyküler vb." de bazı görsel ürünler içermekle birlikte, kötü kokmuyor. Günersel altbaşlığa "vb." kısaltmasını ekleyerek, türlerarasılığı belirten bir formül bulmuş. Kitapta, 300 yaşına erişen birinin bunu nasıl deneyimleyebileceği konulu bilimkurgusal metnin yanı sıra, şiir, aforizma, öykü ya da oyun diyebileceğimiz bir yığın bakış açısı yaratısı var.
Gerçekten de, nasıl koktukları bir yana, bu türlerarası açılımlar habire yeni bakış açıları sunuyor bize. "Dada Korkut"ta, İngilizceden alıştığımız & işareti, elinde bir tepsi tutarak yürüyen birini temsil edebiliyor örneğin. Hatta, tepside tuttuğu şeyin bir başka & işareti olması olanaklıdır vd (s. 66, "ve de ki ve" adlı şiir).
Şiirlerin bir bölümü yalnızca gülümsetiyor belki bizi, çabuk geçiyoruz. Ama bir bölümü öyle değil: "Dada Korkut"ta s. 42'deki "hegeled" adlı şiir, s. 38'deki Nâzım'la diyalog şiirini filan, hemen geçemiyoruz. Bir bölümüne ise daha da uzun bakmamız gerekiyor.
Ben bu tür çalışmaların, ortaöğretim dahil eğitim sisteminde dolaşımda olması gerektiği fikrindeyim. Düşgücünü geliştiren verimler çünkü bunlar. Ufuk çizgilerini hem "Dada"dan hem de "Dede Korkut"tan geçirmeyi hak etmeye çalışıyorlar. Çoğu durumda da hak ediyorlar.
*
Bir de başvuru kaynağı:
"Eleştirel Feminizm Sözlüğü", haz. Helena Hirata ve ark., çev. Gülnur Acar-Savran, Kanat Yay.
Feminizm de her düşünsel disiplin ve uygulama alanı gibi, az çok kendine özgü terim ve kavramlar kullanıyor ve bazen, genel dilin bazı sözcüklerine özgül anlamlar yüklüyor. "Eleştirel Feminizm Sözlüğü" zihin açıcı bir çalışma. Neredeyse feminist söyleme özgü hâle gelmiş olan 'toplumsal cinsiyet, patriyarka' vb kavramların yanında, 'aile, cinsiyet, fuhuş, eşitlik, yurttaşlık' gibi genel dile ait kavramlara feminizmin getirdiği itiraz ve açıklamaların da verilip tartışıldığı, iyi bir başvuru kaynağı.
Kitapla ilgili olarak anlayamadığım bir uygulama, "Kavramlar Dizini"nin neden en sona değil de Kaynakça'nın bile öncesine konulduğu. Böyle kaynaklarda en çok başvurduğumuz bölümün en sonda olması gerekmez mi? Belki de ben fazla pimpirikliyim.
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
'09 Gönen Gençlik Buluşması
22-30 Ağustos
Birleşik Metal-İş Kemal Türkler Eğitim ve Tatil Sitesi, Balıkesir Gönen
iletisim@genclikbulusmasi09.net
*
Bodrum Gümüşlük Akademisi'nde bugün (30 Temuz) saat 21.00'de tiyatro:
"Çirkin İnsan Yavrusu"
Oyun Deposu grubu
Yön. Maral Ceranoğlu
15 TL
===================================================================
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, son olarak şöyle demiş:
"Amaç, eğitime Kürtçeyi sokmak, Anayasa'yı değiştirmek. Bunların ikisi de olmaz. Bunu kimse yapamaz. Kürtçe seçmeli ders olmaz. Kürtçe özel eğitim yapılır, özel televizyon yayını yapılır."
Demek ülkenin hatırı sayılır gerçeklerinden birinin eğitimde yer bulmasını istemiyor Baykal. "Özel eğitim" yani paralı eğitim öneriyor. Anadili nedir ne değildir, hiçbir fikri yok.
Bu ayıpta payı olan bir kesim de, kavramın çarpıtılmasına onyıllardır göz yuman, bu konuda Eğitim-Sen'i yalnız bırakan dilciler, dilbilimciler ve filologlardır.
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri [GAZETEDE "AHESTE MESELELER" DİYE ÇIKTI!]
___________________________________________________________________________
'Azınlık' sözcüğü tarihsel zaman içinde öylesine elektrikle yüklenmiş ki, demokrat bildiklerimizde bile tepki yaratabiliyor. Tıpkı devlet gibi onlar da bunun ne olup ne olmadığını konuşmak bile istemiyor. Sözcüğün iki farklı alana ait iki farklı anlamı ve tanımı olduğu unutulmuş durumda. Avrupa Birliği ile olan diyaloglarda da karışıklık yaratan bir sorun bu.
İlgili konulardan biri, bazı Kürtlerin yemin billah "biz azınlık değiliz" demesi. Burada açık bir dilsel sorun var. Şöyle:
'Azınlık' sözcüğünün, 'azınlık statüsü' terimindeki anlamı ile, diğer alanlardaki anlamı birbirinden farklı. 'Azınlık statüsü' terimi açısından bakarsak, Kürtler azınlık değildir; böyle bir statüleri yoktur çünkü. Ayrıca, bu statüyü, şu ya da bu nedenle, kabul etmemeleri de olanaklıdır.
Statü reddedilebilir ama, sayısal açıdan ya da bazı toplumbilimcilerin önerdiği 'azınlık grubu' kavramı açısından bakıldığında, Türkiye Kürtleri nesnel bir gerçeklik olarak azınlıktır ve toplumbilimde önerilen anlamıyla bir 'azınlık grubu'dur.
İşin dilsel yönü böyle. Siyasal açıdan ise, demokrat olma iddiası, hukuken bu statüde olsun ya da olmasın her tür azınlığı dışlama ya da baskı altına alma eğilimindeki zihniyetlere karşı mücadeleyi gerektirmez mi? Gerektirir diyorsak, bunu kavramın kendisine tepki göstererek, terimi dışlayarak başaracak değiliz herhalde.
===================================================================
[6.8.2009 tarihli Radikal.]
"Bir Tutam Baharat"
"Bir mübadele öyküsü" gibi damga-tanımların, yapıta duyulabilecek ilgiyi öldüren bir yanı var. Bunu "Bir Tutam Baharat" adlı filmi izlerken daha iyi anladım: Bir mübadele öyküsü olmanın her açıdan çok ötesinde bir yapıt bu.
İstanbul Adalar Belediyesi'nin Büyükada'da yeni açılan yazlık sineması, 1.8.2009 günü bu sonsuz incelikteki, olağanüstü filmi, yönetmeni Tassos Boulmetis'le birlikte konuk etti.
Büyükada'daki gösteriminde filmin açılış sahneleri, ferahfeza deniz manzaralı yeni yazlık sinemada akşamla birlikte ağır ağır beliren yıldızlı gökyüzünün bir devamı gibiydi.
"Bir Tutam Baharat"ın özyaşamöyküsel bir yanı var: Senaryonun da yazarı olan yönetmen Tassos Boulmetis, İstanbullu bir aileye mensup. Yedi yaşındayken, çoğumuzun bilmediği bir 1964 olgusu olarak sessiz bir mübadelede ailesiyle birlikte Atina'ya göç etmek zorunda bırakılmış. Yemek pişirme ve baharat izleği de özyaşamöyküsel, ayrıca, filme bir eğretileme olarak hizmet ediyor: Farklı kültürler, toplumların tadı tuzu.
Filme büyüleyici bir masalsılık egemen. Bir tutam romantizmle birlikte. Bu özellik filmin açılışının ardından temponun biraz yavaşlamasıyla birleşince, bir tür tuzak gibi yanıltıcı olabiliyor önce; acaba sıradan bir romantizm örneğiyle mi karşı karşıyayız, vb. Gerçekte 1960'lı yıllara, o yılların sinema kültürü yoluyla gönderilen bir selam bu. Ama güncel olanaklardan da yararlanan, bambaşka bir yaratı söz konusu.
1964'te, günlerden bir gün, Kıbrıs'taki Makarios yönetiminin uygulamaları gerekçe gösterilerek İstanbullu belirli sayıda Rum ailesinin Atina'ya göç etmek zorunda bırakılması nasıl bir mantıktır? Bırakınız bunu anlamayı, haberdar mıydık bu sürgünlerden acaba çoğumuz?
Yönetmen Tassos Boulmetis, her iki ülke resmi makamlarına egemen olan zihniyeti ve yurttaşların şovenizme yöneltilişini bütün açıklığıyla gösteriyor.
Ve cinsiyetçiliğin her iki ülkede de nasıl zirvelerde dolaştığını (genelevde yemek pişirme sahnesi).
Ve ortak kültür nedir, bunun bin bir incelikli örneğini.
Ve yanı sıra, zamanın göreliğini.
Ve bütün bunların incenin incesi bir humor çerçevesinde anlatılabileceğini...
Filmle ilgili olarak oyuncuların katkısı konusunda söylenenler çok yerinde. Çocuk oyunculardan tutun, dedelere ve Başak Köklükaya ile Tamer Karadağlı'ya kadar.
Kişisel olarak, yeniden görmek isteyeceğim bir filme rastladığım için çok sevindim. Gösterildiği sıra gördüğü rağbet için Yunanistan'a gıpta ettim. Eleştiriyse, filmde Yunanistan'a da eleştiri var. Ey sinemacılar! Bu filmi her yerde gösterin.
===================================================================
Fikritakip
___________________________________________________________________________
Kürt sorunu nedir? Kürtlerin derdi ne? Bu soruyu soranlara hâlâ rastlanıyor.
Kürt sorununun aslını esasını herkesin bildiğini sanıyordum ben. Sözgelimi, 17.9.2006 tarihli Radikal İki'deki bir yazıya, "Kürt sorunu, konuşamama sorunu" diye başlık atarken, ikinci aşama önermesiyle yetinmiş oluyordum, birinci aşama önermesi yeterince açıktır fikriyle. Oysa galiba birinci aşamadaki önerme açık filan değil. Sorunu çoğu kişi bilmiyor, perde kalkmış değil. Bilenlerin bir bölümü de bilmezden geliyor.
Kürt sorunu, zora dayalı bir asimilasyon sorunu: Birinci önerme budur. Dünya modernleşmesinin en berbat öğelerinden biridir asimilasyon. Bazen rızaya, bazen zora dayalı olmak üzere. Kültür emperyalizmi denen şeyin bir yönüdür.
Asimilasyonu kabul ya da arzu ediyorsanız, bir sorun olarak da görmek istemezsiniz elbette. Ama sizin kabul ya da arzu etmeniz yetmiyor. Esas olan, büyük gövdesiyle Kürtlerin kabul ya da arzu etmiş olup olmaması...
*
Kürtlere yönelik asimilasyonculuk hâlâ çok güçlü bir eğilim ve uygulamalar çeşit çeşit. Zora dayalı olanı, yani "kirli savaş" direnç gösteriyor. Ve devlette devamlılık ilkesinin desteğini alıyor.
Kimi asimilasyoncular hâlâ "gardaşım" popülizmine soyunmakla meşgul.
MHP'nin "etnik bölücülük"ten söz etmesi ise, teşpihte hata olmazmış, bana ünlü yamyamlık öyküsünü hatırlatıyor: Yamyamlık ettikleri söylenen bir topluluğu ziyaret eden gezgin, burada yamyamlar varmış, diye sormuş bir ara. Kesinlikle doğru değil, demiş evsahipleri: Son bir tane kalmıştı, onu da geçenlerde yedik.
*
Bugünlerde yeniden ve umarım daha esaslı bir biçimde gündeme giren "ortak dil" konusunu, hem de İlker Bağbuğ'un sözlerinden hareketle, 27.5.2005 tarihli Radikal Kitap'ta ele almıştım:
Şimdi o yazıda ve daha başka yazılarda sık sık kullandığım bazı kavramların ne ölçüde anlaşıldığı sorusunu sormak gereğini duyuyorum, başta 'ikidillilik' kavramı olmak üzere.
İkidillilik, dilbilimcilerin, toplum temelinde, kişi temelinde ve eğitim temelinde olmak üzere üç farklı bağlam için kullandığı bir terim. Bizim toplumumuz ikidilli değil, çokdillidir; çok sayıda anadilinin konuşulduğu bir toplumdur. Başka bir deyişle, çok sayıda yurttaş ikidillidir; hem anadilini konuşur, hem de Türkçeyi. Ama Türkçe bilmeyen yurttaşlar da vardır.
İkidillik gerçekliği böyle.
'İkidilli eğitim' ise, öğrenci temelinde ikidillilik anlamını taşıyor: Bütünüyle ailenin talebine ve eğitbilimcilerin yönlendirmesine bağlı olmak üzere, çocuğun, temel derslerini kendi anadilinde görmesi, yanı sıra öğreneceği resmî dilde ve seçtiği yabancı dillerde belirli bir düzeye geldikten sonra da o dillerde göreceği derslerle güçlendirilmesi biçiminde.
Kürtçe için, öğretmen yok diyenlere: Öğretmenler, barış süreci boyunca eğitilebilir: Türkiye Kürtlerinin bunu sağlayabilecek yeterlikte dilcilerinin ve yazarlarının olduğu biliniyor.
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Kürtçeydi İngilizceydi derken, Türkçeyi savsaklamış olmayalım! İki adet uzun laf örneği:
*
boşa heba etmeyelim
'Heba etmek' fiili zaten 'boşa harcamak' anlamına gelir. Ayrıca "boşa" diye eklemek gerekmez.
*
sonucunu çıkarsamak
'Çıkarsamak' fiili zaten 'sonuç çıkarmak' anlamına gelir. Bu fiili kullanıyorsak ayrıca "sonucunu" diye eklemek gerekmez. İlle de "sonucunu" demeyi gerektiren durumlarda, "çıkarsamak" değil, "çıkarmak" demek yerinde olur.
===================================================================
[13.8.2009 tarihli Radikal.]
Hayal
"[F]otoğrafçı gerçek dünyada yaşar. çizer hayal dünyasında". Tan Cemal, 25 Temmuz 2009 tarihli Radikal'in Cumartesi ekinde, fotoğrafçı ile çizeri karşılaştırırken böyle diyordu. 'Hayal' sorununu ele almak için bu cümleden daha iyi bir çıkış noktası zor bulunur.
'Hayal' konusu gerçekten de bir sorun; çünkü, insanlık kültüründe pek çok açıdan sonsuzca önem taşıyan bir edimi anlatan 'hayal' sözcüğünün Türkçe anlam alanında, 'yanılsama' ve 'boş iş' de yer alıyor. Hayal âlemi, hayal kurmak, hayal kırıklığı, hayal meyal, hepsi hayal oldu, bunların hepsi hayal, hayal oyunu, hayallere dalmak, hayale kapılmak, hayalî ihracat... Bu sözler genel dilde, az ya da çok, ama hep olumsuzluk yüklü.
Sorun oluşturan da bu olumsuz yük: Hayal etmek bizim toplumumuzda makbul değil. Makbul olmayınca, hayal etmeyi öğrenmek de akla kolay kolay gelmiyor. Oysa hemen her alanda, öğrenmenin, anlamanın, düşünmenin, keşfetmenin, başarmanın en iyi yordamlarından biri hayal etmek. Tan Cemal'in yukarıdaki cümlesinin önemi de buradan ileri geliyor.
Tan Cemal'in bu cümlede 'hayal dünyasında yaşamak'tan kastı nedir? 'Çizer hayal dünyasında yaşar' sözü ne anlama geliyor? Tan Cemal, çizerin bir yanılsama içinde yaşadığını, boş işlerle uğraştığını mı söylüyor, yoksa, hazırda bulunmayan bir şeyleri kendi zihninde oluşturarak, kendi zihninde var ederek çalıştığını mı?
Kendisi bu soruyu açmamış, ama bana kalırsa, ikincisini söylüyor. Başka bir deyişle, gündelik dilde genellikle olumsuzluk yüklenen 'hayal dünyasında yaşamak' sözünü, özgül ve verimli bir bağlamda kullanıyor Tan Cemal: Hayal kurmak, çizerliğin başlıca, hatta vazgeçilmez yolu yordamıdır, diyor. Çok haklı.
Bence hayal kurmak, yalnızca çizerliğin değil, fotoğraf da dahil daha pek çok işin vazgeçilmez yordamlarındandır. Elbette, bazen bu fotoğraf meselesindeki gibi daha dolaylıdır hayal etmenin payı. Hayal etmeden başardığımız işler yalnızca alışkanlık kespettiğimiz, otomatikleşmiş işlerimizdir.
Böyle düşününce, 'hayal' kavramına yüklenen olumsuz anlamların nasıl da ketleyici olabildiği ortaya çıkıyor. Hayal kurma edimi olumsuzlanınca, dışlanıyor ve çocuklarla gençler hayalden uzak tutulmaya çalışılıyor: 'Hayalci' değil, 'gerçekçi' olmak lazım diye. Oysa bu 'hayalci/gerçekçi' ikilisi, gerçeklik ile hayal olan arasındaki bütün bir dünyayı yok ediyor.
Yapacağınız işi önceden hayal ettiğimizde, daha iyi yapıyoruz. Bu dediğimi en iyi anlayacak olanlar sporculardır sanıyorum. Sporcu, diyelim bir sırıkla yüksek atlama öncesinde, atlama ânını hayal eder; bulunacağı yer, kendisini çevreleyecek koşullar, göreceği şeyler vb. 'Hayal etmek', gözünde canlandırmaktır çünkü; olabildiğince hissetmek ve olabildiğince planlamak, ayrıntılandırmak vb.
Dolayısıyla, hayal kurmak gerçekte en sınır tanımaz yaratıcılıklar kadar, hayatla pratik ilişki kurmanın da birinci sınıf bir yoludur.
Ama hayal kurmanın da diğer her tür edim gibi iyisi ve kötüsü vardır elbette. Toptan reddedip işin içinden çıkmak yerine, iyisi ile kötüsünü ayırt etmek gerek.
Hayali Küçük Ali'yi en derin saygıyla anarak.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Kendine özgü bir söyleyişi ve konuşması olan politikacıların etkili olma şansı genellikle daha yüksek sayılır. Deniz Baykal, etkili konuşmak için kendini o kadar zorluyor ki, vurguları teatralleşiyor, konuşmasının hiçbir doğallık şansı kalmıyor.
Recep Tayyip Erdoğan, aldığı eğitim gereği olmalı, topluluklara seslenirken çok büyük ölçüde vaaz tonunda konuşuyor. Son dönemlerde Yaşar Nuri Öztürk vurgusu da işitiliyor arada bir konuşmasında: Onun gibi, sözcük içi vurguyu, eklerden bir önceki heceye kaydırıyor: "Topluluklara" derken "-luk" ekinin vurgulanması örneğindeki gibi. Erdoğan'ın konuşmasındaki en özgün yanın beden dili olduğu görüşüne katılmamak zor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün belki sesi kendine özgüdür, nerede işitsek tanırız; ancak, söyleyişi ve konuşması için aynı hükme varmak zor.
Bülent Arınç'ın konuşma tarzı ise, insanların konuşma tarzı üzerinde de etkide bulunan ender örneklerden biri. Tonlamaları ve vurguları her zaman içeriğinden az çok bağımsız olarak alçakgönüllü ve yatıştırıcı. Hatta sevecen diyecektim ama, sevecenlikle babacanlık arası demek daha doğru: Muhataplarını çocuk yerine koymanın sınırlarında dolaşıyor çünkü. Arınç'ın sesine, söyleyişine, artık başka pek çok kamusal kişide de rastlıyoruz. Cemil Çiçek başta olmak üzere...
===================================================================
===================================================================
Diyarbakırlı Barış Elçisi Sait Şanlı öldü. Barış Meclisi üyesiydi.
Aralarında kan davası olup onun tarafından barıştırılan ailelerin sayısı 449'u bulmuş. Sevgiyle anılacak. ===================================================================
===================================================================
Açıklama
___________________________________________________________________________
18.9.2008 tarihli yazımda, feminist araştırmacı Hülya Tarman'ın uğradığı haksızlıklarla ilgili iki paragraflık bir bölüm vardı. Necdet Şen'le ilgili bir cümle de vardı paragrafların ilkinde. Kaynağım ise Tarman'ın altmış küsur üyesi bulunan bir internet grubuna yazdıklarıydı.
Necdet Şen, "Derkenar" adlı internet sitesinde yayımladığı 6 Mart 2009 tarihli yazıda, büyük bir nezaketle, Hülya Tarman'ın başına gelenler için çok üzüldüğünü, ancak benim yazımda kendisiyle ilgili olarak söylediklerimin hiçbir biçimde doğru olmadığını yazmış:
http://www.derkenar.com/necdetsen/kiloyla-kesekagidi-okkayla-bos-laf/
Şen'in yazısını görünce, Tarman'a yazarak durumu bildirdim ve ayrıntı istedim. Tarman, olayla ilgili diğer bilgilere ilişkin ayrıntıları yazdı bana, ama Necdet Şen'le ilgili bir şey yazmadı. Yeniden sordum, bu kez hiç yanıt alamadım. Şimdi aradan yeterince zaman geçtiğinden, bu açıklamayı yazmak gereğini duyuyorum.
Necdet Şen'in adı olaya haksız yere ya da yanlışlıkla karıştıysa ve bunda benim bir payım olduysa, bunun için kendisinden özür diliyorum. Bu adı üçüncü bir yazıda daha anmak zorunda kalmamak dileğiyle...
===================================================================
[20.8.2009 tarihli Radikal]
"Taş Bina"
Aslı Erdoğan'ın yeni öykü kitabı, "Taş Bina ve Diğerleri". Öyküler ortak bir izlek olarak işkencenin etrafında dönüyor.
"Taş Bina", kitaptaki dört öyküden sonuncusu ve en uzunu. Aynı zamanda, Stanley Kubrick'in dikdörtgen taşı gibi, esaslı bir simge. Kitap bu öyküyle, anlatım ve kurgu açısından birbirinden bütünüyle farklı iki bölüme ayrılıyor: "Diğerleri" bir yana, "Taş Bina" bir yana.
Bu kitaptaki öyküler esas olarak Erdoğan'ın daha önceki kurmacalarının temel özelliğini taşıyarak başlıyor: Derinlere kök salmış bir trajik duygunun hem anlatıdaki hem de anlatan bedendeki egemenliği. Ama kitapta yol aldıkça, bu egemenliğin sorgulanması yönünde bir girişimin belirgin izleriyle karşılaşıyoruz bu kez.
Burada "trajik duygu"dan kastım, tepeden tırnağa içselleştirilmiş bir acı, yaralanmışlık ve ölüm duygusudur. Erdoğan'ın tüm kurmacaları, bunları tıpkı kendisininki gibi içselleştirmiş olan ruhları bir mıknatıs gibi saptayıp onlara yönelen bir 'ben/beden'in odağında döner. Başkaları ancak acıyı ve ölüm duygusunu içselleştirdikleri ya da o yönde bir gizilgüç taşıdıkları ölçüde çekicidir 'ben/beden' için. Bu ilişkilenmenin hem tarihsel/toplumsal hem de bedensel/bireysel olduğu bütün ağırlığıyla hissettirilir. Yazarı açısından olduğu kadar, okur açısından da, kaçışı olmayan bir edebiyattır Erdoğan'ınki.
Bütün bunlar hissedilir, oysa anlatının
dili sade ve anlaşılırdır; benzetmeler vurucu, doğrultu çoğu kez düzçizgisel.
"Taş Bina ve Diğerleri"nde, sorgulama dediğim süreç içinde, bu anlatım ve kurgu özelliklerinin de değiştiğini ve ikinci öykü "Tahta Kuşlar"dan itibaren anlatıcı 'ben/beden'in ayraç içine alındığını görüyoruz. Bu öyküde anlatıcı 'ben', yerini 'tanrı anlatıcı'ya bırakıyor ve tıpkı filminde bir kez görünen büyük yönetmen gibi, bir tek yerde görünüp kayboluyor.
"Tahta Kuşlar"ın kişilerinden Filiz, Erdoğan'ın önceki 'ben anlatıcı'sının soyutlanarak tipleştirilmiş bir hali: Acılarını üstlenen, onları boydan boya içselleştirmiş olan eski 'ben'in yerini, acılarını bireysel birer erdem, birer artı puanmış gibi taşıyan, Tahsin Yücel'in "Peygamberin Son Beş Günü"ndeki başkişiyi andıran Filiz alıyor...
Bu sorunsallaştırmayı çekici kılan noktalardan biri, sözünü ettiğim üzere 'ben'in bir kez görünerek bu işlev değişikliğindeki eğretiliği işaretlemesidir: Filiz'in bir diyaloğu sırasında bir an (s. 20), neredeyse kaza eseri gibi, ayraç içindeki cümlenin "emindim" yüklemindeki "m" harfi biçiminde bir 'ben' ortaya çıkıyor. Dizgi hatası olup olmadığını sorduracak kadar eğreti. Ama dizgi hatası olasılığı neredeyse sıfır, çünkü bu "m"yi kaldırdığımız anda ayracın içi havada kalıyor.
Bir sonraki öyküde, "Mahpus"ta ise 'ben' hiç yok artık. Ölüm ile yaşam burada da boğuk çığlıklarla bir çarpışma içinde, ama 'ben'siz: "öz çocuğunu, yaşamaya mahkûm etmişti (...) nesilden nesile geçen bir trajediyi ona devrediyordu" (s. 45).
Yedi bölümlü "Taş Bina" adlı öyküde ise 'ben' dediğim anlatıcı yeniden devrede. Ancak, yer yer bu işlevi karnavalın kralı rolüne oturtulan ve alfabenin ilk harfi olsun diye, "A." adı verilen kişiye devrediyor. 'Ben' ile 'A.', hem kesinlikle ayrı birer varlıktır burada, hem de yer yer, aynı özne:
Birinci bölümü anlatan, dediğim gibi, 'ben' dir. Ama ardından gelen "İnsanlar" ve "Kahkaha" adlı bölümler, sanki bir önceki anlatıcı 'ben' aslında "A." imişçesine, "A. öyküsünü hiçbir zaman bitiremedi" diye başlıyor. Böylelikle Erdoğan'ın önceki kurmacalarından bildiğimiz 'ben', farklılaşıp 'A.' oluyor. Ama bu durum öykü boyunca "A." ile 'ben' arasındaki bağlantıyı, koparmak şöyle dursun, toplumsallaştırıyor. Söz konusu bölümlerin sonunda, "A." olması çok olası birinin 'sen' kipinde seslenmesi de katkıda bulunuyor bu toplumsallaşmaya. Ayrıca, dikkat: : "'A' harfleriydik sanki her birimiz" (s. 123)...
Öykünün bir sonraki bölümü olan "Taşlar"da ise, anlatıcı 'ben', başlı başına bir yoğunlukla, "insan" kavramına yaslanıyor. Daha doğrusu, 'ben'i ve "insan"ı, bir yakalayabilse, yaslanacak...
"Taş Bina" öyküsü, "sessiz çığlık", "yenilmiştik" gibi bir iki klişe ve yer yer belli belirsiz bir fantastik öğeyle hafiflemesi bir yana bırakılırsa, kuşkusuz Aslı Erdoğan'ın en önemli yapıtlarından biri. "Diğerleri" de öyle.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
'Çingene' sözcüğü çoğu yerde küçük harfle başlatılıyor. Oysa ulusal ad ve sıfatları büyük harfle başlatmak kuraldandır. 'Çingene' için geçerli değil mi aynı kural?
İmla kılavuzlarına baktım, hepsi bir tuhaf. Dil Derneği'nin, 8. baskısını yapan "Yazım Kılavuzu"nda hem küçük harflisi var, hem de büyük harflisi. Küçük harflisi neden var, anlayamadım. Belki dizgi hatasıdır.
Sözcüğün çiçek, renk, balık vb adlarına bileşen olarak girdiği durumlarda küçük harfle başlaması ise genel kurala uygun; "çingenepalamudu, çingenepembesi" vb. Tıpkı "japonbalığı, japongülü, çingülü" örneklerindeki gibi...
AKDTYKTDK'nın kılavuzu ise, vur deyince öldürmüşe benziyor. Bir ara, sözlüklerini Çingenelerle ilgili her tür ayrımcılıktan arındıracaklarını ilan etmişlerdi. Bu çerçevede olmalı, sözcüğün bileşen olarak girdiği tüm bileşik ad ve sıfatların büyük harfle başlatıldığını görüyoruz: "Çingene palamudu, Çingene ahtapotu, Çingene pavuryası" vb. Bunlar küçük harfli olmalıydı. Umarım düzeltirler.
* * *
Mualla Eyuboğlu öldü. Şahane kadınlardandı.
Soyadı yine pek çok yerde Ü'yle yazıldı. Onun, Bedri Rahmi'nin ve Sabahattin Eyuboğlu'nun başına sık sık gelen bir durum.
===================================================================
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
Yanan kitaplar
Neşe Yaşın pazar günü Birgün gazetesinde yazdı: Lefkoşa'da Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum barışseverlerin buluşma yerlerinden Işık Kitabevi, 10 Ağustos günü kundaklanmış.
Yaşın, kitabevini yeniden yaşatmak için destek beklediklerini yazıyor.
neseyasin@hotmail.com
===================================================================
[27.8.2009 ve 3.9.2009'da, tatil
için izinliydim.]
[10.9.2009
tarihli Radikal.]
Hangi
'millet'?
"Tek
millet, iki devlet". Başbakan Erdoğan bu sözü Türkiye-Azerbaycan ikilisi için
söyledi. Tek seferle kalsa, duygusal değer biçilip geçilebilirdi belki. Ama
tekrar tekrar söylenince, "millet/ulus" kavramı çerçevesindeki söylem
bunalımının öğelerinden biri durumuna geldi bu söz.
Türkiye
ile Azerbaycan söz konusu olduğunda "Tek millet, iki devlet"
sözündeki "millet" kavramı yalnızca iki bağlamda geçerli olabilir:
Müslümanlık ve etnik Türklük.
Bunlardan
birincisi, yani din bağlamındaki "millet", modern öncesi döneme
aittir. İkincisinin, yani etnik bağlamdaki "millet"in ise, cumhuriyet
öncesinde kaldığı ileri sürülüyor. En azından, asker-sivil bazı devlet mensuplarının ve parti
yöneticilerinin sıkıştıkları zaman ileri sürdükleri ilke ve iddia böyle.
İddia
böyle ama, uygulamada "millet/ulus" sözcüğünün her tür çağdışı
bağlamda kullanıldığını görüyoruz. İddiaya uygun kullanım, yani 'Türkiye
Cumhuriyeti yurttaşlarının bütünü' anlamındaki "millet/ulus", galiba
en seyrek rastlananı.
"Millet"
Osmanlı devletinde yüzyıllar boyu yalnızca din ve mezhep temeline dayalı bir
kavramdı. XIX. yüzyıl sonlarından itibaren buna etnik temel yani kavim temeli
eklendi. Ama belki de aradan geçen yüz yıl toplumsal yaşam açısından henüz kısa
olduğundandır, başta Türkler olmak üzere eski 'etnik millet'ler kendilerini
"millet/ulus" olarak görmekten bir türlü vazgeçmiyor. Cumhuriyetin
iddiası da havada kalıyor böylece.
Ve
devlet mensupları ile CHP yöneticileri her sıkıştıklarında bu iddia ve ilkeyi
öne sürseler de, kendilerini rahat hissettikleri bütün durumlarda tıpkı
Başbakan'ın "Tek millet, iki devlet" sözündeki gibi etnikçi söyleme
kayıveriyorlar. Buna "soydaşlarımız" sözcüğü de dahil.
*
Baskın
Oran haklı: Yetkili ağızlar "millet/ulus" sözcüğünü resmî iddianın
tersine etnik anlamıyla kullandıkça, Kürtlerin de aynı temelde kullanma
eğiliminde olmalarında şaşılacak bir yan kalmıyor.
Baskın
Oran demişken, onun bugünlerde Radikal'de yayımlanan dizi yazısına ilişkin bir
itirazımı belirtmeden geçmeyeyim:
8
Eylül Salı günü yayımlanan bölümde, Osmanlı dönemi ve daha sonraki iki
"çağdaşlaşma dalgası" arasında şemayla gösterdiği bir karşılaştırma
yaparken, Osmanlı'daki "Ümmet"in "I. Çağdaş. Dalgası"ndaki
karşılığı olarak "Ulus"u, "II. Çağdaş. Dalgası"ndaki
karşılığı olarak da "İnsan"ı göstermiş Oran. Bana kalırsa, eğer
"çağdaşlaşma" ille de böyle iki döneme ayırılacaksa, buradaki
karşılıklar sırasıyla "ümmet-ulus-insan"
değil, "ümmet (millet)-ulus-toplum" biçiminde
olmalıdır.
*
CHP
Genel Başkanı Deniz Baykal, "Etnisite milli eğitime girerse, o eğitim
milli olmaktan çıkar" diyor. En temelsiz sözlerden biri de bu.
1)
Etnisite "milli eğitim"in dışında kalamaz, çünkü "milli
eğitim" eğer bilim temeline dayanacaksa, nesnel bir gerçeklik olan
etnisite (kavimler) konusunda çocukları gerektiği gibi bilgilendirmek
zorundadır. Bunun tersi, sansüre, inkârcılığa, asimilasyona, toplum
mühendisliğine girer, tıpkı bugüne kadar olduğu gibi.
2)
Eğer Baykal'ın bu sözden kastı müfredatın etnik bakış açısından arınmış olması
ise, fikir güzel, ama yine gerçeklikten kopuk demektir, çünkü yürürlükte olan
müfredat onyıllardır etnik Türklük açısından bakılarak (İlhan Selçuk'un
deyişiyle "etnikçi" bakış açısıyla) düzenleniyor. Zaten sorun, var
olan etnikçiliği nasıl gidereceğimiz, etnik Türklüğün yerini nasıl
netleştireceğimizdir.
3)
Baykal'ın "milli eğitim"den ne kastettiği de açık değil. Daha önce de
yazmıştım (bkz. "Dilimiz, Dillerimiz", s. 245 vd): Geniş anlamıyla
"milli eğitim" demek, ulusal sınırlar içerisindeki, herkesi kapsayan
eğitim demektir. "Milli/ulusal" kavramının dünya ortak kültüründeki
karşılığı budur.
Bu
anlamıyla "milli eğitim"in etnisiteyi kapsamaktan zarar göreceğini
düşünmek mantığa aykırı olur.
Dar
anlamdaki "milli eğitim" sözü ise 'ulusal çıkarlara uygun eğitim'
biçiminde algılanabilir ki Baykal bunu kastetmiş olabilir. Bu durumda, eğer
'ulusal çıkarlar'dan kasıt etnik Türklerin çıkarı değil de tüm yurttaşların
çıkarları ise, benim bildiğim, bunun etnik gerçeklikleri de kapsaması ama etnikçi
olmaması, yani çağdaş etik ve bilim temeline dayanması gerektiğidir.
*
'Anadili'
terimi konusundaki söylem bunalımı da tıpkı "millet/ulus" konusunda
olan gibi yıllarca sürdü. TDK ve AKDTYKTDK dahil dilciler ve bilimciler, ağır
baskılar altında, bunalımı içeriden yaşadılar. 'Ana dil/ anadili' ayrımı hem
imlası hem de anlam alanı açısından habire çarpıtıldı.
Ancak,
son yıllarda terim ve arkasında yatan toplumsal gerçeklikler öylesine ortaya
döküldü, öyle çok olaya konu oldu ki, hiç değilse bununla ilgili söylem
bunalımı sona erdi diye düşünüyor insan. Her ne kadar terim imlası açısından
"ana dil" biçiminde galatımeşhur olma yoluna girdiyse de, hiç değilse
bunu 'ülkedeki başlıca dil, resmî dil ya da ulusal dil' sanan pek kalmadı....
Derken ne görüyorum, Gündüz Vassaf harfi harfine şöyle yazıyor:
"Yakında
belki ABD'nin ana dili İngilizce'den İspanyolcaya dönüşebilecek olması bu
ülkenin değişime açıklığının ifadesi." (30.8.2009 tarihli Radikal)
Nedir
şimdi bu?
=============================================================
Ayıp
_____________________________________________________________________
Roni
Margulies'e mavi boyayla saldırıda bulunuldu. Vahim bir olgu daha. Birkaç
açıdan:
Birincisi,
bu edimin bir eleştiriye duyulan tepkiden kaynaklanması, eleştirinin
cezalandırılmak istenmesi.
İkincisi,
bu ceza nitelikli saldırıda "cezanın kişiselliği" ilkesinin bile
gözetilmemiş, Margulies'e yakınlarıyla birlikteyken saldırılmış olması.
Üçüncüsü,
saldıranların kendilerini devrimci, demokrat, özgürlükçü vb olarak tanımlayan
kimseler olması.
Dördüncüsü,
saldıranların mensup olduğu siyasal partinin bir yöneticisinden gelen
açıklamada bu edime "demokratik" bir tepki denmesi...
Galiba eleştiri nasıl düşmanlık olarak algılanıyorsa, düşmanca davranış da eleştiri sanılıyor. =============================================================
[17.9.2009 tarihli Radikal.]
Sanatın yeni halleri
İstanbul'da inanılmaz miktarda sergi açıldı. Bu arada 11. Bienal'in açılışıyla ilgili tartışmalar daha çok işin sponsorluk boyutuna odaklandı. Sponsorluk meselesi gerçekten de yenilip yutulması zor manzaralar çıkardı karşımıza. Bienal'in "Rehber"i bize bu konuda da rehberlik edebilir.
Zevkli ve iyi hazırlanmış bir kitapçık olan "Rehber"le ilgili olarak dikkat çeken ilk nokta, fiyatı oluyor: 370 küsur sayfa, 2 lira. Tam bir ikram! Sırf bu kitapçığı edinmek için gişeye uğramaya değer: Yığınla bilgi, sergilenen işlerle ilgili bir sürü fotoğraf... Kısacası, güncel bir kültür haritasıyla karşı karşıyayız. Haritaya sanat-sermaye ilişkilerinin bin bir göstergesi de dahil.
Göstergeler iç kapak sayfasının hemen ardından başlıyor: İkinci bir iç kapak sayfası, orta yerinde bir başına duran logoyla, ülkenin en büyük sermaye grubuna işaret ediyor: Evsahibimiz! İroni şurada ki, ölümsüz tiyatrocu Brecht'ten seçilmiş olan bienal bildirgesi metinleri, sınıf mücadelesine dolaysız bir çağrı ile, her burjuvayı suçlu ilan eden sözler içeriyor! Suçlama ile suçluyu bir araya getiren bir bienal yani bu.
Yirminci yüzyılda pek görülmüyordu böyle bir içlidışlılık. Bizler bohemlere, muhaliflere ve romantiklere alışkındık. Picasso gibi sonradan çok zenginleşseler bile, sergilerinin başında sermaye damgası olmazdı onların.
Eh, burjuvazi sanat patronluğu açısından en sonunda 'saray+tapınak' ikilisinin yerini aldı demektir. Peki, bugün sergisinin başında sermaye damgası olan sanatçı ile, eskinin kilise kubbelerine ya da saray salonlarına resim yapmış sanatçıları arasında, iktidarla ilişki açısından fark var mı? Bana göre, en temelde yok. Kralı suçlu ilan edemezdiniz gerçi, ama ne demiş Laz, o kadarcık şaşırtmaca her öyküde olur.
Bu durum sanat toplumbilimine çok iş çıkarıyor. Gelgelelim, edebiyat toplumbilimcileri gibi sanat toplumbilimcileri de çalışkanlık etmiyorlar nedense. Böylelikle, sanat yapıtının ve yaratıcı olarak kişinin ahlaki suçlamalarla karşı karşıya kalması kolaylaşıyor. 11. Bienal'le ilgili olarak sanatın özerkliği sona erdi diye yazanlar oldu sözgelimi. İyi bir tartışma. Ancak, şu soru var: Sanatın özerkliği, sunumun özerkliğiyle mi kaimdi de şimdi yok oldu?
Bence öyle değil. Sanatın özerkliği, yapıtın kendi yaratıcısından da özerkliği anlamına gelir.
Ancak, insan bütün bu logolar ormanı içinde kendine yol açmakta gitgide daha çok zorlanıyor. Yerlerin ve yapıtların fiziksel olarak tıpkı ABD'deki gibi yeniden büyüme eğilimi göstermesi, gitgide daha masraflı bir hale gelmesi başlı başına bir gösterge. Kısacası, sponsorlu sanat iktisadi bağımsızlığını gitgide daha çok yitiriyor. Aynı kâğıdın iki yüzünde durmak nereye kadar olanaklı?
*
İstanbul'da Bienal'le birlikte açılan sergilerin içinde üçü var ki fazlasıyla etkiledi beni. Birincisi Aret Gıcır'ın "Yerevan" sergisi, İstiklal Cad. Tokatlıyan Han, No. 76, kat 4.
Etkileyicilik, bu görkemli, ama ıssız, bakımsız ve kara binayla birlikte artıyor: Kendisi cadde üzerinde, ruhu Beyoğlu'nun arka yüzlerine dahil. Ve 4. katın koridorlarına yerleşen Aret Gıcır resimleri, Tokatlıyan Han'ı tarih içerisinde bir yere oturtuyor. Daha doğrusu, yerleri ve insanları yazgılarıyla birlikte birbirine bağlayıp konuşturuyor. Adeta omuzumuzdan tutuyor ve sırtımızı dönmekte ısrar ettiğimiz görüntülerle yani duygularla yüz yüze getiriyor bizi.
*
Sözünü etmek istediğim ikinci sergi Sarkis'in İstanbul Modern'deki, "sergilerimin sergisi" diye tanımladığı "Site"si. Oradan belleğime yazılanlar:
- "Kendinden bir şeyler bırak" yazısının olduğu masanın başında, yazıyı görenlerin neredeyse otomatik bir kıpırdayışla ceplerine ya da çantalarına davranmaları, sonra azar azar durulmaları
- Sergi odalarından birindeki kıpkırmızı ışıklı cam tablolar: Sarkis'in canavar ruhları siyah konturlarla kontrol altına almaya çalışmışlığı
- Bir formdan ibaret siyah içi boş demir piyano
- Yerde kalp gibi çarpıp duran tiktakçık
- Tüm sergiyi kucağına alan fırtınalı gökyüzü
- Ve odalardan birinde, baktığınızda kendi suretinizle değil, bir başkasıyla karşılaştığınız ayna! Güncel bir Las Meninas ya da Narkissos deneyimi
*
Görüp etkilendiğim üçüncü sergi, Kadriye Ezel Ağaoğlu'nun Cihangir Caddesi'deki Mavi Kum Kitabevi'nde açılan ve Dante'nin cehennemini anıştıran seramik heykel ve rölyef dizisi.
Hep toplu insan manzaraları çiziyor Ezel Ağaoğlu: Deliler gemisinde, Babil kulesinde ve hayat ağacının altındaki odalarda yığınla insan...
"Deliler Gemisi", Sebastian Brant'ın 1494 tarihli aynı adı taşıyan kitabının ardından günümüz felsefesine kadar bütün bir Avrupa kültürünü etkilemiş bir motif ve kavram. Ezel Ağaoğlu'nun birer küçük kazan büyüklüğündeki gemilerinde, korkunç bir acıyla açılmış ağızlar, büyük çoğunluğu gebe kadınlardan oluşan, çıplak, çığırından çıkmış insanlar var. Bu gemiler karşısında insan kendini Goya'nın resmindeki Satürn gibi hissetmekten alıkoyamıyor.
===================================================================
Dergi
___________________________________________________________________________
"Eleştirel Pedagoji" dergisi, "demokratik bir pedagoji" hedefiyle çıkıyor. Altbaşlık, "politik eğitim dergisi". Kemal İnal'ın yönetiminde, geniş bir yayın kolektifi tarafından hazırlanan, kapsamlı ve bilimsel bir eğitim dergisi bu. İlk sayısı ocak ayında yayımlanmıştı. Yeni çıkan dördüncü sayının kapak konusu, "Okullar Açılırken: sorunlar/çözümler".
elestirelpedagoji@ elestirelpedagoji.com
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Panel: "Cumhuriyet Dönemi İstanbul'da Kadın Hareketleri"
Düzenleyen: Kadın Eserleri Kütüphanesi
Tarih: 26 Eylül 2009 Cumartesi
Saat: 13.00
Yer: Kadın Eserleri Kütüphanesi, İstanbul
Konuşmacılar: Birsen Talay, Şeyda Talu, Filiz Oğuz, Neslihan Akbulut, Sevgi Uçan
Belgesel: İsyan-ı Nisvan
Tel. (0212) 621 81 34–
534 95 50
===================================================================
[24.9.2009 tarihli Radikal.]
Oya Baydar'ın bilimkurgusu
"Çöplüğün Generali", hem adındaki gerilimin hem de içerdiği Ergenekon motifinin daha ilk adımda çekici kıldığı, kolay okunur bir roman. Ayrıca, roman kişileri de çöplüğün içine koku duyumuzu rencide edecek ölçülerde girmiyor! Şaka bir yana, çok okunmaya aday bir bilimkurgu bu.
Gerçi anlatıya limon sıkan epey naif bölüm var: 'Roman içi roman'ın bölüm sonu notları, s. 100'deki şairin, s. 124'teki "Unutmak İsteyen Adam"ın ve çerçeve öyküdeki sorumluluk sahibi üç kişinin öğretici konuşmaları vb. Ancak, yanı sıra, yerleşik kavramlarımızda sarsıntı yaratmaya yönelmiş bazı zıtlıklar da inşa ediliyor.
Bunlardan başlıcası, roman zamanında ulaşılmış olan toplumsal kutuplaşmada ortaya çıkıyor: Ergenekonlu toplum, bir biçimde patlamıştır ve altmış sekiz küsur yıl sonra, bilimkurgu yapıtlara özgü bir şematiklik içinde kutuplaştırılmış durumdadır. Kutuplardan birinde, "düzene sorgusuz boyun eğiş karşılığında kazanılan huzur, refah ve güvenliği" yitirmeyi göze alamayanların 'yeni kent'i vardır (s. 9); "toplum üyelerine sağlanan güvenliğe, yaşam kolaylıklarına, erişilebilir konfora" (s. 189) teslim olmuştur yeni kent. O kadar ki, "yeni hayat"ın tek olumsuz yanı olarak, "sıkıcı"lığından söz edilir (s. 232). Bir de "miskin"liğinden (s. 255).
Diğer kutupta ise, yeni kentin unuttuğu, hiç yokmuş gibi davrandığı, hiçbir kayda geçirmediği dev uçurum, bitişik komşu "çöp insanlarının ülkesi" (s. 250) vardır; unutmayanların diyarı.
Alışkın olduğumuz 'uçurum' kavramı: Bir yandan bir içbükey görüntüye, bir yandan da düşme tehlikesine işaret eden bir kavram. Romanın sarsmaya çalıştığı kavramlardan biri bu. "Çöp insanları"nın, yani resmî unutturma politikasını boşa çıkaranların yurt edindiği yerdir burada uçurum. Bir çöplüktür üstelik.
Mutlak değer olarak aldığımızda, önemsediğimiz toplumsal özelliklerin iki zıt kutba ayrıldığı bir durum bu: Olup bitenleri unutmamayı seçenlerin çöplükte, unutanların ise huzur ve refah içinde yaşadıkları, son derecesine varmış bir kutuplaşma durumu. Ancak, romandaki sürecin işleyişi bu uç duruma bir başka başlangıç noktası olma gizilgücünü kazandırmaktadır. Yeni kentin bitişiğinde varlığını koruyan ve yayılma tehlikesi taşıyan karanlıktan kalıcı bir biçimde kurtulmak, unutarak değil, unutma virüsünü kalıcı bir biçimde yenilgiye uğratarak başarılacak bir şeydir...
"Çöplüğün Generali", temel aldığı 'unutma/ unutturma' sorunsalı açısından Latife Tekin'in "Unutma Bahçesi" (s. 118), Nuri Bilge Ceylan'ın "Üç Maymun"u (s. 140) gibi dolaysız göndermelerinin yanı sıra, dolaylı olarak da bir dizi yapıtı çağrıştırıyor. En önemlisi, unutulmaz karşıütopya "Fahrenheit 451" olmak üzere.
"Fahrenheit 451"deki sulta, kitapların ve kitap yazanların yok edilip unutturulması biçimindeydi ve esas olarak nazi Almanya'sını çağrıştırıyordu. "Çöplüğün Generali"ndeki sulta ise yine bir kitabı ve o kitabın yazarını yok edip unutturmaya çalışıyorsa da, bu kez asıl mesele, başka bazı toplumlar gibi romandaki topluma da, bütün bir tarihsel dönemde neler olup bittiğinin unutturulmuş olmasıdır.
Bu iki yapıt da kendine özgü bir durum resmediyor ve kendine özgü bir çözüm öneriyor. Hatta, çözüm açısından bir tür örtülü tartışmadan söz edilebilir: "Fahrenheit 451"de çözüm tıpkı kutsal kitapların ilk dönemlerindeki korunma yöntemleri gibi belleğe, ezberlemeye dayalıyken, "Çöplüğün Generali"nde yazıya, yazılı olana güvenilmekte ve bu nokta romanın tezlerinden birini oluşturmaktadır.
"Çöplüğün Generali" yazı diyor, "Fahrenheit 451" ise, bellek, ezber. Çözüm için kullanılan teknikle ilgili bir tartışma bu. Temelde ise iki yapıt aynı şeyi söylüyor. Öyle ki, bu açıdan bakıldığında, üçüncü bir yazar çıkıp 'bant kaydı' dese, o da aynı şeyi söylüyor olabilecektir; eğer en temeldeki mesele, tıpkı söz konusu yapıtlardaki gibi, unutmak istemeyen bir avuç kişinin çıkıp çıkmayacağı meselesiyse. Uçurumun dibinde ya da dağın tepesinde.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
11. Bienal'in "Rehber"ini hızla karıştırıp ilk izlenimlerimi yazmıştım. Bu hafta, 38. sayfada yer alan "Küratörlerin metni"yle ilgili olarak zihnimde bulanık kalmış yerler için metne İngilizcesiyle birlikte bir kez daha bakacak oldum ve fena halde üzüldüm, çünkü bu iki sayfalık metnin çevirisinde birkaç yaşamsal hata var. İngilizcesinde olmayan iki de cümle eklenmiş, ya da İngilizcesi "Rehber"e geçirilirken iki cümle atlanmış. Hataların tümü de anlam sorunlarına yol açan türden.
En hafifiyle başlayayım. "Sosyalizm ya da barbarlık" denmiş çeviride. Konuyla az çok ilgili herkesin "Ya sosyalizm, ya barbarlık" diye bildiği, yerleşik bir sözdür bu. Rosa Luxemburg'un Friedrich Engels'ten esinlendiği ünlü sözü. "Rehber"deki çeviride, yerleşiklik meselesinin yanı sıra, İngilizcedeki "or" bağlacını Türkçeye bütün durumlarda "ya da" diye çeviren ezberciliğin yarattığı bir sorun söz konusu. Çeşitli kereler değindiğim üzere, İngilizcedeki "or" sözcüğünün Türkçe karşılığı, bağlamına göre değişir...
Bir diğer hata, İstanbul'la ilgili olarak sözü edilen metaforun "köprü" metaforu olduğunun gözden kaçırılması.
Bir diğeri, 'tek tek yapıtlar' yerine "bağımsız yapıtlar" diyerek, bir yorum tehlikesine yol açılmış olması (İngilizcesi "individual").
Önemli bir tekil-çoğul hatası olarak, "gönderme öbekleri" yerine, "göndermeler öbeği" denmesi.
En vahimine geldik. Küratör metninin Türkçesine göre, Brecht şöyle yazmıştır:
"Devrimci bir mesajın yokluğunda bu 'mesaj' katıksız anarşizm olur".
Herhalde bu cümleyi okuyan her ciddi okur karmaşık bir felsefi denklem kurmak ve bir 'aşırı yorum' yapmak zorunda hissetmiştir kendini. Oysa cümlenin İngilizcesinde "mesaj" sözcüğü iki kez değil, bir kez geçiyor. Türkçesindeki iki "mesaj" sözcüğünden birincisinin aslı "movement". Ve eğer İngilizce metin de hatalı değilse, Brecht aslında şöyle şöylemektedir:
"Devrimci bir hareketin yokluğunda bu oyunun mesajı katışıksız anarşizm olur."
"Küratörlerin metni"nin bütün düşünsel temelini değiştirecek önemde bir hata bu: Brecht devrimci bir hareketten söz ederken, küratörler ona 'varsa yoksa mesaj' dedirtmiş oluyor...
===================================================================
[1.10.2009 tarihli Radikal.]
Murat Gülsoy'un denemeleri
Anadili Türkçe olan öğrencilerden pek çoğunun velisi, Türkçe ve dilbilgisi derslerini tamamen formalite sayar, eğer çocuk bu dersten düşük not alıyorsa okula ve öğretmene kızar: Çocuğumun anadili Türkçe, takır takır konuşup yazıyor, daha ne öğrenecek, vb.
Oysa çocuk ömür boyu annesinin sütüyle beslenmez, öyle değil mi? Süt emmek ile bilinçli beslenmek arasındaki fark neyse, anadilini edinmek ile dilin bilincine varmak arasındaki fark da odur. Gerçi beslenme bilinci her sağlık sorunumuzu çözmez, bizi ölümsüz de kılmaz, ama bu açıdan canımızı en az sıkacak biçimde yaşayıp yaşatmamızı sağlar.
Okulda edebiyat dersi görmüş birinin daha sonra öykü, roman ya da şiir okuması da bir ihtiyaç olarak görülmüyor pek. Biraz geleneğin defterinde yazmadığından, biraz verili çalışma yaşamının iyi şeylere zaman bırakmamasından, biraz da her tür ders dışı okumanın korkutucu kılınmış olmasından.
Ve kaza eseri öykü, roman ya da şiir okuma ihtiyacını duyanlarımız da bu okumalarına altyapı sağlayacak ve sorgulamalarını besleyecek yan okumalara ihtiyaç duymayabiliyor. Yoksul bir okumaya yazgılı kılıyor kendi kendini.
'İyi de, ne okuyayım' sorusuna verilebilecek en iyi yanıtlardan biri, Murat Gülsoy'un iki deneme kitabıdır bence. Okurlar Murat Gülsoy'u daha çok öykü ve romanlarından tanıyor olabilir. Ama o aynı zamanda çok iyi bir edebiyat düşünürü ve eleştirmeni. Bu alandaki ikinci kitabı yeni çıktı: "602. Gece". Bir önceki deneme kitabı "Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık" gibi "602. Gece"yi de hem yararlanarak, hem de büyük ölçüde fikir birliği duygusuna kapılarak okuyorum. Bu kez Tanpınar, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk çözümlemeleri de yapıyor Gülsoy.
Az rastlanır bir biçimde rahat okunan kitaplar bunlar. Hatta, açılabilecek tek ayraç berraklık fazlalığı olabilir. Aynı duyguya Memet Fuat okurken de kapılırdım: Belli belirsiz ve iyicil bir öğreticilikle birlikte gelen berraklık fazlalığı bir tür tedirginlik yaratıyor, dünya bu kadar berrak değil çünkü.
Anlatım netliği Gülsoy'un mühendislik eğitimi almış olmasıyla da bağlantılı olabilir; ne de olsa mühendislik demek, netlik demek. Yine de, bunu söyleyip geçmenin sakıncası belli: Böyle bir eğitim almış olan herkes Murat Gülsoy değildir. Kaldı ki Gülsoy mühendisliğin yanı sıra psikoloji eğitimi de almış. Anlatımı berrak ama, basitleştirici değil. Belirli konularda hükmünü vermiş olup, hükümlerini gözden geçirmelerine neden olabilecek okumalardan kaçınanlar özellikle okumalı onu.
===================================================================
Yayın
___________________________________________________________________________
"Agos Kitap/Kirk", yani Agos dergisinin aylık Kitap eki çıkmaya başlayalı bir yıl olmak üzere. Editör Altuğ Yılmaz'ın söylediğine göre 12. sayı yarın değil, İstanbul Kitap Fuarı dolayısıyla fuar öncesinde, yani iki sayı bir arada, hayli kalın olarak çıkacak.
Diğer aylık kitap ekleri gibi "Agos Kitap/Kirk" de gözden kaçıyor olabilir. Oysa anaakım medyada rastlamadığımız yayınlara da yer veren, esaslı bir kitap dergisi bu. Türkiye Ermenileriyle ve azınlık sorunlarıyla ilgili yayınlar başta olmak üzere, ama onlarla sınırlı kalmaksızın, tarihsel ve diğer insan bilimleriyle ilgili yayınlara ve iyi edebiyata ağırlık veren bir dergi. Dergi deyip duruyorum, çünkü alıştığımız eklerin yanında, yazılarının yoğunluğu ve ağırlığıyla, dergi sayılmaya daha yakın bir yayın "Agos Kitap/Kirk".
Yazıların yoğunluğu iyi bir şey elbette ama, sayfa doluluğu aynı zamanda diğer kitap eklerinden alıştığımız kitap ilanlarının azlığını ortaya koyuyor. Ben yayınevi yöneticisi olsam, ilan politikamda "Agos Kitap/Kirk"e mutlaka yer verirdim oysa: Tamam, haftalık Agos gazetesinin tirajı günlük gazetelerinkinden azdır elbette ama, Agos okurları arasında aynı zamanda kitap okuru olanların oranı da herhalde günlük gazetelerinkinden çok daha yüksektir. Demek istediğim, "Agos Kitap/Kirk"te daha çok kitap ilanı bulunması, ayrımcılıktan kurtulmak kadar, okurlara ulaşmak açısından da önem taşıyor. Agos sonuç olarak bir Türkiye gazetesi, önemli bir gazete.
===================================================================
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
XWQ meselesini sanki ilk kezmiş gibi tartışanlar oldu. Oysa 2001 ve 2003 yıllarında da tartışılmıştı bu konu. Şimdi bir adım ileriden başlansa yine neyse. Ulusal dans: Bir adım ileri, iki adım geri!
Önceki iki tartışmada hiç değilse söz konusu harflerin niçin sorun çıkardığı ayan beyandı: Bu harfleri batı dilleriyle olan içlidışlılığımız nedeniyle bolca kullanıyoruz, ama adlarını nüfusa Kürtçedeki gibi yazdırmak isteyen yurttaşların talepleri kabul edilmiyor. Sorunun aslı esası bu: Batı dillerinden gelen geçiyor, Kürtçeden gelen geçemiyor. Sesbilimsel değil, kültürel bir sorun söz konusu.
Olur ki çeşitli küçük politika çukurlarından değil de gerçek bir merakla ilgilenen çıkar diye, önceki tartışmalar sırasında yazılmış dört yazımın adresini veriyorum:
Radikal Kitap'ın 30.11.2001, 28.12.2001 ve 21.11.2003 tarihli sayılarındaki Dil Meseleleri ve haftalık Gerçek Hayat dergisinin Ekim 2001 tarihli sayısındaki söyleşi.
Aynı yazılar, "Dilimiz, Dillerimiz" adlı kitabın "Alfabe meseleleri" başlıklı bölümünde de var (s. 53-57). Anadili meseleleri için aynı kitabın 198-239. sayfalarına bakılabilir.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
12 Eylül Mektupları Sergisi
"Kadınlar Saçlarını Çözüyor"
12
Eylül’e ilişkin, kadınlardan gelen, mektuplar, fotoğraflar, karikatürler,
resimler ve objeler.
Düzenleyen: Uçan Süpürge
Tarih:
1-10 Ekim 2009
Yer:
Garajistanbul
Adres:
Tomtom Mah. Yeni Çarşı Cad. Kaymakam Reşat Bey Sok. No. 11a, Galatasaray,
Beyoğlu
Tel.
(0212) 244 44 99
===================================================================
[8.10.2009
tarihli Radikal.]
Simgeselin
yazgısı
Milletvekili
Ufuk Uras ile sekiz kişinin, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ hakkında
"siyasi nitelikte konuşmalar yapmış" olduğu için soruşturma
açılmasını talep etmeleri ilk bakışta tuhaf gelebilir, çünkü suç duyurusunda bulunanlar siyasetle
uğraşılmasına karşı çıkacak kimseler değil. Tam tersine, siyasetsizleştirmeye
karşı duran insanlar.
Bu
talebin simgesel bir yanı var aslında: Tıpkı Edward Said'in Filistinli
çocuklarla birlikte taş atması, Iraklı gazetecinin Bush'a pabuç fırlatması,
Orhan Pamuk'un bir milyon Ermeni ile otuz bin Kürtten söz etmesi gibi.
Bunlar
simgesel edimler, çünkü bire bir değiller. Tümü de bir kavrayışın yolunu açmaya
yönelik. Edward Said'in attığı taşın ve Bush'a atılan pabucun Ortadoğu'da
tabandan gelen insani tepkiye, Orhan Pamuk'un sözünün tarihsel trajedilere
işaret etmesi gibi, Başbuğ'a karşı açılan dava da vesayet rejiminin sona ermesi
arzusuna işaret ediyor.
*
Bu
tür edimler işin daha ötesine bakmak için iyi birer fırsat sayılabilir. Askerî
vesayet rejimiyle ilgili olanı, şu soruyu uyandırıyor bende: Demokratik sayılan
ülkelerde silahlı kuvvetlere dolaysız siyaset yapma hakkı tanınmıyor. Acaba
neden? Siyaset konusunda düşünmek ve düşüncesini dile getirmek herkes gibi
üniformalıların da hakkı değil mi?
Bu
sorunun yanıtı konusunda Baskın Oran haklı: Bir sözün silahlı bir güç
tarafından söylenmesi ile, silahsız olan tarafından söylenmesi aynı şey
değildir. İkisi arasında, yaptırım gücü açısından kabul edilmesi olanaksız bir
oransızlık vardır. Sözgelimi, elinde silah olan biri, bir kimse için
"dikkatli olsun" diyorsa, nesnel durum herkeste bu sözün bir tehdidi
gizleyebileceği duygusunu uyandırır.
Bu nedenle, silah bulundurma ve kullanma yetkisi, dolaysız siyaset haklarının
kısıtlanmasıyla dengelenir.
Burada
bir paradoks yatıyor. Büyük siyaset bilimci Carl Clausewitz'in şu ünlü sözü:
"Savaş siyasetin yoğunlaşmış hâlidir". Modern zamanlara kadar
savaşlar ülkenin bir numaralı devlet yöneticisinin yani siyasetçisinin
komutasında yürütülmüş hep. Şimdi ise ülkelerin iki başkomutanı oluyor: Biri
simgesel (cumhurbaşkanı ya da kral vb), biri gerçek. Modern öncesinde olmayan
bir ikilik.
Savaş/güvenlik
işleriyle diğer yönetsel işleri birbirinden ayırmak büyük bir toplumsal devrim.
En az din işleriyle dünya işlerini birbirinden ayırmak kadar önemli. Oysa bu
ikincisi 'laiklik, sekülerlik' gibi belirli tarihsel adlar konularak öne
çıkarılırken, askerliğin yönetsel işlerden ayırılmasına ad bile konulmamış.
Bunun
nedeni devletlerin durumu gizleme güdüsü olabilir ancak: Ne de olsa halklar
artık savaşçılığı modern öncesindeki kadar kabullenmemekte, meşru ve normal
saymamaktadır. Ve demokrasinin kaynağında yurttaşın silahlı güçlerden değil,
silahlı güçlerin yurttaştan çekinmesi fikri yatmaktadır. Buradaki ilke, haddini
bilmek ilkesidir çünkü, ve elinde silah olanın haddi, silahsızınkiyle aynı
olamaz. Askerî vesayet ise, seçilmiş temsilcilerin haddini askerlerin
belirlemesidir.
Özetle,
hiçbir insan edimi siyaset dışı değildir gerçekte, genelkurmay başkanlarınınki
bile. Ama şu modern hallerde sorun, kimin hangi konumdan konuştuğudur
sanıyorum; bir komuta çekişmesidir. Siyasi komuta ile askerî komuta arasındaki
çekişme. Bir kez daha: Başbuğ davası, simgesel olarak, bu çekişmede demokratik
yola işaret ediyor.
*
Son simgesellerden birinin daha yazgısı anlaşılamamak oldu: Başbakan Erdoğan'ın, partisinin 3. kongresinde andığı liste genellikle bire bir algılandı. Adlar orada kendileri olarak yer alıyormuş gibi.
Oysa Başbakan'ın listesinin belirleyici yanı, belirli büyük adların saptanması değil, toplumsal kesimlerin çeşitliliğini gösteren bir yelpaze oluşturmasıydı. Çeşitlerin tümünü de değil, çeşitlilik olgusunun kendisini gösteren bir yelpazeydi söz konusu olan; konuşmanın bağlamı bu amacı gösteriyordu. Olabilecek en geniş yelpazeyi, en çeşitli kültürel kesimleri çağrıştırabilecek simgesel adlar seçilmeye çalışılmıştı.
Meseleyi doğrudan doğruya değişmez büyük adların saptanmasıymış gibi algılayanların yanında, bir temsil sorunu olarak anlayanlar da oldu. Temsil sorunu, bu bağlamda bir çözümleme öğesi olarak ele alınabilir, neden kadınlar tek adla temsil edildi diye düşünülebilir vb, ama geçici bir simgesel listeyi ülke parlamentosu ya da haklar komisyonu gibi görme eğilimi pek de geniş bir ufka işaret sayılmaz.
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
Türkiye, LGBTT hakları konusunda adım atmakta zorlanıyor. Cinsiyet ayrımcılığını yani cinsiyetçiliği yalnızca kadın-erkek eşitsizliği olarak görme eğilimi fena halde güçlü. Oysa bu ayrımcılık türü, ezilen cins olarak yalnızca kadınları değil, 'üçüncü cins' diye anılan LGBTT'leri de kapsar.
5 Ekim tarihli Radikal'in haberine göre, toplam üye sayısı iki yüz bini bulan iki internet sitesi, sırf LGBTT yayınıdır diye kapatılmış. Daha önce de, gey ilişkileri CD'ye kaydedilmiş olan bir emniyet görevlisi görevinden ayrılmak zorunda bırakılmıştı. Birileri bir yurttaşın en mahrem yaşantılarını kayda alıp kullanıyor, şantaj yapıyor, sonra da ceza gören, şantajcılar değil, o yurttaş oluyor. Emniyet güçleri, şantajın en az geçerli olacağı yerler olmalı değil midir? Telekulak vakalarını da düşününce, bu gidişle bizim toplumun adı röntgenciye çıkacak diye endişelenmiyor mu ilgililer hiç?
Geçenlerde Ahmet Yıldız vakası işin töre cinayeti boyutunu da ortaya çıkardı. Evet, töre yalnızca kadınları vurmuyor, geyleri de vuruyor. İlk diyenler oldu. Herhalde su yüzüne ilk çıkan demek daha doğruydu.
Ayrımcılıktan kurtulmak için Avrupa'nın geçtiği tüm yollardan geçmemizin gerekmemesini dileyelim, buna çalışalım. Nazilerin yaşattıklarını yaşatamasın kimse bu topluma.
===================================================================
===================================================================
Dicle K: Aptallığımızı göstermenin daha iyi bir yolu yok muydu gerçekten? Gerçekten yok muydu?
===================================================================
[15.10.2009 tarihli Radikal]
Daireler çizerek
Yeni çıkan "Galileo'nun Pergeli" adlı kitabı, İskender'in deneme-aforizma üçlüsünü tamamladı: Bisiklet, makas ve pergel. Yazarının edebiyattaki yerini, tavrını ve temel özelliklerini pekiştiren bir üçlü oldu bu.
Küçük İskender toplumu sınayan ve zorlayan yazarlardan. Tıpkı Nâzım gibi, Orhan Pamuk gibi, Oscar Wilde gibi, ama en çok Boris Vian gibi, hem yazdıklarıyla hem de metin dışı yaşamıyla zorluyor toplumu. Ve tıpkı onlar gibi, hakarete uğrayıp hedef gösterildiği oluyor...
Marjinallik türü her ne olursa olsun, her iyi edebiyatın bir etik tavrı vardır. Küçük İskender'in de var mı etik dayanağı? Varsa nedir?
Yüzeydeki ahlakın, etiksiz ahlakın bekçiliğinden bir pay üstlendiğimiz oranda, bu soruyu yanıtlamak zorlaşıyor. Bu zorluğun karşı kıyısında bir de kolaycılık bekliyor: "Şairdir, ne yapsa yeridir": Değil mi ki o bir avangarddır, yenilikler getirmiştir vb.
İskender'in yazdıkları gücünü esas olarak, aynı anda aynı satırlardan birbirine zıt yönlere akan iki güçlü akımdan alıyor: Yüzey akımından okunanlar, anlatımı sözcüklerin verili değer yükü açısından alabildiğine zorluyor. Bu yaratılardan her birinin temelinde, bir sorgulamada ele geçen sözcüklere alışılmış yüklerine zıt bir yük taşıtılması yatıyor. Yüklediği sözcüklerin her biri, aynı zamanda verili bir uzlaşımın kanıtıdır. 'Lezzet' sözcüğü sözcük olalı hiç eğretilemeli kullanılmamış değildir elbette. Ama bu sözcüğe, tümör olma yükünü taşıtmamıştır hiç kimse; "lezzetli tümörler" dememiştir. Dediyse bile, bir bütüne oturtmuş değildir o sözü. İskender'de ayırt edici olan, onun bu yönde sınır tanımayışıdır. İskender'in edebiyatı, ikiyüzlülük temeline dayalı bir değerler sistemine yönelik saldırısını kısmi tutamamakla belirlenmektedir: Topyekûn taarruz! Hiçbir şey bildiğimiz gibi kalmayacaktır. "Mezarlarınıza tüküreceğim" diyordu Boris Vian da.
İskender, yaş iken eğilmek yerine, kendisine yöneltileni ve onunla birlikte bütün bir değerler sistemini hiç noksansız tersine çevirmeyi ya da ters yüz etmeyi şiar edindiğini gösteren bir biçimde yazıyor. Her tür yerleşik değerin damarına basmanın sözel yolunu buluyor. "Ölü evinde seks partisi" gibi görünürde ahlaksızca olan kitap adları, "Salıyı Perşembeye Bağlayan Gece" gibi tutarsız sözler ("Galileo'nun Pergeli", s. 9) bu yolla çıkıyor ortaya. Ya da gelip bu ana yolda birleşiyor. Ama bu topyekûn yıkıcılığa paralel olarak kurduğu bütün bir cinsel etik var. Buna ilişkin bölümler, okuru birer armağan olarak bekliyor. Bir ipucu: 12. sayfa "Beden" diye başlayan paragraf...
Turgut Özal'ın erdemi, zenginleri sevdiğini açıkyüreklilikle söylemesiydi. Egemen değerler sistemi her zaman Özal'daki gibi açık vermiyor. Delirmeye karar vermedikçe, maskemizi takmadan sokağa çıkmıyoruz.
Küçük İskender maskesiz mi yazıyor peki? Kesinlikle hayır. Onunki, "ahlaksız marjinal" maskesidir. 'Persona'dır elbette bu; yani, sanatsal yaratı alanında başvurulan türden bir maske.
İskender'in edebiyatı ile edebiyat dışı yaşantısı arasındaki olası örtüşmeler, persona gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü o, en 'aklı başında' edebiyat yazarının yazabileceği denemelerin de yazarı aynı zamanda. Bisiklet-makas-pergel üçlemesindeki şiir ve edebiyat konulu bölümler, genç şairlere yazdığı yol gösterme yazıları vb, edebiyat düşüncesinde vazgeçilmez önemdedir.
"Galileo'nun Pergeli"nde çocukluk fotoğrafları var İskender'in. İncecik uzun bir çocuk. Neler yaşadığını bilmiyoruz, "gece"sinden haberimiz yok. Bazı fotoğraflarda bütün içiyle bakıyor insana. Bazılarında karanlık bir kederle kamburunu çıkarmış. Kitapta bu fotoğrafların olmasına çok sevindim.
"Acı istihkakını aşmamalı" (s. 15) diyor bir de. Aşıyor, aşıyor.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
ahde vefa/ ahd-i vefa
"Ahd-i vefa" sözü, 'vefa dönemi, vefa zamanı' anlamına gelir. Bunu değil de sözüne sadık kalmayı kastediyorsak, "ahde vefa" demek gerekiyor.
*
politika/siyaset
"Devletin
politikasında siyaset yoktur." (TRT2, 18.8.09 Salı, 21.55)
Bu bir totoloji mi, yoksa 'politika' sözcüğü ile 'siyaset' sözcüğü arasında oluşan anlam farkının resmi mi? İlgili TRT mensubu bunu totoloji olsun diye söylemiyordu. Demek istediği şuydu sanıyorum: Devletin işleyişine herhangi bir siyasi partinin doğrultusu değil, bütünüyle kendine özgü temel ve evrensel ilkeleri egemen olmalıdır.
Daha önce de yazdığım üzere 'siyaset' sözcüğü başta siyasiler olmak üzere çoğu kişi için artık neredeyse yalnızca 'siyasi partilerin edimleri, siyasi partilerle ilgili olan' anlamına geliyor.
===================================================================
===================================================================
Barış
___________________________________________________________________________
Barış İçin Kadın Forumu toplantılarından ilk ikisi Diyarbakır ve Ankara'da düzenlendi. Diyarbakır'daki foruma katılmış olan koordinasyon üyesi Ayşegül Devecioğlu şöyle yazıyor: "Her kesimden, farklı görüşlerden, barış isteyen kadınların, savaşı durdurmak ve birlikte çözüm üretmek ihtiyacının çok büyük olduğunu gözledim".
Bu hafta da, İstanbul'da iki günlük bir forum düzenleniyor. Kadınlar son yılların 8 Martlarında ve Kürt sorunuyla ilgili diğer barış toplantılarında ortaya çıkan temel bir sorunu aşmaya çalışıyor: Barışın bir çatışmasızlık hâli olmanın yanı sıra ortak yaşam için sağlam temeller oluşturma meselesi olduğunu daha çok Kürtlerin kavraması, diğerlerimizin ise pek oralı olmaması. İstanbul forumu bu yazgıyı değiştirmek yönünde iyi bir adım olabilir. Duyuru şöyle:
Yer: İstanbul Tabib Odası
Tarih: 17, 18 Ekim 2009
Saat: 10.00
1.oturum
Biz Kadınlar Savaşı Nasıl Yaşadık Yaşıyoruz
2.oturum
Barış İçin Taleplerimiz
3.oturum
Barış İçin Neler Yapabiliriz... Taleplerimizi Birlikte Örgütlemek
* * *
Ceylan Önkol İnisiyatifi, çocukları bile katleden militarizme karşı ses çıkarmak için bir zincir oluşturmaya çağırıyor.
Yer: Galatasaray Meydanı, Beyoğlu, İstanbul
Tarih: 15 Ekim 2009 (bugün)
Saat: 19.00
===================================================================
[22.10.2009 tarihli Radikal]
Önermek/dayatmak
CHP'nin ve bazıları devlet mensubu olmak üzere ona yakın olanların zihniyeti dayatıcılıkla belirleniyor: Kendileri en temel meselelerde değişmez doğrulara ulaşmışlardır ve ortalığın kralları olarak, bunları dayatma hakkına sahiptirler, öyle bir ruh hali.
İronik bir durum bu: Hem kendinizi modern (laik) olanın temsilcisi sayacaksınız, hem de her tür kuşkuya, farklılığa ve diyaloğa kapalı, tepeden inmeci olacaksınız.
Diyaloğa kapalı derken Deniz Baykal'ın şu son görüşme nazlanmasından söz ettiğim sanılmasın: Bütün bir monolojik (teksesli) zihniyetten söz ediyorum. Ancak, 'monolojik/diyalojik' kavram çifti konusunda son (16.10.2009 tarihli) "Meksika Sınırı" programında söylenenlere katılmadığımı da eklemeliyim. Yanlış anlamadıysam, programın konuşmacıları bu iki kavramı kişi ya da taraf sayısı açısından ele alıyor. Oysa bildiğim kadarıyla bu kavram çiftindeki teklik/çokluk meselesi, konuşan kişi ya da taraf sayısı açısından değil, devrede olan farklı mantık/ses sayısı açısından geçerlidir. Müzikten yararlanarak konuşursak, koroda çok kişinin yer alması, o müziği teksesli olmaktan çıkarmaz. Ve bir şefin yönettiği çokseslilik türü de diyalojik sayılmaz. En azından, kavramları borçlu olduğumuz edebiyat düşünürü Mihail Bahtin'in kastını böyle anlıyorum ben.
Can Dündar'ın şimdi televizyonda da gösterilen "Mustafa" adlı filmi bu açıdan önemli. Film pek çok yönden eleştirilebilir, ama eğer monolojik zihnin dramını, dayatıcılığını ve giderek yalnızlaşmasını göstermeyi amaçladıysa (ki günümüz için hiç de isabetsiz bir seçim sayılmaz), bunu iyi kötü başardığı söylenebilir.
Mustafa Kemal'inki eşine az rastlanır ölçülerde güçlü bir kişiliğin ve karizmatik bir devrimcinin zihni. Gelgelelim, zaman içinde monolojik niteliği ağır basan bir zihin. Devrim başlangıçta bu zihnin verimleriyle göz kamaştırıyor, ama zamanla, daha başka bir sürü nedenin de belirleyiciliğiyle, incelemeye çalıştığı Fransız devrimindeki diyalojiye, çoksesliliğe ulaşmakta zorlanıyor.
Mustafa Kemal'in özellikle CHP'de ve benzerlerinde biçimlenen kalıtı ise, zihin değil, zihniyettir artık. Ve bu zihniyet için, ne 'güçlüdür' diyebiliriz, ne de 'karizmatik': Devrimcilik şöyle dursun, esas olarak ekşiyip turşulaşmış bir tavırsızlıktan ibaret bir zihniyettir.
Bu zihniyetin bileşenlerinden biri, Türklüğü ortak kimlik olarak dayatırken öne çıkan diğer gerçekleri göz önünde tutmamak olageldi. Buradaki anahtar sözcükler, "dayatmak" ve "gerçeklik"tir. Önermemek, dayatmak. Gerçekliğin ise yalnızca tepeden aşağıya bakınca görülebilen kısmını gündeme almak. Her ikisi de monolojinin belki de kaçınılmaz olan sonuçları arasında.
Dayatma politikası sayısız isyanla karşılaştı. Ama monoloji bina okur, döner döner yine okur. Hâlâ bina okumakta devam ediyor, fetvasını yineliyor ve Türklükle ilgili gerçekliğin bütününe bakmaya çalışmıyor.
Gerçeklikteki Türklük nedir? İki şey: 1) Türk kavmi (etnisi) ile kültüründen oluşan tarihsel/toplumsal varlık; 2) Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına anayasa yoluyla dayatılan kimlik.
Bu ikisi cumhuriyet tarihi boyunca devlet eliyle birbirine karıştırılagelmiş, hâlâ da karıştırılıyor. Gerçeklik, kalıcı bir geçerlik şansı olmayan bir biçimde gizlenmeye çalışılıyor: Ya kibir ve kaba kuvvetle, ya da çocuklardan gizlenir gibi.
Böyle yapılmayıp yurttaşlara Türklük ve Türkçe dayatılmak yerine önerilse, monolog yerine gerçek bir diyalog yolu seçilse, başarılı bir sonuç alınabilir miydi?
Bu sorunun yanıtı, başarıdan neyi anladığımıza bağlı. Başarı şu tarihsel Pirus zaferi anlamına geliyorsa, CHP ve benzerlerinin monolojisi buyursun devam etsin. Ve meydanı bir diyalojiye doğru evrilip evrilmeyeceği belli olmayan AKP görüngüsüne bıraksın. Belki Kürtler başta olmak üzere özgürlükçü yurttaşlar başarır bir şeyler. Ama yirmi beş yılık savaşın harcadığı her ne varsa, insan canı, insan bedeni, maddi varlık, kültür ve doğa ne harcandıysa, bu harcamada monolojinin payı unutulmasın.
===================================================================
Dil
meseleleri
___________________________________________________________________________
başabaş/ baş başa
Başbakan
Erdoğan, partisinin Meclis grubunda "başabaş konuşmak"tan söz etti
(20.10.2009 Salı). 'Başabaş' sıfatı denklik anlatır, oysa Erdoğan 'baş başa
konuşma'yı kastediyordu.
Bu
kullanıma Erdoğan'da daha önce de rastlamıştım. Hatalı bir kullanım denecektir
ama, denklik içeriğinden ötürü demokrat bir yanı da yok değil.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Panel ve konser
Panel: İstanbul'un sanat dünyasında kadınlar
(Kadın sanatçı nedir, sorunlar, yaratıcılık ve kadın, "kadın gözüyle bakmak"...)
Canan Beykal, Nazan Erkmen, Yeşim Bağrışen, Sebla Selin Ok
Konser: Esra Berkman (Kanun), Ayça Daştan (Piyano)
Tarih: 24 Ekim 2009 Cumartesi
Saat: 13.00
Yer: Kadın Eserleri Kütüphanesi
Tel. 0212 621 81 34
* * *
"Devrimci
Gençlik Köprüsü" için konser
Hakkâri-
Zapsuyu'na bundan tam kırk yıl önce, 1969'da, üniversite öğrencileri tarafından
inşa edilen ve birkaç yıl önce güvenlik gerekçesiyle yıkılan köprü yeniden
yapılıyor.
Cezmi
Ersöz'ün sözcülüğünü yaptığı girişimin çağrısında, halk arasında "Deniz
Gezmiş Köprüsü" olarak da bilinen köprünün, Türkiye’nin batısında yaşayan
gençlerin "Kürt insanına uzattığı ilk el" olduğu belirtiliyor ve
destek olarak, geliri bütünüyle köprünün yapımında kullanılacak bir konser
düzenlendiği bildiriliyor.
Programın sunucusu: Gülşen Tuncer
Müzisyenler: Moğollar, Bulutsuzluk Özlemi, Onur Akın, İlkay Akaya, Vedat Sakman, Melike Demirağ, Diyar, Emin İgüs, Ferhat Tunç, Muzaffer Özdemir, Haluk Çetin, Çiçek Yeşilbaş, Edip Akbayram, Yasemin Göksu, Mazlum Çimen ve Rojda
Tarih: 30 Ekim 2009 Cuma
Yer: Bostancı Gösteri Merkezi
Saat:
19:30-23:30
Bilgi
için: 0532 567 47 42
Belgesel:
www.devrimcigenclikkoprusu.com
===================================================================
[29.10.2009 tarihli Radikal]
"Tamamen korku."
'Torunlar' sözcüğü, yeni, trajik bir anlam kazandı ve bir kitaba ad oldu. Sözcük bu yeni kullanımıyla, soylarında kendilerinden iki ya da üç kuşak öncesine denk gelen bir Ermeni atanın bulunduğunu insanın içini acıtan bir gecikmeyle öğrenen yurttaşlarımız anlamına geliyor. Kitabı hazırlayanlar, Ayşe Gül Altınay ve Fethiye Çetin.
Çetin, bu anlamıyla kamu önüne çıkan ilk "torun"du. 2004 yılında yayımlanan "Anneannem" adlı kitabında, anneannesinin Ermeni olduğunu nasıl geç bir zamanda öğrendiğini, öğrenince yaşadığı derin duygusal çalkantıyı, anneannesiyle azar azar konuşmalarını, onun anlattıklarını, büyük bir yazar inceliğiyle dile getirdi. Pek çok insan, kitabı ağlayarak okudu.
Çetin'in kitabı gerçek bir öncülük işlevi gördü. Aynı ya da benzer konumlarda olan çok sayıda insan, yani kadın-erkek pek çok "torun", derde derman bir pınarı arayıp bulur gibi Çetin'i buldular, onunla konuşmayı ruhları için şifa saydılar.
Torunların hepsi çok çekingendi. Hepsi, anlattıklarının aralarında kalması şartıyla konuşuyordu. Ama bu buluşmalar öyle bir birikim yarattı ki, sonuçta bir kitaba evrilmesi kaçınılmazlaştı ve kitabın projesi yapıldı, Çetin'in arkadaşlarının da katılımıyla, kabul eden "torun"larla olan görüşmelerin kayda geçirilmesi biçimini aldı. Kitap şimdi, tarihsel bir katkı olarak elimizde.
Sunuş yazısını Fethiye Çetin, Sonsöz başlıklı önemli incelemeyi Ayşe Gül Altınay, Önsöz'ü de ikisi birlikte yazmış. Kitabın gövdesini ise "torun"ların tanıklıkları oluşturuyor.
Bu kitapta iki anahtar gibi dönüp dönüp karşımıza çıkan iki sözcük, 'korku' ve 'paylaşmak'. Torunlardan biri, "Tamamen korku" diyor: "Bu kadar şeyin bilinip de paylaşılmaması... Tamamen korku." (s. 23)
"Paylaşmak" fiilinin son dönemlerde sık sık 'dile getirmek, söylemek, anlatmak' anlamında kullanıldığını biliyoruz; ''dinleyicilerimizle paylaşır mısınız?", "okurlarıyla paylaştı" vb, vb.
Fiil bu kez, "Torunlar" kitabında, baskı altındaki bireylerin, yakınlarına ve giderek topluma açılması anlamına geliyor. Ama ne büyük endişelerle, nasıl bir basıncın altında! Kitaptan açıkça okunuyor bu basınç. Çoğu "torun", takma ad kullanmak gereğini duymuş. Bir "torun" kendi metnini son anda geri çekmiş vb. Açıktır ki kendilerini güvende hissetmiyorlar. Toplum için ne büyük bir utanç...
===================================================================
Kitap
___________________________________________________________________________
Sözcüğün iki anlamıyla da yaşamsal bir öykü kitabı: "Dile Kolay", ed. Nadine Gordimer, Pan Yay. Türkçesini yayıma hazırlayan: Beril Eyüboğlu.
"Dile Kolay"da Gordimer'ın kendisi dahil, çoğunu iyi tanıdığımız yirmi dünya yazarından birer öykü var (kapaktaki listede atlanmış ama, yazarlardan biri de Susan Sontag). Kitabın geliri bütünüyle AIDS Savaşım Derneği'ne (ASD) bırakılıyor.
Beril Eyüboğlu ve ÇEVBİR üyesi çevirmenler kitaba verdikleri emek için ücret almamışlar. Onlara teşekkür borçluyuz. Biz okurlar da kitabı almakla hem birinci sınıf bir çeviriyle birinci sınıf öyküler okuyacağız, hem de AIDS derneğine katkıda bulunmuş olacağız. Bir taşla iki kuş, diyecektim ama, bir arkadaşım bu sözle kuşları nasıl harcadığımıza dikkatimi çektiydi... Her durumda, "Dile Kolay", armağan kitap seçerken akla gelecek ilk kitaplardan olmaya aday.
* * *
Ve Fransızcacılar için yeni bir sözlük çifti: Fransızca-Türkçe, Türkçe-Fransızca Genel Sözlük. Yazarları, Cybèle Berk ve Michel Bozdémir, Doğu Kütüphanesi yayını.
===================================================================
===================================================================
Ba...
___________________________________________________________________________
Cumhuriyet Bayramı demokratik bir cumhuriyet duygusuyla kutlanabilirdi ama, umutlar ertelenmişe benziyor. Nerede yanlış yapıldı peki?
En temeldeki yanlışlar belli, epey de dile getirildi: Zora dayalı asimilasyon politikası ve silahlı mücadele yöntemi. Her ikisini de reddediyor artık çağın bilinci.
Ancak, silahlı mücadele yoluna bir kez girilmişse, Kürt sorunundaki gibi yıllanmış bir çatışma söz konusuysa, ve en önemlisi, çatışmanın tarafları artık başlangıçtaki noktada değilse, yapılacak tek şey var demektir: Çatışmayı bir an önce sona erdirmek, yani barış çalışması. Bunun için, yanlışları tartışmak önemli.
Atasözüdür: Çıkarkan kapıyı çarpma, geri dönmen gerekebilir. Bireyler kadar, topluluklar için de geçerli bir ilke bu. Gelgelelim, insanız ve işimiz gücümüz hata yapmaktır. Hatalarımız arasında kapı çarpmak da vardır.
Kürt sorununda PKK kapıyı çarptı ama, devlet de çarptı, hem de kaç kez. Bence bunlardan biri, çatışmanın dolaylı tarafları olan şehit ve gazi derneklerinin özerkliğini hiçe saymak ve mensuplarını dolaysız taraf haline getirmekti. Abdullah Öcalan'ın yargılandığı duruşma salonunda dolaysız taraf olarak şehit ve gazi ailelerine yer verilmesi hem ilke olarak, hem de toplumun geleceği açısından yanlıştı. Devlet orada kendi hükmî şahsiyetini geri çekmiş, fotoğrafta görünmek üzere mağdur mensuplarını öne çıkarmak gereğini duymuştu. Öyle sanıyorum ki, barış için adım atıldığında gazilerin ve şehit ailelerinin kendilerini daha iyi hissetmelerini önleyen nedenlerden biri de işte bu politika oldu. Oysa silahlı mücadelelerin dolaysız hedefi, kişi olarak silahlı kuvvetler mensupları değildir. Namlular anonim hedeflere yönelir o koşullarda...
Şehit ve gazi derneklerini öne çıkarmak, devletin ektiği rüzgârlardan biriydi. Umarım şimdi fırtınanın önüne geçilebilir. Ve gaziler ile şehit aileleri, o acılı insanlar, özerkliklerini korur, siyasi istismarcılara pabuç bırakmaz.
* * *
"Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları"ndan Mehmet Atak, TMK (Terörle Mücadele Kanunu) mağduru çocuklardan A.N., H.H.A. ve M.Z.Y.'nin anlatımlarını gönderdi. Çocukların anlattıkları buraya sığmaz. Ancak, birbirini doğrulayan anlatılar gösteriyor ki bu çocukları yakalayanlar, önce hastaneye, sonra polis okuluna, sonra da yıllar boyu kalmak üzere E tipi cezaevlerine götürenler, 12 Eylül dönemine benzer bir atmosfer yaşatıyor onlara: Dayak, küfür, "terörist p..." vb sözlerle aşağılama, susuz ve tuvaletsiz bırakma, muhbirliğe ya da ajanlığa zorlama vb, vb. Başka bir deyişle, hâlâ yeni rüzgârlar ekiliyor. Sorumlulara duyurulur.
===================================================================
[5.11.2009 tarihli Radikal.]
Elimdeki kitap
Elimdeki kitap, idealimdeki kitap.
Bir kere, son derece hafif, ciltli olduğu halde çok hafif. İkincisi, gayet iyi ciltlenmiş: Sayfalar birbirinden rahatça ayrılıyor, kopmaya kalkışmaksızın ayrı duruyor, okurken kitap elinizden kaçmıyor, elinizi zorlamıyor. Kaldığınız yeri belirten sağlam ve yeterince uzun bir ipi var. Sayfa düzeni birinci sınıf, klasik sadelikte. Kenar boşlukları tam gerektiği kadar, yani sayfalar kâğıt israfı duygusuna kapılmayacağınız kadar dolu, not alacak yer yok diye kızmayacağınız kadar ferah. Harfler okunaklı ve zarif, mürekkep kusursuz ve eşit dağılmış. Kapak ise mat; kitap masada kapalı dururken parlayıp gözünüzü almıyor, üzerindeki desen göz okşuyor...
Evet, 1935 doğumlu Erdal Öz'ün 1960'ta yayımlanmış olan ilk kitabı "Yorgunlar"ın yeni basımı böylesine incelikli; neredeyse, bu sayısıyla yayın hayatına son vereceği duyurulan Virgül dergisi kadar güzel.
"Yorgunlar" bir bütün olarak bu ideal tasarımı hak ediyor. Hem Erdal Öz'ün ilk öykülerini içermesi açısından, hem de bunlardan birkaçının aynı zamanda yazarın en iyi öyküleri arasında yer alması açısından.
Gerçekte öykülerin biri (bir yazar metaforu olarak "Kuklacı") dışında tümü de anlatıcı ergenin en ham içsel deneyimiyle dolu. Buna uygun ham bir dil de tutturuyor yazar. Yalnızca üçüncü ve dördüncü öyküler başta olmak üzere, yer yer özentiye kaçılmış, biçeme gölge düşüren bir biçimde edebiyat yapılmış: "Cam koyu mavide dinleniyordu. Koyu mavinin buzlu soğuğunda üşüdüm (s. 33)", "kırılan aynanın kırık sesleri kulaklarımı kanatıyor" (s. 51), "yeşil bir aydınlık gözlerimi boğuyor" (s. 52) örneklerindeki gibi. O iki öykü Erdal Öz'ün bir daha hiç yayımlamamayı seçtiği öykülerden.
Ama Erdal Öz'ün bir daha hiç yayımlamadığı bir öykü daha var ki bence vazgeçilmez değerde: "Babamın Elinde Bıçak". Onu yeniden yayımlamamasının nedeni öykünün herhangi bir özenti ya da kötü edebiyat içermesi olamaz, yok çünkü böyle bir kusur. Elenmesi için düşünebildiğim tek neden, yazarına fazla sert gelmiş olması. Belki de başkalarına fazla sert gelebileceği endişesi.
"Yorgunlar"ın önemi bu deneyimlerle birlikte artıyor. Erdal Öz'ün çok gençken yazdığı öyküler bunlar. İlk kez on dokuz yaşındayken yayımlayıp sonra kitabına aldığı ilk öykü "Çocuk", bir zirve. Bütün zamanlar için önemini koruyacağı düşünülebilecek bir gerginlik uğrağı: Bir ev, iki erkek çocuk ve farklı yaşlarda iki erişkin kadın. Aile duygusunun aileyi aşan bir erotizm ile yerpaylaşmasından doğan, gerçekleşemeyen bir şiddetin atmosferi. Ve en önemlisi, diğer kişilerin hemen yalnızca davranışlarına, kendi kendisinin ise, davranışlarının yanı sıra zihnine de bakabilen "ben" anlatıcı. Bu öykünün ve kitaptaki diğer öykülerin ayırt edici özelliği de asıl bu sonuncusu.
1950 kuşağı, üzerinde ne kadar durulsa yeridir diyebileceğimiz, gökkuşağı gibi bir kuşak. Yalnızca edebiyat açısından değil, sanatın diğer dalları açısından da parlak ve yeni: karikatür, tiyatro, müzik... "Yorgunlar"ın bu özel baskısı da "Elli kuşağının ilk kitapları 50 yaşında" çerçevesinde yayımlanmış ve Doğan Hızlan'ın o kuşaktan altı yazar için hazırladığı ortak "Sunu" ile açılıyor.
Hızlan'ın hazırladığı "Sunu" yalnızca öykü yazarlarıyla, onların da yalnızca altısının ilk kitaplarıyla sınırlı. Daha ikinci cümlesiyle ("Nasıl bir edebiyat kuşağıyız biz?") bir "biz"in çerçevesine yerleşiyor metin ve sunduğu altı öykü kitabı da, Hızlan'ın "biz" adılı altında topladığı altı öykücüye ait: Onat Kutlar, Orhan Duru, Erdal Öz, Ferit Edgü, Demir Özlü ve Adnan Özyalçıner. Bu yazarlarla nasıl bir duygudaşlık, ortak anlayış ve dayanışma süreci içinde yaşamış olduklarını, her biri farklı ürünler verirken, "edebiyata saygı" ilkesinde birleştiklerini vb anlatıyor Hızlan.
Ama böyle yaparken bazı büyük öykücüleri de dışarıda bırakmış oluyor. Nezihe Meriç'i, Yusuf Atılgan'ı, Sait Faik'i, Bilge Karasu'yu, Vüs'at O. Bener'i, Tahsin Yücel'i, Haldun Taner'i, Samet Ağaoğlu'nu, Feyyaz Kayacan'ı, Oktay Akbal'ı (1950 öncesinde başlamışlardı diye) bu kuşağa katmasak bile, "1950 Kuşağı" diye büyük harfle yazınca Sevim Burak ve Leylâ Erbil gibi iki büyük öykücüyü de anmalı değil miyiz? Hızlan onları neden dışlıyor? Yazısı şöyle bitiyor üstelik: "Bir kuşağın iyi öykücülerini severek, beğenerek, edebiyat tarihindeki yerlerini anımsayarak okumanızı gönülden isterim". Bu söz, kuşağın iyi öykücülerinin eksiksiz olarak anılmasını gerektirmez mi?
Bu sorunun akla getirdiği bir neden, dolaylı değerlendirme meselesi olabilir. Hızlan'ın bu "Sunu"da da eleştiri konusundaki genel tarzına uygun bir biçimde epey örtülü eleştiri yaptığını göz önünde tutarsak, bu olasılık güç kazanıyor. Örneğin, Hızlan, "Biz isyan etmek için isyan etmedik... yapay bir başkaldırma[ya]... yok sayma züppeliğine düşmedik" (s. 10) dediğine göre, başka birileri böyle yapmış, yok sayma züppeliğine düşmüş olmalı. Bu başkaları "1950 Kuşağı"na mı, yoksa yalnızca bir önceki ya da bir sonraki kuşağa mı mensup, bilmek zor. Ancak, Hızlan'ın kendi kuşağına yönelttiği açık olan cümlelerinden biri şöyle:
"Değer taşıyan herkes, her kitap bizim için kutsaldı, ihmal etmedik" (agy). İki olasılık: Ya o zaman ihmal etmemişlerdir ama, Hızlan şimdi ihmal ediyordur, yazısı fuar dolayısıyla aceleye gelmiştir, ya da şimdi ihmal ettiklerini "değer taşıyan"lara dahil saymak istemiyordur. Umarım gerçek olan birincisidir.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
kalabalık/ güruh
arkadaş grubu/ eküri
Her kalabalığa 'güruh', her arkadaş grubuna 'eküri' denir mi?
Şu an ellisinin üstünde olanlar bu soruya büyük olasılıkla olumsuz yanıt verecek ve bu iki sözcüğün yalnızca olumsuzlayıcı içerikle kullanıldığını söyleyeceklerdir.
Daha genç olanların ise olumlu yanıt vermeleri olasıdır. Örneğine epey rastladığım için söylüyorum. Rastladığım son örnek, 28 Ekim'de TRT2'de yayımlanan bir kültür-sanat programında sunucunun, sanat ortamındaki insanları kastederek "güruh", belirli sanatçı grupları söz konusu olduğunda da "eküriden kopmamak" demesiydi.
Bu durum neyin resmidir? Herhalde en azından, dilin "yaşayan bir şey" olduğunun resmi. Ayrıca, birbirimizi ne derece anladığımızın göstergesi.
===================================================================
[12.11.2009 tarihli Radikal.
* "Nâzım ise, ünlü "Akşam Gezintisi" adlı şiirinde şöyle der:" sözü, "şiirin de" diye çıktı.
* "tarafından" sözcüğünü atlamıştım...]
Nâzım'ı
kendilerine mal edenler
Türkî
cumhuriyetlerle ilişki kurmak ya da geliştirmek isteyen "Türk-İslam
medeniyeti" savunucuları, kendilerini Nâzım hayranı ilan etmekte sakınca
görmez oldular. Galiba bunu ilk akıl eden Alpaslan Türkeş'ti. Şimdi de öyle
görünüyor ki, Azerbaycanlı yazar Anar'ın "Nazım Hikmet: Kerem Gibi"
adlı kitabı aynı amaca koşulmuştur.
Kitap
Bengü Yayınları'ndan çıkmış. Nâzım'ın adı kapakta hatalı yazılmış, kitap
boyunca da öyle gidiyor: Düzeltme işareti, "isyankâr" yazarken var,
Nâzım yazarken yok. "Nazım" sözcüğü, 'koşuk' anlamına gelir ve
bildiğim kadarıyla kişi adı olarak kullanılmaz. Özellikle de bütünüyle Nâzım'a
ayrılmış bir kitapta bağışlanması zor bir hata bu.
Türkçeyle
ilgili bir not daha: Kitabın çevirmeni İmdat Avşar, yazdığı
"Önsöz"de, "... bu eserin ekler bölümünde (...) Azerbaycanlı
şairlerin ona atfettikleri şiirleri de bulacaksınız" diye yazmış (s. 11).
Bunu okuyunca, acaba Nâzım'ın bilmediğimiz, ama onun sanılan bazı şiirleri mi
söz konusu diye heyecanlanmayınız: Çevirmen, 'atfetmek' diyor ama, 'ithaf
etmek' demek istiyor.
Yayınevi
kaleme almış diye düşünebileceğimiz imzasız "Sunuş" yazısı ise,
"ulu çınar" klişesiyle açıldıktan sonra, bir Türklük odası inşa edip Nâzım'ı
oraya hapsetme operasyonuna girişiyor ve şöyle diyor: "[M]illi olan, bizim
olan ne varsa itibarsızlaştırılmak istendiği bir entelektüel ortamda, ortak ve
üstün değerlerimize dönüş..." (s. 6).
Buradaki
"üstün değerler" sözü, etnik bir üstünlük savıyla karşı karşıya
olduğumuzu gösteriyor. Benzerlerini diğer etnilerde de bulabileceğimiz
"yüksek değerlerimiz" yerine "üstün değerlerimiz" savıyla
hareket etmenin siyaset bilimindeki adı biliniyor: şovenizm.
"Sunuş" yazısında dikkat çeken iki özel vurgu daha var. Birincisi "Türk-İslam medeniyeti" vurgusu, ikincisi ise şu söz:
"Nazım, tecrübe sahiplerinin teslim edeceği üzere, Soğuk Savaş'ın bitişinden itibaren, Türkiye Türk aydınları ile diğer Türk topluluklarının aydınları arasında sağlam bir köprü, bir anlayış ve duyuş vasatı oluşturulmasında önemli bir hizmet görmeye devam etmektedir." (s. 6, 7)
Burada bir dizgi yanlışı olmasını dileyeceğim ama, "Türk-İslam medeniyeti" gibi kalıpları görünce umutlanmanın olanağı kalmıyor: "Türkiye Türk aydınları" ne demektir? "Türkiye aydınları"ndan farkı nedir? Bu iki sorunun yanıtını düşünmek zahmetine katlananlar, vurgulardaki etnikçiliği açıkça göreceklerdir.
Nâzım, etnik gerçeklikleri görüp kabul eden, ama etnikçi olmayan, içine doğup büyüdüğü Türkçeyi ve onun taşıdığı değerleri taşıyan ve temsil eden, ama o değerleri diğer dillerin ve kültürlerin değerlerinden üstün ya da aşağı görmeyen bir sağlam ilkeselliğin yazarıdır. Onu hiç kimse bir "Türk-İslam medeniyeti" çemberine çekemez.
Peki ya kitabın yazarı Anar ne diyor?
Anar'a
göre, Nâzım 1950'lerde Sovyetler'e gittiğinde, "bu ülkenin ilerlemeci,
özgür düşünceli aydınları, onu zindandan kurtulan bir mahpus gibi değil
demirperde dışından gelen, hür dünyanın bir elçisi gibi karşılayıp kabul
etmişlerdir" (s. 17).
Nâzım!
"Hür dünya"nın elçisi! Anar, bu dediğiyle Nâzım'ı düpedüz inkâr
ediyor. "Hür dünya" sözü, tarihsel olarak batı kapitalizminin kendi
kendisine verdiği addır ve Nâzım'ın, ömrü billah, bırakınız elçisi olmayı,
karşısında yer aldığı bir dünyadır o.
Burada
söz konusu olan, Nâzım'ın başta yoldaşları tarafından olmak üzere en anlaşılmayan yanıdır
aslında bence: Eleştirel zihin.
Nâzım
Sovyetler'i kıyasıya eleştirir ama, 'hür dünya elçiliği' duygusuyla değil,
Marksist felsefenin temel ilkeleri doğrultusunda. Eşitlikçi ve özgürlükçü bir
komünizme inandığı için. Ve bunun vazgeçilmez ilkesinin eleştiri ve özeleştiri
olduğu bilinciyle.
Anar'ın yazdıklarıyla Nâzım'ın yazdıkları taban tabana zıt. Anar, Türkiye'de Ermeni kardeşlerimizden özür dileme imzasından, "yakışıksız ve haysiyetsiz" diye söz ediyor ve yazısı yağ lekeleriyle dolu (s. 333-336). Nâzım ise, ünlü "Akşam Gezintisi" adlı şiirinde şöyle der:
'Bakkal Karabet'in ışıkları yanmış./ Affetmedi bu Ermeni vatandaş/ Kürt dağlarında babasının kesilmesini./ Fakat seviyor seni,/ çünkü sen de affetmedin/ bu karayı sürenleri Türk halkının alnına.'
Nâzım Türkçenin en büyük yazarlarından biridir ve enternasyonalisttir, dünya halklarının eşitliği ile kardeşliğini savunur.
Anar'ın
belli ki böyle taraklarda bezi yok. O yalnızca bir "Sovyet
bürokrasisi" biliyor, bir de "hür dünya". Bu zihniyetinde yalnız
olduğunu söyleyecek değilim elbette...
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
aklıselim
Epey yazılıp çizildi, "aklıselim kişiler" demek hatalı, "aklıselim sahibi kişiler" demek doğrudur diye. Ancak, hata yaygınlaştı, "aklıselim insanlar, aklıselim davranmak" gibi örnekler arttı, neredeyse galatımeşhur olacak. Neden?
Sanıyorum, nedeni şu: "Aklı selim" sözü, Türkçe sözdizimine uygun. Anlamı, 'aklı selim olan kişi'. Selim, yani sağlıklı, sağlam, kusursuz. Başka bir deyişle, "aklı selim" sözünde, görünmez bir ayracın içinde, 'olan' sıfatfiili var: "Aklı selim (olan)". Sıfatfiil, zamanla kullanımdan düşüyor ve tıpkı "aklı başında/ aklı havada" der gibi, "aklı selim" diyor insanlar.
Bu açıklama isabetliyse, 'doğru imla'nın iki türlü olabileceği sonucuna varırız: "Aklı selim kişiler" ve "aklıselim sahibi kişiler".
Bu iki imladan birincisinde "selim" sıfatının tıpkı Türkçedeki diğer sıfatlar gibi ayrı yazıldığına dikkat edilmeli. İkinci imla ise, "sağduyu" anlamına gelen bir bileşik sözcüğe, "aklıselim" sözcüğüne işaret ediyor.
"Aklıselim" biçiminde bitişik yazılan sözcüğün aslı, günümüz Türkçesine değil, Osmanlıcaya ait bir sözdizimiyle oluşmuş bir sıfat tamlaması: "akl-ı selim". Sözcüğü sözcüğüne çevirirsek, sağlıklı akıl.
Hatalı kullanım, bu Osmanlıca yapının ve anlamının bilinmediği durumlarda Türkçe sözdiziminin öne çıkmasından, üstün gelmesinden kaynaklanıyor.
Sözün kısası, iki öneride bulunuyorum:
1) Hatalı kullanımdan kaçınmak isteyenlerin, 'aklıselim' yerine 'sağduyu' deyip kurtulmaları;
2) Şu an tüm kılavuzlarda yalnızca "aklıselim" biçiminde bitişik yazılan sözcüğün, "aklıselim [sahibi kişi]" biçiminde bir örnekle birlikte verilmesi.
===================================================================
[19.11.2009 tarihli Radikal.]
Kadınlardan haberler
Nusaybin Belediye Başkanı (Şaredara Nisêbînê) Ayşe Gökkan'dan gelen mektupta, "kadınlar kadın evi açtı" haberi veriliyor ve kitap isteniyor. Özellikle kadın mücadelesi, devlet, iktidar konulu kitapların, şiir ve romanların, Nusaybin Belediyesi'ne gönderilmesi ricasıyla.
Bu mektup, Aslıhan Tanhan'ın bin bir emekle hazırladığı iki kitabı hatırlattı bana: "Tarihin Tanığı: Nusaybin" ve "Kaniyek ji Mezopotamyayê: Nısêbîn". Kitaplar yayımlanalı birkaç yıl oluyor, önceki Belediye Başkanı Mehmet Tanhan zamanıydı ve bu iki üründen birincisinde belediyenin, ikincisinde İstanbul Kürt Enstitüsü'nün katkıları vardı. Bir yanıyla Mezopotamya ile birleşen, Mardin'in komşusu bu güzel sınır kentinin, günümüze kaldığı kadarıyla tarihini, inançlarını, folklorunu, insanlarını, boşaltılmış bazı köyleriyle birlikte, ama elbette çok ana hatlarıyla tanıtan, biraz belediye resmiyeti ve turistik kaygı da kokan, güzel baskılı, değerli kitaplardır bunlar.
Türkçe olanındaki unutulmaz fotoğraflar arasında, "1930-40 yılları arasında muhtarlık yapmış olan, ilk kadın muhtarımız" Fesla Anter'in büyük bir fotoğrafı da vardır, onun hakkındaki bütün bilgi bu kadar olmak üzere...
* * *
Sema Kaygusuz, Dersimli babaannesinden esinlendiği "Yüzünde Bir Yer" adlı romanı yeni çıkan büyük yazar, 17.11.2009 tarihli Radikal'de güncel tarihi tam gerektiği gibi yazdı: "10 Kasım'da Dersim". Uzun adıyla: "10 Kasım'da Dersim veya CHP Atatürk'ü nasıl andı?".
* * *
Bir albüm-kitap: PEN Kadın Yazarlar Komitesi'nin "Gizler, Sesler, Hikâyeler" adlı çalışması. Üstbaşlık: "Kadın yazarların Anadolu buluşması". İçinde bu buluşma deneyimlerine ilişkin tanıtımlar, ürünler, sorular ve yanıtlar var. Bir boyutu edebiyat, diğeri ise kadın olmak.
PEN Kadın Yazarlar Komitesi daha çok "birbirimize sahip çıkıyoruz" ilkesiyle hareket ediyor. Daha önce, önceki kuşakların kadın yazarlarına, Peride Celal'e, Nezihe Meriç'e, Leylâ Erbil'e, Duygu Asena'ya, Güzin Dino'ya sahip çıkan çalışmalar yapmışlardı. Ve 2009 yılı boyunca, komite dışından farklı kadın yazarları da işin içine katarak çeşitli illere (tam olarak on bir ile) gidip oralarda yaşayan kadınlarla edebiyat, yazmak ve okumak konulu toplantılarda bir araya gelmeye çalıştılar. "Gizler, Sesler, Hikâyeler", bu son çalışmanın ürünü.
Kitabın ilk bölümündeki metinlerden bir görev ve yapıcılık ilkesi okunuyor; özendiricilik, destekleyicilik, çağırıcı olma, kadınlara kapı açma çabası... Bir tür Feridelik!
Karin Karakaşlı'nın sunuş niteliği taşıyan, "biz" kipindeki yazısında, içselleştirilmiş durumda bu ilkeler. Ardından gelen diğer değerlendirme yazılarında da, bazılarında ayaküstü uğranmış gibi dursa bile, aynı işlevsellik ya da gereklilik duygusu seziliyor. Feridelik, talep karşılıklı olduğunda ve soru(n)lar ortaya dökülebildiğinde, verimli bir karşılaşma sağlıyor.
Sibel K. Türker, Yasemin Yazıcı ve Gönül Çolak'ın değerlendirmelerinde, kadınların çağrılı olduğu atölye toplantılarına bazı illerde erkeklerin de gelip kurulmalarına, bazen de ağırlık koyma eğiliminde olmalarına dikkat çekiliyor.
Işıl Özgentürk, "pek çok kişi ne yazık ki, hikayenin, romanın çok kolay yazıldığına inandırılmış" diyor: "'Ben yazdım oldu,' her yerde olduğu gibi burada da karşımıza çıktı".
Evsahibi konumundaki yazarlardan İlkay Noylan, edebiyattaki kadını konuşmadan önce gündelik yaşamdaki kadından konuşulmasının, deneyimsiz kadın yazarlar açısından yol açıcı olduğunu belirtiyor.
Kitapta yaratıcı ürün olarak, öyküler ve dört şiir var. Son bölümdeki söyleşiler ise, 'yazarın yazma nedenleri, "yazarın dili" kavramı, edebiyat-hayat etkileşimi' gibi genel geçer sorular ile, 'kadın yazar/ erkek yazar' farkına ilişkin özgül sorulardan oluşuyor.
Bu kitap satışta değil, çünkü proje Hollanda Başkonsolosluğu'nun desteğiyle gerçekleştirilmiş. Bundan dolayı bazı kuşkucu sorularla da karşılaşmış yazarlar.
Çalışmanın enerjisi eleştirel bir gerilime yöneltilmemiş. Her şey, kadınların dile gelebilmesi için seferber edilmiş sevecen bir dil ve dikkat etrafında dönüyor. Sevecen, ama popülist değil; tam o sınırda durmasını biliyor.
* * *
"Kadından Sakıncalı: Sakıncalı Kadın Öyküleri Antolojisi". Ayşe Kilimci derlemiş. Kitabın kapağı, okurda erotik öyküler beklentisi yaratıyor. Öykülerden bazıları öyle gerçekten ama, bazıları da siyasal sakıncalı ve bazılarının gözle görünür bir sakıncası yok. Her durumda, kadın yazarların öykülerini bir arada okumak, farklı bakış açılarını ve farklı sorunları okumak, tiryakilik yaratabilecek kadar bağlayıcı bir deneyim. Önceki, kent temelinde derlenen öykülerden de belliydi bu.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Nur
Çintay, 16 Kasım Pazartesi tarihli Radikal'deki yazısında haklı olarak soruyor:
"Öğretmenlerin kaçı ‘de/da/ki’leri doğru ayırıyor?" Ve "daha
ifrit edicisi" diyerek ekliyor:
"İşi
doğrudan yazıyla ilgili olanların, hayatını yazarak kazananların durumuna ne
dersiniz? Düzeltmenler olmasa, köşecilerin kaçı yerinde ayırıyor sanıyorsunuz o
‘de/da/ki’leri?" vb.
Çintay
haklı ama, düzeltmenlik konusunda fazla iyimser: Yazılardaki alfabetik hataları
bazen "düzelti"ye borçlu oluyoruz. Kendisinin bu konuda şansı yaver
gitmiş olabilir. Belki de yazısına dokunulmamasını istemiştir. Ben de öyle
istemiştim ve kabul edilmişti. Gelgelelim, Çintay'dan farklı olarak fiilen
gazetede olmadığımdan mıdır nedir, yazılarımda "de/da/ki" hatası
YARATILMASINI engelleyemiyorum.
İşte
geçen haftaki vaka: "Nâzım ise, ünlü 'Akşam Gezintisi' adlı şiirin de
şöyle der: ..."
Oysa ben "şiirinde" diye yazıp yollamıştım. Ne yaparsınız şimdi? Başınızı hangi taşa vurursunuz?
Bu beşinci kez oluyor, birisi tutup doğru "de/da/ki" imlamı yanlışa çeviriyor. Bu kadarı herhalde akla kolay kolay gelmez.
Ben böyle "düzeltme"leri gazete temposunun bağışlatabileceği ya da hepimizin her an başına gelebilecek türden hatalardan sayamıyorum ve bir çaresizlik duygusuna kapılıyorum. Çintay yazmasa unutmaya çalışacaktım, çünkü bundan önceki vakalarda, bence yapılabilecek her tür tatsızlığı yapmıştım, yazıp çizmiştim (bkz. 16.4.2009 tarihli Radikal'de, "Paranoya günlüğü" kutusu).
Belki de şuraya bir düzeltme köşesi açmak gerekiyor. Düzeltmeyi düzeltme köşesi gibi bir şey.
===================================================================
[26.11.2009 tarihli Radikal, 11. sayfa! ]
Dünya
Tomas Lieske'nin "Şumanların Gelini" adlı romanı XX. yüzyılın ilk onyıllarında, büyük bölümüyle Türkiye'de geçiyor ve kişilerinin yolu, iki temel boyutta olmak üzere Atatürk ve küçük Ülkü'yle de kesişiyor. Türkçeye Hollanda dilinden Gül Özlen'in çevirdiği romanın özgün adı, "Dünya".
Dünya, bir kişi adı burada; "Şumanların gelini"nin adı böyle. Bu roman kişisi bana hem adıyla, hem de diğer tüm özellikleriyle, çocukluğumda yaşadığımız bir sahil kasabasında gizli gizli sözü edilen ama hiç görmediğim bir kadını hatırlatıyor: "Yarım Dünya". Onunki takma addı, Dünya Şuman'ınki ise gerçek ad, daha doğrusu, roman gerçekliğindeki ad. Acaba Lieske bir biçimde Yarım Dünya'dan haberdar mıydı? Rastlantısal olması zor bir benzeşme var bu iki kişi arasında.
"Şumanların Gelini" her durumda önemli bir roman. Odağında, Dünya Şuman'ın yanı sıra üç kişi daha var. Müthiş bir de simge.
Esas olarak "yerinden yurdundan olmak, kopuş" gibi kavramlarla ilgili bir roman bu. İki Hollandalı genç, ailelerinden ve ülkelerinden kopup, biraz savaşın fırtınalarıyla sürüklenerek, biraz da burunlarının dikine, gidiyorlar. Beri tarafta, İstanbul'daki Dünya da öyle. Bu üç roman kişisinin ortak noktası, kıstırıldıkları yerde kendi yönlerini yine az çok kendileri çizmeye çalışan kimseler olmaları...
Lieske elbette böyle tezler ileri sürerek değil, her şeyi büyük bir olgusallık ve yalınlık içinde, kişilerinden üçünün ağzından anlatıyor. Öykü böylece birkaç kanaldan akıyor. Anlatılanların içeriği ile anlatımın yalınlığı arasında bir çelişki var. Temponun pek değişmemesi ve vurguların düşüklüğü nedeniyle, romanın çeşitli aşamalarındaki yaşamsal uğrakları fark etmeden geçmek olasılığı var. Romanın ayırt edici özelliklerinden biri bu çelişkidir diyebilirim.
Romanın etkisi sonuçta anlatımdan çok, kurguyla sağlanıyor. Özgün bir kurgu, iyi bir öyküleme, aralarında Fellini çağrışımlı olanların da bulunduğu vazgeçilmez bir dizi tablo, okumaya amade. Siyasal iktidar boyutu dahil, ama daha çok aile içi olmak üzere insanlar arası ilişkilerde meşruluğun sınırlarına ilişkin esaslı bir sorunsallaştırma.
Anlatma işini üstlenen roman kişileri (dört ana kişiden ikisi, bir de Dr. Paul Grunwald) sırayla söz alıyor. Roman bize bu yolla, söylenenlere bire bir inanmayıp kendi yorumumuzu yapmak konusunda iyi bir egzersiz de sağlıyor. Bunun için özel olarak dikkate değer bir örnek, anlatıcı Simon Krisztián'ın, kendi varoluşundaki "volkan patlamalarıyla kıyaslanabilecek olaylar"a neyin yol açtığı konusunda "kesinlikle botla ilgili" diyebilmesi (s. 27). Bana sorulsa okuru s. 42 ve devamına gönderirdim...
Ve o müthiş simge: Bembeyaz, koskocaman, mitolojik bir kuşa benzeyen pürüzsüz zeplin. Tıpkı Dünya Şuman gibi alışılmadık boyutlarda, genç Türkiye Cumhuriyeti gibi uçmaya adanmış, küçük Julia'nın erişkin roman kişilerinin gözündeki küçük kız saflığı gibi lekesiz. Ve tıpkı bütün bunlar gibi, yerinden kopmuş, uçmakta güçlük çekiyor.
===================================================================
Söylem bunalımı
___________________________________________________________________________
Simgeler değişikliğe uğrarken
"Evet, demokratikleşme tam bir yeni tarih okumasını gerektirir, ama bunu hakkıyla yapamazsanız, Dersim'in yanına Çanakkale'yi eklemek kolaylaşır, 'Dersim mantığı' ortalığı kaplar." (Nuray Mert, 19.11.2009 tarihli Radikal'deki yazısının bitiş cümlesi.)
Cümleyi okuduğumda, "Çanakkale" sözcüğünün zihnimde bir bulanıklık yarattığını fark ettim: İyi bir simge gibi çağrışımı hemen sunacağına, bir an için pusulayı şaşırmıştı sanki sözcük. Yazıda daha önce geçmemişti, burada ise birdenbire Dersim'in yanına eklenmesinin kolaylaşabileceğinden söz ediliyordu...
Son günlerde Onur Öymen sayesinde "Dersim" sözcüğünün içeriği de değişti ama, onun başına gelen, güncel bir genişleme ve netleşmeydi daha çok. "Mantık"sal çerçevesi ya da esası değişmediğinden, zihinsel bir sorun da yaratmadı o dil olgusu. Tam tersine, her şeyi yerine oturttu demek gerekir, değil mi ki Kılıçdaroğlu'nun 'Tunceli' değil de "Dersim" demiş olduğuna hep birlikte, ikinci bir aşamada uyandık...
"Çanakkale" simgesi ise son zamanlarda bir çerçeve sarsıntısına uğradı. Daha önce hiç olmamıştı bu; "Çanakkale", Ececilerin gözünde bile, esas olarak geçilmezlikle tanımlanan yerin simgesi olmayı sürdürmüştü. Anzaklara evsahipliği yapmasıyla, ırkçılık karşıtlığını ve "bağışlayan" sıfatını da bağrında taşıyordu bu simge.
Gelgelelim, geçenlerde bir maçta başgösteren ırkçılık bu simgeye ikinci ve farklı bir çerçeve ekler gibi oldu: "Çanakkale" sözcüğü bir bağlamda 'futbol izleyicisinin şoven tezahürat yapabildiği kent' anlamına da gelebilecek gibiydi artık.
Kısacası Nuray Mert'in cümlesinin ilk anda yarattığı bulanıklık, bağlamın her iki çerçeveye elverir nitelikte olmasından kaynaklanıyordu. Cümle 'son tahlilde' Onur Öymen'in bileşimine gönderme biçiminde okunmalıdır sanıyorum. Yine de, ikinci bileşimin bütünüyle silinmesi kolay değil, bağlam buna bir türlü elvermiyor. "Çanakkale"de Kürtler kurtulamamış mıydı acaba? ===================================================================
===================================================================
Düzelti
___________________________________________________________________________
Düzeltmenlerden yakınırken eklemem gerekirdi belki:
Mesele hatanın kimde olduğundan çok, benim gibi dil sorunlarıyla ilgilenenlerin yazılarını Türkçe açısından güvenerek okuyan öğrencilerin varlığıdır sevgili Çerniçevski. Kılavuz filan düzenleyen birinin yazılarında, alfabetik düzeyde (kılavuz düzeyinde) hatalar olmamalıdır...
Alfabetik düzeyin ötesindeki hatalar ise "kaderde var" galiba. Almanya'dan yazan bir okurun haklı olarak işaret ettiği şu cümleme bakın:
"Burada söz konusu olan, Nâzım’ın başta yoldaşları olmak üzere en anlaşılmayan yanıdır aslında bence: Eleştirel zihin."
Okur soruyor, bu cümleden, Nâzım'ın en anlaşılmayan yanı yoldaşlarıdır gibi tuhaf bir anlam çıkmıyor mu sizce de, diye. Çıkabilir elbette, çünkü "tarafından" sözcüğünü unutmuşum:
"Nâzım’ın başta yoldaşları tarafından olmak üzere en anlaşılmayan yanı..." demeliydim.
===================================================================
[3.12.2009 tarihli Radikal.]
Etnik ayrımcılık
DTP etnik ayrımcılık partisi midir? Ayrımcılık nedir, ne değildir?
DTP etnik odaklı bir siyasal parti ama, bu partinin mücadelesine "etnik ayrımcılık (İngilizcesi 'ethnical discrimination')" adı verilemez. Tam tersine DTP belirli bir ayrımcılığa karşı birikmiş tepkiyi dile getiriyor ve o tepkiye dayalı bir mücadele yürütüyor; tıpkı Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki, Almanya'daki ve daha başka yerlerdeki Türklerin mücadeleleri gibi.
'Ayrımcılık' kavramı, bilerek ya da bilmeyerek 'ayrılıkçılık' kavramıyla karıştırılıyor. Bu nedenle, bir kez daha yazmak gereğini duyuyorum:
Ayrımcı tavrın belirleyeni, dışlama ve ikincilleştirmedir. Dışlamak, yani ilgili kesimin özgül haklarını tanımamak, bazen varlığını bile inkâr etmek. İkincilleştirmek, yani eşit değil, ikinci sınıf saymak, hor görmek.
Bizim toplumumuz tepeden tırnağa bir etnik ayrımcılık toplumu. Eğer üzerimizde birtakım emperyal hesaplar yapılabiliyorsa, bunun nedeni bol miktarda etnik mutsuz içeren bir toplum olmamızdır.
Hâlâ "Ne mutlu Türküm diyene" sözünün geçerli olduğunu ileri sürenler var. Doğru söylemiyorlar: Türkiye'de "Türküm" demek mutlu olmaya hiçbir zaman yetmedi. Anadili Türkçe olmayanlar her zaman ayrımcılığa uğradı.
DTP, anadilleri Türkçeymiş gibi yap(a)mayan Kürtlerin haklarını ve Türkiye'de demokratikleşmeyi savunuyor. Bunun adı ayrımcılığa karşı mücadeledir.
DTP belki Zazacaya ya da Kürtçenin Kurmançi dışındaki lehçelerine yeterli dikkati göstermiyordur, bu konuda bir şey söyleyebilecek durumda değilim. Ama DTP'ye etnik ayrımcı diyenlerin de bunu kastetmediği herhalde açıktır.
*
Kürtlere karşı uygulanan etnik ayrımcılıktan kurtulmak konusunda alınan yol gerçekte bir arpa boyu bile değil. Sözgelimi, Kürtler bir Türk boyudur, Kürtçe de Türkçenin bir lehçesi ya da bölge dillerinden yapılma bir karışımdır gibi tezler artık resmî olmaktan çıktıysa da, bilim açısından utanç verici olan bu tür dolaysız dayatmalara MHP ve benzerlerinin söyleminde hâlâ rastlanabiliyor.
Deniz Baykal'ın CHP'si ise şu aralar yine ya Kürtlük diye bir şey yokmuş gibi davranıyor, ya da "Dersim mantığı"nı savunuyor. MHP gibi Baykal'ın ve CHP'nin zihniyeti de öneri ve tartışma, yani rıza temeline dayalı bir cumhuriyet anlayışına hiç mi hiç benzemiyor...
*
Bir güncel nokta daha: Etnik kökenin sorulması konusunda DTP Milletvekili Hasip Kaplan'a katılamıyorum. Ben, çok emin olmaksızın, ve yerleşik ayrımcı zihniyetin yaygınlığına baktıkça, resmî işlemlerde etnik köken sorulmamalı, hatta kişinin kendi talebi olmadıkça kökeni hiçbir biçimde sorulamamalı diyorum.
Etnik özgürlüklerin genel bir ilke olarak talep koşuluna bağlanması daha doğru olur gibi görünüyor. Sözgelimi anadilinde eğitim, talep eden ailelerin çocukları ve bireyler için, resmî dilin yanı sıra ikidilli eğitim biçiminde düzenlenebilir. Kültürel olanakların sağlanması da öyle.
Her durumda, bence asıl bakılacak yer, dışlayanlar ve ikincilleştirenlerdir, yani başta kamu kuruluşları olmak üzere hepimiz. Ayrımcılığın gerçekten ortadan kalkması için, hepimizin şimdiye değin ayrımcılığa uğratılmış yurttaşlara karşı içselleştirilmiş bir saygı duyması ve ona göre davranması gerekiyor.
===================================================================
Kitap
________________________________________________________________________
Metis Yayınları'nın ajandaları ünlüdür: 'Nesne-kitap' olarak, neredeyse kullanmaya kıyamayacağımız kadar güzeldir bu yarı kitap yarı defter şeyler. Bir yığın bilgi edineceğimiz kadar yararlı, uyandırıcı bir biçimde de izlekseldirler.
Bu yılkinin adı: "Ajanda 2010: İLLALLAH!" Demokratikleşme derecemizi 'kimlikler' açısından sınıyor bu ajanda, özellikle de 'dinsel kimlik'ler açısından. Sunuşta yirminci yüzyılın sonlarında başlayan yeniden dinselleşme eğilimine dikkat çekildikten sonra, dinsel, etnik, cinsel vb. kimliğiyle yaşamak isteyenin bu haklarına sahip olması demokratik bir toplumun esasıdır, denmiş. Ancak, "kendisini bu tür verili kimliklerle tanımlamak istemeyenlerin vatandaşlık haklarının da aynı tavizsizlikle savunulması, eşit ölçüde meşru bir haktır bizce".
Evet, inanmama hakkının da bir insan hakkı olarak tavizsiz uygulanacağı bir dünya ve ülke istiyoruz. Ajanda bu umutla, "kendisine dinsel kimlik dayatılmasından illallah diyenlere" sunulmuş. Bu nedenle de sahip çıkılması gerekiyor bence.
Şimdi sırası mı diyecek olanlar için, içinden rasgele bir not seçtim. 9 Ağustos gününe düşülmüş bir yıldönümü notu. Yalnızca on beş yıl öncesine ait:
"Ankara Devlet Güvenlik Mahkemeleri Başsavcılığı 'Sivas olaylarının tahrikçisi' olduğu gerekçesiyle Aziz Nesin'in idamla yargılanması gerektiğini öne sürdü. -1994"
================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar öğrencilerinin resimleri, destek amacıyla, aralık ayı boyunca Dega Sanat Galerisi'nde sergilenecek.
Adres: Bağdat Cad. No. 436 Suadiye İstanbul
Tel. 0505 329 67 35
*
Sinema:
15. Gezici Festival bugün (3 Aralık) Ankara'da saat 20.00'de yapılacak törenle
başlıyor. Daha sonra üç yer dolaşacak:
4-10
Aralık 2009, Ankara (Batı Sineması)
11-17
Aralık 2009, Artvin (Ahmet Hamdi Tanpınar Kültür Merkezi)
18-20
Aralık 2009, Makedonya Üsküp (Sinematek)
Bu
yıl 32 ülkeden 112 yönetmenin toplam 92 filmini gösterilecek. Paneller, söyleşiler, çeşitli
bölümler...
Bu
yılın izleği, "Karşı-LIK".
Neye "karşı"lık? "'Kapitalizm'e, 'Savaş'a, 'Burjuvazi'ye,
'Eğitim Sistemi'ne, 'Milliyetçilik'e, 'Militarizm'e, 'İşkenceye',
'Cinsiyetçilik'e, 'Sömürü'ye ve 'Otorite'ye."
Biletler
tek fiyat: 6 TL.
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
vaka/vakıa
'Vaka' sözcüğü 'olay' anlamına geliyor. İngilizcesi 'event, happening'. 'Vakıa' ise 'olgu' demek; İngilizcesi, 'fact'.
Yasin Ceylan, 29.11.2009 tarihli Radikal İki'deki "İnanç, ideoloji ve vicdan" başlıklı yazısında 'tarihsel bir vaka' diyor ama, bağlama bakılırsa 'tarihsel bir vakıa' demek istiyor. Dizgi yanlışı da olabilir elbette.
Ve 'vaka' sözcüğünün iki A'sı da kısa söylenir: Tıpkı 'şaka' ya da 'yaka'daki gibi. NTV'ye duyurulur.
===================================================================
[10.12.2009 tarihli Radikal]
Kamuda olmak, meşru olmak
Kürtlüğün meselesi, benim anladığım kadarıyla, ta baştan beri, Shakespeare'in ünlü sözüyle dile getirdiği meseledir: Olmak ya da olmamak. Bu en temel talep sağlanmadığı, Kürtlüğe kamuda sağlam bir yer açılmadığı ölçüde, tam tamına o ölçüde, Kürtlük de kendi kamusunu kendisi yaratma eğilimine girmektedir.
Burada "Kürtlük"ten kastım, Kürt olma özgürlüğüdür. "Kamu"dan kastım ise, sokağa adım attığımız yerden devletin tepesine kadar, resmî ve gayriresmî tüm toplumsal ortamlardır: Komşuluk, okul (=genel müfredat ve eğitim), kültürel alanlar, pozitif hukuk, anayasa... Bütün bunlarda, tarihiyle ve bugünüyle Kürtlük olgusunun gerçekliğe uygun bir biçimde yer alması: Kamuda yer almak budur. Oysa bu konuda yetkili olanlar, yıllardır ve aylardır, bir adım ileri iki adım gerileri oynuyor.
Yetkili olanlar yalnızca hükümet edenler değil. Deniz Baykal, "Hiçbir şekilde teröre dayalı siyasetin kapısını açmamak gerek" demiş. Bu adamcağız nerede yaşadığını sanıyor, sormak lazım. Bizim buralarda teröre dayalı siyasetin kapısı açılalı onyıllar oluyor. Zora dayalı asimilasyon politikasıyla aralanmıştı o kapı, ve "sayın siyasetçiler"in çapsızlığı yüzünden, içeriye her fırsatta daha hızlı ittiren bir şiddet sarmalı sızmıştı. Şimdi biz şiddetsizlerin önündeki iş, o kapıyı ardına kadar açılmadan kapatabilmektir. Zorlu iş.
Baykal da tıpkı diğer siyasetçiler gibi, siyaset deyince en fazla kendi daracık parti ufkunu görebiliyor; sözlerinde seçimlere hangi demagojiyle girebileceğinden başka bir fikir belirmiyor bir türlü. Oysa Kürtlerle konuşarak açılıma iyi bir içerik önerip AKP'yi zorlasalar, seçim için de daha iyi bir konuma gelebilecekleri bir uğraktayız...
Bu arada, sorulduğuna rastlamadım: Buralardakine benzer olaylar olarak, Korsikalıları bir yana bıraksak bile, Paris'in banliyölerinde molotof kokteyli atan göçmen işçi çocukları neye başkaldırıyorlardı? Ya Kara Panterler zamanının Harlemlileri? Hangi "dış güçler" tarafından hangi "teröre alet" ediliyorlardı onlar? Sakın saldırdıkları şey dışlanmışlık filan olmasın?
Kürtlükle ilgili şiddet sarmalının bana en korkutucu gelen yanı, asıl saldırıya uğrayanın her seferinde Kürtlüğün meşruiyeti olmasıdır. Bu meşruiyet, bir duygu, bilinç ve hukuk öğesi olarak sağlama alınmadıkça, sorunun hâle yola girme şansı da sıfırın altına doğru yol alıyor. Sarmalın her iki yönü de aynı düğümü sıkıştırıyor.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
AKDTYKTDK, "ayrı yazılan birleşik kelimeler" anomalisini sürdürüyor. 26.11.2009 tarihli Cumhuriyet Kitap'taki yazısında Feyza Hepçilingirler de değiniyordu: Yazım Kılavuzu'nun yeni çıkan 26. baskısında da böyle bir başlık var.
Bu tavrın nedeni ne olabilir? Daha önce yapılmış bir hatadan dönememek, kendi hatasını görmeyi tükürdüğünü yalamak sayan bir anlayış: Bundan başka bir açıklama bulamıyorum, çünkü erişebildiğim dilbilim kaynakları "sözcük/kelime" adlı birim konusunda farklı görüşler bulunduğunu bildirmekle birlikte, bu birimin yazılı biçimini "iki boşluk arasında yer alan" diye tanımlıyor...
Hepçilingirler'e adı geçen yazısının şu bölümünde katılmadığımı da belirtmeliyim:
"Yalnız
sözcük değil, herhangi bir 'şey' hem birleşik hem ayrı olabilir mi?" diyor
yazar. Verili tanıma göre sözcük hem birleşik hem ayrı olamaz ama, hangi açıdan
baktığımıza bağlı olarak, "herhangi bir 'şey' hem birleşik hem ayrı"
olabilir. Biraz düşününce, bin bir örneği bulunabilir bunun. Ne demişler,
genellemeler her zaman tehlikelidir; bu sonuncusu bile!
Hepçilingirler'in,
aynı yazısında, Kenan Doğulu'nun bir şarkısında geçen "bilicen,
çizicen" sözüne takılan okuruna hak vermesine de katılamıyorum. Türkçeyi
koruma çabası içinde olanlar dillerin bin bir görüngü içindeki süreçler
olduğunu sık sık unutuyor. Yerel Türkçelere hayat hakkı tanımayacak mıyız?
"Bilicen, çizicen" gibi sözler bende Balıkesirlileri çağrıştırır
örneğin. Türkçeyi bozmaz bunlar, yalnızca standart dışıdır, yereldir. Standardı
bilmek iyidir, gereklidir, ama hiçbir dil kendi standardından ibaret de
değildir...
AKDTYKTDK'ya dönelim. 20.8.2009 tarihli Radikal'deki yazımda, "Çingene" sözcüğünün yazılışına ilişkin sorunlara değiniyordum. AKDTYKTDK kılavuzunda, bu sözcüğün yer aldığı bileşiklerdeki hatalardan ikisi düzelmiş, ikisi yine düzelmemiş.
XWQ meselesinde ise yeni bir yok sayma girişimiyle karşı karşıyayız:
Kurumun 1996 tarihli "İmlâ Kılavuzu"nda, 'Kürtçe' sözcüğü yoktu, ama Kürtçe dahil pek çok dilin alfabesinde yer alan XWQ harfleri için şu açıklama vardı:
"Yabancı alfabelerde kullanılan q, w, x harfleri; sözlük, dizin ve ansiklopedilerde ... p, q, r ... ...v, w, x, y sırasına göre yer alır." (s. 5)
O baskıda W harfi, belirtilen sırada yer alıyor ve italik dizilmiş iki sözcük içeriyordu: 'walkman' ve 'western'. Yeni basımda bu W bölümü çıkarılıp atılmış. Peki bu iki sözcük ne olmuş? V başlığı altında 'volkmen' ve 'vestern' mi olmuş? Hayır, düpedüz yok olmuş bu sözcükler, kılavuzdan atılmış. Tıpkı bir zamanlar 'Kürtçe' sözcüğünün önce yok olup sonra sessiz sedasız yeniden belirmesi gibi, bu üç harfi içeren sözcükler de hep birlikte kılavuzu terk edip kayıplara karışmışlar. "Hikmetinden sual olunmaz" denmiştir ama, günümüz için biraz eskil kalmıyor mu artık bu tavırlar?
* * *
"André Gidé" değil, André Gide.
Eray Ak'ın 3.12.2009 tarihli Cumhuriyet Kitap'taki yazısında hep "André Gidé'nin" denmiş. Oysa ünlü yazarın soyadındaki E'de aksan olmadığından, adı 'Andre Jid' diye okunur ve ekleri ona göre düzenlenir: "Gidé'nin" değil, "Gide'in".
* * *
Aysel Sağır, Cumhuriyet Kitap'ın aynı sayısındaki 'Bayrağını yaktığım Amerika'dayım...' başlıklı yazısında, "son iki yüzyılın ezeli bir sorunsalı..." diye yazıyor. 'Ezelî' sıfatı 'öncesiz' anlamına geldiğinden, buradaki kullanım uygun sayılmaz (ezel=öncesizlik). Yazar galiba 'son iki yüzyılın değişmeyen sorunsalı' gibi bir şey söylemek istiyor.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Barış İçin Sanat/ Sanat İçin Barış
Basın açıklaması bugün (10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü) İstanbul Taksim-Galatasaray hattında
Saat: 19:00
"Türkülerimiz, şarkılarımız, halaylarımız, horonlarımızla..."
* * *
Yeni bir günlük gazete: www.t24.com.tr
Yalnızca internet baskısı olarak çıkıyor.
===================================================================
[17.12.2009 tarihli Radikal]
"Barış içinde birlikte yaşamak"
DTP'nin kapatılması sürecinde Haşim Kılıç ve Cemil Çiçek başta olmak üzere bazı etkili kişiler bu karara dayanak olarak İspanya'daki Batasuna partisinin kapatılmasını ve AİHM'nin o kapatmayı onaylamasını andılar ve bu nedenle kendilerine çok haklı eleştiriler yöneltildi. En iyi eleştiriler ve dayandıkları bilgiler için, Erdal Güven'in 10 Aralık tarihli Radikal'deki ve Zekine Türker'in 13 Aralık tarihli Taraf'taki yazılarına, ayrıca başta Wikipedi adlı internet ansiklopedisi olmak üzere başka kaynaklara bakılabilir.
Acaba yetkililer Batasuna olayıyla DTP olayı arasındaki benzerliğin yüzeysel ve aldatıcı yönleri olduğunu bilmiyorlar mıydı, yoksa yine devletin tutarlılığı gibi feodal bir anlayışla manevra mı yapıyorlardı? Her durumda, AİHM'den DTP lehine bir karar çıkarsa kimse şaşırmamalı ve bunu Türkiye'yi bölmek isteyen AB'nin bir oyunu olarak yorumlamaya kalkmamalı, çünkü Bask sorununu şu aşamada Kürt sorunuyla paralel olarak düşünmek hiç olanaklı görünmüyor.
Bu bağlamda, işin hukuki boyutuyla ilgili olarak yeni haberdar olduğum sağlam başvuru kaynaklarından birinden söz etmeliyim: Olgun Akbulut'un "Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Hukuk Zemini" adlı kitabı.
Olgun Akbulut'u, 'anadilinde eğitim' konulu panellerde dinlemiştim. En çok yararlandığım konuşmacılardan biridir. Anadili sorunlarının uluslararası hukukta ele alınış biçimi konusunda somut bilgiler verip aydınlatıcı olmaya çalışan ve önerilerde bulunan bir bilim insanı.
Beklenebileceği üzere dil ve anadili sorunları "Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Hukuk Zemini"nde de geniş bir yer tutuyor, ama elbette işin hukuki (haklar) yönü ön planda tutularak okunmak üzere. Dilbilimciler kitapta küçük ve masum bir iki hata bulabilir, ama bunlar konunun hukuk ve etik bağlantısını etkileyecek türden hatalar değil. Kaldı ki, dilbilimciler, 'anadili' denince bu alanda çalışma görevini toplum bilimlerinin diğer dallarına yıkmış görünüyorlar. Toplumdilbilimciler dahil!
"Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Hukuk Zemini", ilgili sorunları esas olarak "nüfusun çoğunluğundan farklı, etnik, dilsel ve dinsel özelliklere sahip grup"lar (s. 3) çerçevesinde, kuramsal hukuk ve pozitif hukuk düzleminde ele almış. Kitapta özel bir ülke örneğinde yoğunlaşılmamış. Ancak, verilen örnekler ve ilgili vakalar anılırken, Türkiye dahil çok çeşitli ülkelere göndermelerde bulunuyor yazar.
Başvuru niteliğindeki her kitap gibi burada da bir dizin ihtiyacı kendini hissettiriyor. Neyse ki içindekiler çizelgesinin genişliği ve kaynakçanın zenginliği epey gideriyor bu ihtiyacı.
"Barış içinde birlikte [/bir arada] yaşamak", 1990 öncesinin, yani reel sosyalizm zamanlarının yaygın bir terimiydi. Günümüzde artık o zamankinin tersine, farklı ülkelerden ya da ülke bloklarından çok, aynı ülke yurttaşlarının bir arada yaşamasından söz etmek için kullanılıyor. Kürt sorunuyla ilgili konularda da, uluslararası hukuk uzmanı Akbulut'un bu değerli çalışmasına çok başvurulacağını tahmin etmek zor değil.
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
Polis üniversite öğrencilerinin ailelerine telefon ederek ya da yazı göndererek, çocuğunuz suça karışmış kişilerle geziyor gibi uyarılarla aileyi görüşmeye davet ediyormuş.
Böyle davranmanın anlamı ne olabilir?
Bu sorudan önce, devlet reşit olmak kavramı hakkında ne düşünüyor diye sormak gerekiyor belki de. Devletin yerleşik babacılık (paternalizm) ideolojisi, bırakınız gençleri, kerliferliler dışındaki yurttaşları reşit (hukuktaki deyimiyle, 'temyiz kudretini haiz') saymıyor. Oysa hukuk öyle demez; 18 yaşını bitirmiş kişi reşittir; çocuk değildir artık.
Eski yeni devlet mensuplarından ikide bir "psikolojik harekât" sözünü duymamızın bir nedeni de kendini herkesin babası sayan bu zihniyet olmalı. Atasözüdür: 'Kişi refiğini kendi gibi bilirmiş'. Devlet, yurttaşlarını üzerlerinde "psikolojik harekât" uygulanabilecek uyruklar olarak görmese, başkalarının da kendisine karşı böyle "harekât"lar düzenlediği vehmine kapılmaz ve işi gençlik üzerinde "harekât" düzenlemeye kadar vardırmazdı.
Tutalım ki hata yapan bu zihniyet değil de gençler olsun. Nasihat ve tehdidin birer öğretme/ yola getirme yöntemi olduğunu kim söylüyor? Hangi eğitimci ya da toplum bilimci?
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
başabaş/
baş başa
Başbakan
Erdoğan, Obama ile görüşmesinden söz ederken "başabaş görüşmek"
diyordu (7.12.2009). Aynı hataya daha önce de, TBMM'deki bir konuşmasını
dinlerken rastlamıştım (15.7.2008).
'Başabaş'
terimi daha çok iktisat alanına aittir ve piyasa değeri ile etiket değerinin denkliği
anlamına gelir (İngilizcesi, 'at par'). Başbakan 'baş başa' yerine
"başabaş" diyor.
Bu
dil sürçmesini bir eşitlik savının dile gelmesi olarak da yorumlayabiliriz,
çünkü 'başabaş' sözcüğü belirteç olarak kullanıldığında 'birbirine denk, eşit
[olarak]' anlamına geliyor.
* *
*
köşeyi
dönmek/ en zoru atlatmak
Daha
önce de yazmıştım: İngilizcedeki 'to turn the corner' deyimini Türkçeye sözcüğü
sözcüğüne çevirirsek 'köşeyi dönmek' olur ama, buna iyi bir çeviri diyemeyiz,
çünkü İngilizce deyimin Türkçedeki anlamı 'köşeyi dönmek' değil, 'en zoru
atlatmak'tır.
13
Aralık tarihli Radikal'de Niall Ferguson'un bir sözü, "Ekonomik kriz henüz
bitmedi, köşeyi döndük demek için erken" diye çevrilmişti de onun için
hatırlatıyorum.
Gerçi
buradaki hata da bir dil sürçmesi olabilir, yani eğer Freud'a inanacaksak,
yanlışlıkla gerçek dile getirilmiş diyebiliriz. Değil mi ki her büyük iktisadi
kriz, bazı sermayedarları harcarken diğerlerine Türkçedeki anlamıyla köşeyi
dönme fırsatı yaratır...
===================================================================
===================================================================
Teknik hata
___________________________________________________________________________
Geçen haftaki yazımda "sayısındaki" sözcüğünde yer alan "-ki" eki, 'teknik bir hata' sonucu ayrı dizilmişti, düzeltiyorum.
===================================================================
[24.12.2009 tarihli Radikal]
Dil meseleleri
*
başıbozuk
Tokat Reşadiye'de yedi erin öldürülmesiyle ilgili PKK açıklaması bana 'başıbozuk' terimini hatırlattı: 'Karar merkezî değildi' diyen bir açıklamaydı.
Sen hâlâ orada mısın diyen çıkabilir: Erzurum olayından Arınç olayına, Trabzon'dan intiharlara kadar taze 'başıbozukluk' kıtlığı mı? Doğru söze ne denir?
Terim merkezî disiplin temeline dayalı örgütler açısından yaşamsal bir önem taşıyor. Osmanlıda önceleri gündelik hayatın düzenine aykırı öğelere verilen adken, zaman içinde düzenli olmayan, merkezî disiplinin dışında iş gören askerî öğelerin genel adı olmuş ve bu anlamıyla dünya ortak kültür sözlüğüne de geçmiş: Fransızcada 'bachi-bouzouk', İngilizcede 'bashibazouks', Almancada 'Baschibosuk' vb. Prof. Günay Karaağaç'ın "Türkçe Verintiler Sözlüğü", sözcüğün 14 ayrı dilde aldığı biçimi gösteriyor. Fransızcasını da eklersek 15 eder.
Türkçede ad olarak kullanılmıyor artık pek, 'başıbozuklar' denmiyor. Daha çok sıfat olarak kullanılıyor: 'başıbozuk davranışlar' vb. Olayın adı ise 'çeteleşme' oldu. 'Derin' sıfatı neresinde peki bu terimleşmenin? Çeteler, yani başıbozuklar merkez tarafından kullanıldığında, durumun sıfatı 'derin' oluyor.
Hangi olay ya da vesileydi hatırlamıyorum, birkaç yıl önce PKK'nın kendi içindeki "çeteleşme"den yakınarak söz ettiğini okumuştum. Reşadiye olayındaki açıklamada ise böyle bir özeleştiri yoktu. Dolayısıyla, tarihsel sorumluluk PKK içi merkezî otoritenin üzerinde kaldı. Diğer güncel benzerleri konusunda sorumluluk bolluğu belli, hangi sorumluluk hangisine ait, o henüz karanlıkta...
Merkezî disipline dayalı örgütlerin iç mantığı açısından en yıkıcı durum ise herhalde başıbozukluğun egemen özellik olmaya yaklaştığı uğraklardır.
*
kurgu/
kurmaca
T24
egazetesinden alıntılıyorum:
"İşte
çoğunlukla henüz Türkçeye çevrilmemiş kitaplardan oluşan, kurgu ve kurgu dışı
dalında hazırlanan listeden Türkiyeli okur için seçtiklerimiz:..."
Bana
kalırsa buradaki "kurgu" sözcükleri "kurmaca" olacak, çünkü
belli ki kasıt belirli edebiyat türleridir (öykü ve roman). 'Kurgu' sözcüğü de
başlangıçta bu amaçla kullanılıyordu ama zamanla bu anlam alanını 'kurmaca'
sözcüğüne bıraktı. 'Kurgu' daha genel bir terim: 'kurmaca'dan başka, 'montaj,
düzenleme' anlamına da geliyor. Sinema dahil, sanatsal olan ve olmayan pek çok
alanda bu sonuncu anlamıyla kullanıyoruz. Bir kurmacanın kurgusundan da söz
edebiliyoruz.
*
kısa öykü/ öykü
Kafkas/ beyaz
İngilizceden yapılan çevirilerde 'öykü'ye 'kısa öykü', 'kısa öykü'ye ise "'kısa' kısa öykü" dendiğine hâlâ rastlanıyor. Hem de yola öykü dergisi olarak çıkmış, adında da hâlâ "öykü" sözcüğü bulunan bir edebiyat dergisinde!
Joyce Carol Oates'in bir yazısı çevrilip "Notos öykü" dergisinin Aralık 2009 sayısında yayımlandı. Çeviride, bu "kısa" sorununun yanında, "Kafkas" sorunu da var. Ah Johann Blumenbach! İki yüz küsur yıl önce Hint-Avrupalıların anavatanı Kafkasya'dır diye kestirip atmasaydınız, 'Caucasian' sözcüğü İngilizceye 'beyaz [ırktan kişi]' anlamıyla yerleşmezdi, bizim başımıza da, kim bu "Kafkas orta sınıfına ait ana akım Amerikalılar" diye düşünmek gibi işler açılmazdı.
Redhouse sözlüğünün yaptığı fenalıklardan biri söz konusu: 'Caucasian' sözcüğünün karşısında yalnızca Kafkasyalılardan söz ediyor bu sözlük. Bendeki 1985 baskısı, umarım daha sonra düzelmiştir.
Her durumda bir kez daha belirtilmiş olsun: 'Caucasian' sözcüğü, coğrafi bağlamların dışında "Kafkas" değil, 'beyaz [ırktan kişi]' anlamına geliyor.
Bu fırsatla 'Notos' sözcüğünün Latincede 'güney rüzgârı' anlamına geldiğini ekleyeyim. Güzel bir adı var yani derginin. Simgesi de NATO simgesi değil; bir yön, rüzgâr ya da yıldız göstergesi olmalı. '"Top ten"cilik' gibi magazinel tekniklere başvurmakla birlikte, iyi yazılar ve ürünler de içeren bir edebiyat dergisi.
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
Engelli mi, engellenen mi?
Genellikle bir şeyler gizleyen bir terimdir bence 'engelli'. 19.12.2009 günü ise her şey ayan beyandı: İstanbul Mecidiyeköy'de kenti herkes için daha yaşanır duruma getirmesi için belediyeye ses duyurmaya çalışan 'engelli' etiketli yurttaşlar, diğer yurttaşlardan destek görmek şöyle dursun, ne diye sokağa çıkıyorsunuz diye engellenmek istendi. Çünkü onlara eşit birer yurttaş gözüyle değil, ev hapsine hüküm giymiş gözüyle bakıyor çoğu kişi.
Biz kadınlar için ne kadar da tanıdık bir engellenme! Bizleri sırf kadın olduğumuz için sokaklarda gezmemeye çağıran zihniyet, 'sakat/ özürlü/ engelli' gibi sıfatlarla anılan yurttaşlarımıza da, fiziksel yapıları 'standart' dışı olduğu için aynı çağrıda bulunuyor.
Birbirine çok benzeyen iki ayrımcılık türü. İkisi de hukuken yasak, ama insanlar arası ilişkilere hâlâ hukuk değil de orman yasaları egemen olduğu için, ikisi de her düzeyde ihlal ediliyor. Çünkü orman düzeyinden yukarıya çıkabilmek için özel çaba gerekli.
Ergin Erkiner aynı haber üzerine, sakatlarla ilgili ayrımcılığın batı ülkelerinde neden azaldığını, sokaklarda herkesle eşit konumda gezinen sakat ve yaşlı sayısının neden buralardakine oranla çok daha yüksek olduğunu yazmış (Küyerel internet sitesindeki, 20.12.2009 tarihli yazısı). Özetle söylediği şu: Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki bu durumun tek nedeni demokrasi ve insanlık değil, gündelik yaşama herkesin katılması sayesinde tüketimde ortaya çıkan artıştır. "Bu insanlar metro kullanacaklar, otobüslere binecekler, yani bilet alacaklar. Dışarıda yemek yiyecekler, sinemaya gidecekler. Dışarıya daha sık çıktıkları için giyim eşyaları daha çabuk eskiyecek..." diyor Erkiner. Bu nedenle de, oralarda esnafın "engelliler"in toplumsal yaşama katılması için gerekli düzenlemelerin yapılmasını savunduğunu söylüyor. Erkiner herhalde haklıdır. Kapitalist toplumlarda, ticari karşılığı olmayan insanlık durumu mu olur?
Mesele tüketimden ibaret de değil. Erkiner, her tür okulun herkese açık olması sayesinde üretici ve yaratıcı gizilgüçlerin de daha iyi değerlendirilebileceğini söylüyor ve örnek olarak ünlü matematikçi Euler ile ünlü teorik fizikçi S. Hawking'i veriyor.
Evet, bu da, ilk elde ticari olmasa bile, yararcı yanı işin. Uzun erimde yine ticari karşılık çizgisine oturabilir, ya da belki, neden olmasın, etik toplumun bir bileşeni olmayı başarır bu boyut.
===================================================================
[31.12.2009 tarihli Radikal.]
İkinci aldatmaca
"Açılım" son yılların ikinci büyük aldatmacası mıdır? Birincisinin adı "Hayata Dönüş Operasyonu"ydu. Sonu benzemesin, ama "açılım"ın buraya kadar olan kısmı fena halde ona benzemeye başladı.
Bir ayrımcılığa son verilmek istendiğinde tutulacak yol biliniyor oysa: Bir yandan bundan sonrası için o ayrımcılığın bütün yönleriyle ortadan kalkmasına çalışmak, diğer yandan da topluma vermiş olduğu hasarı gidermek için pozitif ayrımcılık uygulamak.
Kürtlere
karşı ayrımcılık uygulanmış olduğunun inkâr götürür yanı yok. Her tür karşı
çıkışlarının katliama kadar varan zulümlerle karşılık bulmuş olduğu da açık.
Son yıllarda, bu sorunun çözüm yoluna girer gibi olduğu her aşamada, bu kez
milletvekillerine karşı olmak üzere yeni ayrımcılık türleri yaratılıyor. Oysa
Kürt olsun olmasın toplumun çok geniş bir kesimi içten içe, belki bilincinde
bile olmaksızın, eskilerin deyişiyle 'hayırhah' bir tavır beklentisi içinde.
Şimdiye
değin tanık olduğumuz tek pozitif ayrımcılık uygulaması ise Mahmur'dan
gelenlerin ifade vermesi için özel bir yer oluşturulması ve ifade verdikten
sonra gözaltına alınmamaları oldu. Ama o girişim de Baykal ve benzerlerinin
çabalarıyla ânında geri alındı ve sevinen halkın burnundan fitil fitil
getirildi. Bir tür 'Türklük elden gidiyor' havası yaratıldı.
Dile
getirilmeyen bir pazarlık öğesidir belki de Türklük meselesi. CHP ve benzerleri
şunu önermek istiyor gibiler Kürtlere: Siz üstkimlik olarak Türklüğü kabul
edin, biz de belirli kısıtlar içindeki bir altkimlik olarak Kürtlüğü kabul
edelim. Tarihsel alışkanlıkları gereği, bunu öneri kipinde değil, dayatma
kipinde dile getiriyorlar.
Dile
getirdikleri de yok aslında. Bütünüyle benim hüsnükuruntum olabilir bu yorum:
CHP'lilerin ve benzerlerinin Kürtlüğü herhangi bir biçimde kabul etmek gibi bir
niyetleri olduğundan çok emin değilim. Onlar muhafazakâr, AKP için ise sıfat
bulmak zor.
Kürtlere
karşı ayrımcılığın ceremesini çekmek konusunda şimdiye değin inanılmaz bir
eşitsizlik hüküm sürdü. Ölenler de, ölmekten beter edilenler de, klişelerin
ardına kapatıldı. Şairin dediği gibi oldu tıpkı: "Kimimiz öldük, kimimiz
nutuk söyledik".
Oysa
yetkililerin ve etkililerin göstermesi gereken bütün 'özveri', şoven oylar
yönünden uğrayabilecekleri kayıptan ibaret. Biraz da çaba göstermek belki, yok
sayılmış olanın gerçek yerini yeniden bulması için. Bu çabayı doğrudan
kendileri gösterecek de değiller üstelik; barış bilinci olan tüm meslek
grupları çoktandır duyarlılık içinde.
Ve
ikinci aldatmacaya gerçekten karnımız tok.
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
18 yaşından küçük olup adı 'suç'la anılan çocukların ad ve soyadlarının açık yazılması hukuka aykırıdır: Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları (ÇİAÇ) Medya Takip Koordinatörleri'nin bildirdiğine göre, buna karşın, özellikle TMK mağduru çocuklar söz konusu olduğunda yasaya ve Medya Etik Kuralları'na uyulmamaktadır.
ÇİAÇ koordinatörleri bundan böyle, 18 yaşından küçük olan suç faili veya mağdurlarının kimliklerini açıklayacak ya da tanınmalarına yol açacak şekilde yayın yapanları deşifre edip Basın Konseyi'ne bildireceklerini ve gerekirse haklarında kanuni yollara başvuracaklarını belirtiyorlar. Verdikleri bilgiye göre, 5187 sayılı Basın Kanunu'nun 21/c maddesi, 18 yaşından küçük olan suç faili veya mağdurlarının kimliklerini açıklayacak ya da tanınmalarına yol açacak şekilde yayın yapanların 20 bin TL'ye kadar adli para cezasıyla cezalandırılmasını öngörmektedir.
* * *
Geçen hafta, "Engelli mi, engellenen mi?" diye yazmıştım. Aklın yolu birmiş. Murat Küçük, "3-4 yıl önce yayınlanmış, Antalya'dan bir hocamın yazısı" notuyla, Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi İsmail Tufan'ın bir yazısını yolladı. Tufan, "asıl engelli"lik durumunu ortaya koyan, önemli bir sosyolojik inceleme yazmış. Adres, hızlı çalışan, iyi bir site:
http://www.engelliler.biz/SosyalBakis/engellenenengelli_ismailtufan.htm
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Feyza
Hepçilingirler, standart dilin edebiyattaki yeri ile edebiyat dışındaki yerinin
birbirinden farklı olduğunu arada bir unutuyor ya da şarkı sözlerini edebiyata
dahil saymıyor. 24.12.2009 tarihli Cumhuriyet Kitap'taki yazısında da öyle yapmıştı
(benim 10.12.2009 tarihli yazıma yanıt verirken).
Oysa
şarkı sözlerini edebiyata dahil sayalım ya da saymayalım, standart dilbilgisini
diğer metinlerdekiyle aynı biçimde uygulayamayız onlara. Edebiyata tanınan
özgürlükler, şarkı sözleri için de geçerli: Konuşma dilinin ya da yerel dilin
hem yazılı hem sözlü olarak şarkı sözlerine geçirilmesi özgürlüğü dahil. Bir
şarkıcı, "bilicen, çizicen" diye yazıp söylüyorsa, standart imladan
saptığı, konuşma dilini yazıya geçirdiği için suçlayamayız onu. Belki şarkısını
başarısız buluruz, o şarkının, standart dilden olan bu sapmayı hak etmediğini
düşünürüz, ama ikinci adımda yapacağımız bir değerlendirmedir bu.
En
iyisi, büyük müzisyen Neşet Ertaş'ın türkülerinden aldığım bazı sözleri
Hepçilingirler'e adayayım:
"Niye
çattın kaşlarını
Bilmiyom
yar suçlarımı"
"Nar
tanesi tanesi
Seviyom
nar danesi"...
*
Hepçilingirler'e
ayrıca, "hem birleşik hem ayrı olabilen BİR şey" örneği vermek
gerekiyor.
"Birleşik"
sözcüğünün çağrıştırdığı "şey"lerden birini vereyim örnek olarak:
ABD.
Bu
devlet (felsefi açıdan, bu "şey"), daha önce de belirttiğim gibi
hangi açıdan baktığımıza bağlı olarak, hem birleşiktir, hem ayrı. Devlet tipi
açısından baktığımızda, birleşiktir. Diğer devletler arasında bir devlet olması
açısından baktığımızda ise ayrı bir devlettir. Gerçekte, ABD gibi adında
"birleşik" sözcüğü bulunsun ya da bulunmasın, eyaletlerden ya da
farklı birimlerden oluşan tüm devletler için geçerli bir özellikten söz etmiş
oluyorum böylece: Belçika, Almanya, İspanya...
===================================================================
En
iyi dileklerle.
[7.1.2010 tarihli Radikal.]
Duygular defedilirken
Yeni yılınız kutlu olsun, bayramınız kutlu olsun, mutlu yıllar, en iyi dileklerle, hoşgeldiniz, güle güle, nasılsınız, selam söyleyin...
Bunlar esas olarak birer klişe değil, düzsöz. Yani, kolay kolay vazgeçemeyiz onlardan. Zaten çoğu zaman tam yerinde kullanılan kalıpsözlerdir bunlar; fazla yinelenip klişeye (=beylik söz, basmakalıp söz) dönüşmeleri tehlikesi çok düşüktür. Kimseye durup duruken "mutlu yıllar" demeyiz.
*
Ergen yaştakiler, erkenden kurnazlaşan pratik zekâlılardan olmadıkları sürece kalıpsözlerden nefret ederler. Henüz kalıpsöz ile klişeyi birbirinden ayır(a)mazlar zaten. Sözgelimi, 'selam söyle' tenbihatı için anneme ne kadar kızdığımı hatırlıyorum. Her gün görüştüğü teyzelere bile selam gönderirdi o tarafa gidiyorsam. Bir gün bu ritüeli açıklamak zorunda kaldı ve, evladım, dedi, selamın önemi, gönderilmediğinde ortaya çıkar.
Gerçekten de, bu düzsözlerden vazgeçiyorsak, şu iki durumdan biri geçerli demektir: Ya annemin dediği gibi artık kastetmiyoruzdur gerçekten o sözü, ya da tam tersine, o kişiyle aramızdaki ilişki (dostluk, arkadaşlık, yakınlık), böyle kalıpsözlerden iktisat edebileceğiniz kadar gelişkindir.
Elbette üçüncü bir seçenek de adınızın Tuğrul Eryılmaz olması ve hemen herkesin, selam sabah yerine azarlama sözleri ya da bir homurdanma kullanmanıza alışmasıdır.
*
Gelgelelim, gündelik kalıpsözler dahil her tür söz, kastedilmeden, yani içi boş olarak kullanıldığında birer klişeye dönüşebiliyor; 'barış, demokrasi, vicdan' gibi büyük kavramlar dahil. Özellikle de birinci sınıf birer demagoji aracı olabilme yetileri yüzünden.
*
Özgünlük taslayan, ama öyle olmayan sözler de birer klişedir. Kötü edebiyat olarak dünyaya gelmiş ve fazlaca yinelenmişlerdir. İyi sözün ve iyi edebiyatın bile fazla yineleneni klişeye dönüşebilir. Bana en çok dokunan klişeler, edebiyatçılardan kaynaklananlardır. Onların bu konudaki duyarsızlığı hem şaşırtıcı hem de yaralayıcı gelir bana. Sözgelimi, "kan gölü" sözü bir deyim değil, klişedir artık: Fazla kullanılmaktan yıpranmış ve çoktandır hiçbir anlam iletmez hâle gelmiştir. Bir seferinde, E adlı edebiyat dergisinin soruşturmasında "Irak yine kan gölü" sözüne rastlayınca, öfkeli bir yanıt yazmaktan kendimi alamamıştım. Bir edebiyatçının böyle bir kötülük yapmaya hakkı yoktur bence.
*
İşte dönemsel yayınlarda jargonlaşan, kitaplarla ilgili klişeler: okurla buluşmak, izini sürmek, farklı dünyaların kapılarını aralamak, öncelikle...
"[Filanca]
Hanım, yeni bir romanla okurla buluştunuz. Öncelikle ben şunu merak ediyorum:
... " vb.
*
Bir gazeteci klişesi: "kalbine yenik düştü". Kötü edebiyattan türeyen klişelere tipik bir örnek de budur. "Ömer Lütfi Mete kalbine yenik düşerek aramızdan ayrıldı" diyordu haber. Fikirleri bir yana, kolay kolay yenik düşecek birine benzemiyordu rahmetli gazeteci. Neden böyle verilir bu olay? Kalbimiz bize karşı bir mücadele içinde midir? Hayatta kalanlar, kalbini yenilgiye uğratanlar mıdır?
Klişelerin hayatı kolaylaştıran bir yanı olmalı ki böylesine yaygın. Gazeteci, olayı anmak zorunda; duygusuz görünmek de istemiyor. Gelgelelim o duyguyla uğraşması fiilen olanaksız: Ne zaman yeter buna, ne de enerji. Dolayısıyla, birinin bir ara yaptığı kötü edebiyata o da sarılıyor, sözüne renk kattığını düşünüyor böylece. Klişeler, rüküş dilin aksesuvarları.
*
Bu konuda yazdığım ya da okuduğum hiçbir yazı, aldığım hiçbir not, birkaç gün önce Orhan Koçak'ın bir yazısında rastladığım şu saptama kadar iyi anlatmıyor meseleyi:
"Her şey kolayca klişeye karışmaktadır ve klişe de çoğu zaman duygunun daha yaşanmadan defedilmesini sağlıyordur" ("Dağlarca ve 'Etkiler' Sorunu" başlıklı yazısı, Kültür Bakanlığı'nın yayımladığı "Fazıl Hüsnü Dağlarca" kitabı, 2009, s. 72).
"Duygunun daha yaşanmadan defedilmesi", evet. Elbette, o duygularla birlikte sökün edecek düşünceleri de. Klişelerin işlevi tam tamına bu.
===================================================================
Dönem sonu değerlendirmeleri
___________________________________________________________________________
Yılın
ilk günü yayımlanan Radikal Kitap'ta, 2000'li yılların ilk on yılı
değerlendiriliyor. Hasan Bülent Kahraman, söz konusu dönem için, "büyük
tarihsel-toplumsal kanava Türk
edebiyatına roman ve öykü olarak neredeyse hiç mi hiç yansımadı" diyor:
"Bunlardan kopuk, ayakları havada, boşlukta yüzen bir edebiyat oluştu bu
son on yılda."
Biz
buradaki "neredeyse" ile "hiç mi hiç"i bir arada düşünmeye
çalışalım da, "boşlukta yüzmeyen" öykücü ve romancılardan hiç değilse
Leylâ Erbil'i, Suzan Samancı'yı, Aslı Erdoğan'ı, Sema Kaygusuz'u, Müge İplikçi'yi,
Hasan Ali Toptaş'ı, Fatih Özgüven'i... o kadar kolay harcamayalım.
===================================================================
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
Abdülkadir Çevik, 30.12.2009 günü saat 22.00 civarı, TRT2'de konuşuyor; teröristlerin, çocuklara taş attırıp onların tutuklanmasına, dayak yemesine, hapse girmesine, kötü muamele görmesine neden olduklarını söylüyor.
Program sunucusu ya da diğer katılımcılar irkilmiyor bu sözden. Demek ki kolluk güçlerinin uyguladığı dayak ve kötü muamelenin sorumlusu, onlara göre de mağdurlardır. Demek ki yurttaşlara yasada olmayan cezaların uygulanabildiği gerçeğini bilince çıkaramıyor o programda hazır bulunanlar. Ceza yasasında öngörülmeyen cezaların, yani dayak ve kötü muamelenin, yani işkencenin, uygulamada yer bulabilmesi için bundan elverişli bir ortam düşünülebilir mi?
Dayak atmak, kötü muamele uygulamak, işkence yapmak, tacizde bulunmak, tecavüz etmek... Bunlar bizim toplumumuzda hâlâ, duruma göre az ya da çok meşru görülebilen uygulamalar. Hukuken yasaklanmış olmaları, çokları için tam bir ikiyüzlülük.
===================================================================
[14.1.2010 tarihli Radikal]
Özetlerde dışlananlar
Bir hakkı, başka açılardan beğenmediğimiz bir iktidar gerçekleştirdiyse, o hakkın değeri azalır mı? Ya da böyle bir gerçekleşmenin anlamı nedir?
Fiilen, bağlam gerektiriyorsa, sözgelimi sivil itaatsizlik gibi bin bir biçim alabilen bir direnişin parçası olmak üzere, o hakkı kullanmayabiliriz. Ama böyle bir durum söz konusu olmadığı sürece, genellikle elde etmek için göbeğimiz çatlamış haklardan birini ya da birkaçını tanıyan iktidarı beğenmiyoruz diye o hakkı kullanmamazlık etmeyiz.
Nasıl bir anlam yüklememiz gerekir peki bu duruma?
Sorunu düşünmek için, somut, yani tarihsel verilerden birine, 1 Mayıs meselesine bakalım. Marx'ın ve Engels'in ülkesi Almanya'da 1 Mayıs, ülke tarihinde ilk kez olmak üzere Hitler iktidarının ilk yıllarında resmî tatil ilan edilmişti.
Hitler'in partisi iktidara seçimle gelmişti. Alman komünistleri seçimler sırasında yaklaşan tehlikeyi sezmek konusunda sosyaldemokratlar kadar uyanık davranmayıp "sınıfa karşı sınıf" diye tutturduklarından, Sosyal Demokrat Parti ile ittifaka girmeyi reddetmişlerdi. Oysa kabul etseler, iki partinin oyları nasyonal sosyalistlerin, yani Hitlercilerin oylarını aşmaya yetecekti.
Almanya'da başarılamayan, Fransa'da başarıldı: Sosyalistlerle (yani Fransa'nın sosyaldemokratlarıyla) komünistlerin kurduğu Halk Cephesi, iç faşizmi birlikte alt etmekten başka, Hitler ordularının işgaline karşı direnişi de örgütledi. Ve zaferin ardından seçimlerde iktidara gelip, kalıntıları kemirile kemirile hâlâ tüketilemeyen yığınla sosyal hakkı gerçekleştirdi...
Sözün kısası, bazı hakların yasallaşmasını sağlamak, demokratik bir sürecin güvencesi olabildiği gibi, olmayabiliyor da. Demagojik güdülerle hareket edilmiş de olabiliyor. Sürecin asıl niteliği daha uzun süreler içinde ortaya çıkıyor; damlayan suyun taşı etkilemesi kadar mı bilmem ama, uzun süreler içinde işte!
Onun içindir ki, kendini bilen bir halk, yani "sivil" sıfatının asıl sahibi, eline muazzam olanaklar verdiği devletlilerin hiçbirine hiçbir koşulda güvenmez. Onları denetlemenin ve denetim altında tutmanın yolunu yordamını ne kadar geliştirebilmişse, demokrasisini de o kadar geliştireceğini bilir ya da sezer.
*
Oral Çalışlar, 12 Ocak tarihli yazısında siyasal durumu "'Askeri vesayet', 'polis vesayeti'" çerçevesinde özetledi. Yaptığı özetin en önemli kusuru şuydu: "Sivil vesayet" kavramını "fantastik", yani gerçeklikten uzak bulurken, belki de askerî vesayet için yalnızca Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi batılı örnekleri göz önüne aldığındandır, bir 'sivil' vesayet türü olan dinsel otorite vesayetini hesaba katmayı unutuyordu; İran'da cumhuriyetin 'sivil' (askerlik dışı) birer otorite olarak ayetullahların vesayeti altında olduğunu, Türkiye için ise Fethullah Gülen'in de adının geçtiği bir dinsel vesayet izlenimi bulunduğunu vb.
Türkiye konusunda bu izlenime siz katılmıyor olabilirsiniz, ama söz konusu bağlam açısından ihmal edilebilir bir veri değildir bence. AKP'nin yetersiz de olsa yalnızca demokratik ve "antimilitarist" itilimlerle hareket ettiğine sizin inanıyor olmanız, "sivil vesayet" konusundaki yaygın izlenimi çözümleme dışı tutmanızı haklı kılmaz, tam tersine, çözümlemenizi inandırıcılık kaybına uğratır.
Yıllardır ve aylardır korkunç darbe hazırlıklarına özetlerinde bir türlü yer veremeyenlere ya da ancak hafifsemek üzere yer verenlere bir tür karşı ağırlık oluşturacağım diye, iktidarla olan mesafeleri bu kadar kapatmamak gerekir.
*
Esas olarak bu tür fikirlerle ve daha 'pratik' anlamıyla politika yapma ihtiyacıyla olmalı, "özgürlükçü" sıfatını önemseyen solun bir kesimi "Yenisol" adıyla yeni bir oluşum başlattı.
Umarım buradaki "oluşum" sözcüğünü yadırgayanlar olmuştur. 'Örgütlenme' sözcüğünün yediği darbeler nedeniyle olmalı, epeydir her tür yeni parti girişimi için 'oluşum' deniliyor. Sözcük bütün güzelliğine karşın bu bağlamda irkiltici geliyor bana, çünkü "örgütlenme" sözcüğünü heyulaya dönüştürmüş olan bir toplumda yaşadığımızı hatırlatıyor.
"Oluşum" ayracını kapatıp Yenisol meselesine döneyim.
Onyıllardır, belki de bir Eylül sendromu olarak, her örgütlenme çabası, ama en çok da siyasal örgütlenme çabaları, inanılmaz miktarda zaman ve enerji alıyor. Ve çoğu zaman, bir süre sonra heba olmak üzere. Solcular Sisyphos cezasına çarptırılmış gibiler. Yığınla genç insanın zamanı ve enerjisi aracın inşası için harcanıp tükeniyor, iş amaç için çalışmaya gelince geriye pek azı kalıyor. Yıllardır ÖDP'ye verilen emekleri düşününce...
Yenisol'u başlatan metinde, ÖDP'ye çok aykırı gelecek ilkeler görmedim. Belki de en çok önemsediğim ilkeyi, eleştirelliği (özellikle özeleştirellik niyetini) yine bulamadığım için diğer farklılıkları gözden kaçırmışımdır. Umarım bu ilke de, ÖDP de, bir aşamada Yenisol'da yerini bulur. Öncü kadroda, örgütlenmenin ve siyasetin birer amaç olmadığı bilinci okunuyor. Öbür uçta Makyavelizmin beklediği bilinciyle birlikte. Bu da, eğer eleştirellikle birleşirse, kendini yenileme yetisi anlamına gelebilir. Kısacası, önem taşıyan bir hareket, Yenisol.
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
Selendi'de orman kanunu, yani güçlü olan üstün geldi, Selendi bir grup yurttaşa dar edildi. Bir toplum için bundan büyük ayıp olur mu?
Sorumluluk kimde peki? Sorumlu aramak ferasetini gösteren, kimin ya da kimlerin güçlü olduğuna baksın.
Olup bitenleri "açılım"a bağlayan yurttaşlar oldu: Açılım yurttaşları ayrıştırdığı için linçler oluşuyormuş... Benzetmek gibi olmasın ama, Çorum, Kahramanmaraş, Sivas... Onlar da mı "açılım"ın sonuçlarıydı? Yoksa tümü birden, bir türlü açılamayışın, yani bilinç sahibi olamayışın sonuçları mı?
Bu arada medyatik kimselerin "Çingene" sözcüğünü terk edip onun yerine "Roman" demeleri bana "sakat" sıfatının terk edilip önce "özürlü" sonra da "engelli" denmesini hatırlatıyor. Sözcükle birlikte ayrımcılık da terk ediliyor olabilir mi?
Ayşegül Devecioğlu'nun güzelim "Ağlayan Dağ Susan Nehir" romanını okuyunuz. ===================================================================
[21.1.2010 tarihli Radikal.]
Ağca kimin konuğu?
Süit: En lüks otellerde bağımsız bir daire olarak düzenlenmiş bölümlere verilen ad. Utanç verici bir cinayetin faili kıdemli tetikçi Ağca'ya cezaevinden çıktığı gün beş yıldızlı bir süit tahsis edilmiş. Obama'ya tahsis edilenin bir altındaki katta. Parasını kim ödedi diye soruluyor, avukatları biz ödedik diyorlar. Ya size kim ödedi diye soruluyor, ses yok... İnanılmaz bir fütursuzluk. Tam bir gövde gösterisi.
Bu gösteri ne anlama geliyor? Ağca kimin konuğudur? Ailesi o ölçüde zengin olmadığına göre, Ağca kimin konuğu olabilir? Ve devlet içinde koruma bulmayan birileri bu ölçüde pervasız olabilir mi?
Yanıt belli. Devamı da var. Ağca'ya tezahürat ve süit haberi ile art arda gelen haberler: Dink suikasti sanıklarından biri, devlet memuru (infaz koruma görevlisi) olmak üzere sınava girmiş. Girebilmiş! Ve suikatin üçüncü yıldönümünde hukukçular, davanın çıkmaza sokulduğunu net bir raporla açıkladılar.
Biz Putin dedikosu yaparken burnumuzun dibinde bunlar oluyor.
Kimin icazetine ve kimin aczine işaret? İpler kimlerin elinde? Ve o eli kim serbest bırakıyor? Kim koruyor on yıllardır bu katilleri?
Yanıt artık eskisi gibi karanlığa gömülü değil, gün gibi meydanda. Tarih önünde temize çıkmak isteyen, görevini yapar.
_________________________________________________________________________
Karakoç'un harcandığıdır
_________________________________________________________________________
15 Ocak Cuma akşamı İstanbul CRR'de büyük şair Sezai Karakoç'la ilgili "Gün Doğmadan" adlı "belgesel"in gösterimi vardı. Şairin orada olmamasına sevindim: İçimden bir duygu, gelseydi üzülürdü, hem gecenin düzeni, hem de gösterilen "belgesel" açısından, diyor.
Gecenin düzenindeki mantık, 'büyük bir şair ve düşünür için büyük mevkilerden katılım gerekir' biçiminde olmalı ki, her şey iki bakana göre ayarlanmıştı: Yarım saati aşan bir gecikmeyle geldiler, onlar gelmeden programa başlanmadı ve hınca hınç dolu salondan bu gecikme nedeniyle özür dilenmedi. Hamasetinden hayli memnun görünen tok sesli tek duruşlu sunucunun, salonu ve kendisini itaatle görevli 'ast'lar konumunda gördüğü, bakanları kürsüye tek tek "arz ederim" tekmiliyle çağırmasından belliydi.
Geceye katılan bakanlar kadar, "belgesel"de konuşan Dışişleri Bakanı da Karakoç'u güncel politikanın içine yerleştirmeye çalıştı. Karakoç Diyarbakırlıydı, dolayısıyla "açılım"ı anmak için iyi bir fırsattı. Nitekim, yanılmıyorsam gece boyunca en gür alkışı bu cümle ("işte biz, açılımı bunun için, ...) aldı. Ama "Kürt" sözcüğü filan telaffuz edilmiş değildi ve "açılım" kavramı daha çok Osmanlı geçmişimizle İslam medeniyetini ima eden bir biçimde İslam ülkeleriyle olan yakınlaşma çerçevesinde sunuldu. Kısacası, o gece söylenenlere bakılınca açılım içe ve geleceğe doğru olmaktan çok, dışa ve geçmişe (Karakoç'unkinden çok daha yakın bir geçmişe) doğru düşünülmüş bir kavram gibi görünüyordu.
Bakanlar, çocuk denecek yaşta Karakoç'tan şiirler ezberlemiş olduklarını söylediler ama, okumayı denemediler.
"Belgesel"e gelince. Tahmin edileceği üzere, şairin kendisini pek az görüyoruz bu filmde: Okul çağlarında çekilmiş bir iki vesikalık fotoğrafı ve kendi partisi (Diriliş) için yaptığı kürsü konuşmaları sırasında kaydedilmiş birkaç kısa görüntü dışında yalnızca kısa bir sekansta gözüküyor, o da, kalabalık arasında yürürken belli ki haberi olmadan yapılmış ve fark ettiği anda öfkeyle itiraz ettiği bir çekimden ibaret. Görüntü, itiraz ânında donarak sona eriyor. Şair itirazını geri çekmiş olmalı ki, yönetmen bu sekansı kullanmaya karar vermiş.
Görsel yön genel çizgisiyle fazla zayıf, fazla klişe. Müziğin başarısı ve aralara serpiştirilmiş şiirler ile bazı tanıklıklar bile kurtaramıyor yapımı. (Ayla Algan çok iyi şiir okuyor. Oysa tiyatro oyuncuları genellikle dramatize etmekten kaçınamaz.)
"Belgesel"in en kötü yanı ise, batı etkisi olumsuzlanırken gösterilen bir sekansta, batılı giysiler giymiş ama kafasız (düpedüz kafası çıkarılmış) biri kadın diğer ikisi erkek giysili üç vitrin mankeninin, kendi kendineymiş gibi yandığı sahneydi:
Bir kır görüntüsü zeminine monte edilmiş, ayakta duran üç vitrin mankeni. Kadın bedenli olana, kırmızı ve yakasız bir elbise giydirilmiş. Diğerlerinde garsonumsu siyah beyaz kılıklar. Mankenler bir bir, önce kara dumanlar çıkarıp sonra tutuşarak çatır çatır yanıyor.
"Belgesel"i doyurucu bulan var mıydı salonda, diye soracak değilim. Vitrin mankenlerinin yakıldığı sekansta hiç irkilmedim diyebilecek olan var mıydı, onu merak ediyorum.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Toplumsal hayat demek, gecikme örüntüleri demek. Dil gibi yaygın ilgi konusu olan bir alanda bir an önce herkesin okuması gereken bir yazının kitaplaşması tam yirmi yedi yıl gecikince, meydan ister istemez biraz daha fetvacı anlayışa kalmış oldu.
Gecikerek kitaplaştı dediğim, Murat Belge'nin "Türk Dilinde Gelişmeler" başlıklı uzun yazısıdır. Geçenlerde yayımlanan "Sanat ve Edebiyat Yazıları"nın, "Dil Tartışmaları" başlığını taşıyan bölümündeki ilk yazı.
Belge bu yazıyı ilk kez 1983 yılında bir ansiklopedide yayımlamış. Ansiklopedide olması gözden kaçmasında rol oynamış olabilir. En azından ben, epey geç fark ettim o yazıyı. Umarım dil meraklıları okumakta gecikmez.
"Dil Tartışmaları" bölümü ayrı bir kitap olabilecek boyutta. Kitabın kendisi ise, Belge'nin "Edebiyat Üstüne Yazılar" başlığını taşıyan ilk derlemesinden sonraki yazılarını içeriyor. Yayınevi bir iyilik yapıp "Sanat ve Edebiyat Yazıları"na bir de dizin ekleyerek okurun işini kolaylaştırmış.
===================================================================
===================================================================
Dinçer Sezgin
___________________________________________________________________________
İyi bir öykücü ve iyilik dolu bir insan öldü. "Kaveko"nun cesur yazarı, son kitabı "Tek Kurşun" için, "Bu ömrün geçmişteki bazı günlerine öykülerimle tanıklık etmek istedim" diyordu. Sıra gelip yazamadım, "Rüzgarın Rengiyle"deki özgün kurgudan vb söz edemedim. Ve o da gitti, Dicle'den üç ay sonra.
===================================================================
[28.1.2010 tarihli Radikal.]
Vesayet destekçiliği
AKP ilk kez 2002 seçimlerini, hatta ondan da önce İstanbul büyükşehir belediye seçimlerini kazandığı zaman, en sağından en soluna kadar tüm laik kesimler şöyle bir sarsılmıştı. Siyasal İslamcılık gerçi 1970'lerden itibaren sürekli bir yükseliş içindeydi ve Erbakan kanalıyla koalisyon hükümetlerine katıldığı da olmuştu ama, herhangi bir makro iktidarı (devlet, büyükşehir) tek başına kazanacağı pek akla gelmeyen bir akımdı.
AKP iktidar mevkilerinde yükselince, daha önce korkulu siyasal görünümlere bürünen cuma cami çıkışı gösterileri kısa sürede sönümlendi. Başlangıçta minibüslerde, kuyruklarda, açık giyimli genç kadınları tehdit yollu azarlama olayları işitilmeye başlanmıştı, onun da ossaat arkası kesildi. Ilımlı olmayan İslamcılar uyarılmış, belki de sabırlı olmaya davet ve ikna edilmiş olmalıydılar.
Gelgelelim, bu yatış(tır)ma, yanıbaşımızdaki İran'ı, uzaklardaki Endonezya'yı vb unutturmaya yetmedi. Dolayısıyla, 12 Mart'tan ve 12 Eylül'den pek hoşlanmasalar da 27 Mayıs'a çok sevinmiş ve zaten sivil bir umut geliştirememiş olanlar darbe yolu gözlemeye başladılar.
Türkiye'de bir kesim var ki tıpkı Fas'tan başlayıp doğuya doğru uzanan bütün bir orta derecede gelişmiş ülkeler dizisindeki benzerleri gibi her koşulda asker 'baba'sına güvenegeldi. 'Son çare olarak darbe' fikrine sırtlarını bir türlü dönemediler.
Bu kesimin içinde, siyasal İslam karşısında can havliyle davrananlar da var. Onlar çok haklı olarak Çorum'u, Kahramanmaraş'ı, Sivas'ı unutmadılar ve siyasal İslam o katliamlarla yüzleşmiş değil. Kışkırtma kimden gelmiş olursa olsun, sonuçta İslamcı kalabalıkların eliyle işlenmiş katliamlardı onlar...
Peki, "askerî çözüm", elli yıldır hangi sorunu çözdü? Siyasal İslam'ın yükselişini mi? Kürt sorununu mu? Sosyal sorunları mı? Çorum, Kahramanmaraş, Sivas... Asker hangisinde kurtarıcı oldu? Bunlar pek sorulmadığından, sorulsa da başka bir umut geliştirilmediğinden, aynı atavizm sürüp gitti.
Askerlerin o koşullarda boş durmayacağını tahmin etmek zor değildi. Tahminden de öte, bazı televizyon kanallarında bazı gazetecilerle emekli generallerin açık imalarla konuştukları, bazen de gülüştükleri programları izleyenler herhalde olup bitenleri sezmişlerdir. En azından ben kendi adıma sezdiğimi söyleyebilirim. Hayatınızda kaç darbe geçirdiyseniz, duyargalarınız da o kadar açık oluyor.
Dolayısıyla, ortaya dökülen darbe hazırlığı iddialarını şaşırtıcı bulduğumu söyleyemem. Genelkurmay Başkanı'nın sakınımlı konuşmalarında belki de kurumunu ayakta tutma kaygısı ağır basıyordur.
Bizim buralarda askerî ya da "sivil" siyaset aslen biat-kayırmacılık ikilisine dayalı olmaktan çıkamadı. Askere biat, başkana biat, babaya biat, şefe biat, şeyhe biat, efendiye biat. Kendi adının farkında olan pek az kimse var.
Cumhuriyetin seksen küsuruncu yılında yurttaşlık bilgisi, nereden baksanız sıfır.
* * *
Ve sivil vesayet!
Bu kavram son haftalarda çok kullanıldı ama, her kullananın aynı şeyi anladığını söylemek zor. 'Sivil vesayet demokrasinin kendisidir' diyenler de, 'sivil vesayet diktadır' anlayışında olanlar da, bu konuda AKP'nin özne yani vesayetin uygulayıcısı olduğu kabulünden hareket ediyor. Sivil vesayet iddialarını "fantazma" olarak niteleyenler de öyle.
Oysa AKP, varsa "sivil vesayet" ilişkisinde ancak nesne olabilir, tıpkı "askerî vesayet" ilişkisindeki gibi. Bu bağlamda AKP'yi özne saymak, 'baskı uygulamak' ile 'vesayet kurmak' kavramlarını birbirine karıştırmak anlamına gelir.
AKP'yi nesne sayanlar arasında da kavramdan aynı şeyin anlaşıldığını söylemek zor. Bu kez de 'baskı grubu' oluşturmak ile 'vesayet kurmak' birbirine karıştırılabiliyor. Baskı grupları, gerçekten de demokrasi denen işleyişin bileşenlerinden biri. Ama iş vesayete, yani AKP'nin hareket tarzını dışarıdan ve ana hatlarıyla belirlemeye (ki bence "askerî vesayet" gibi "sivil vesayet"ten anlaşılması gereken de budur) gelince, bunu demokrasinin bir belirtisi saymak herhalde olacak iş değildir.
Şimdi 'askerî yargı/ sivil yargı' sorununda Anayasa Mahkemesi'nin hukukun evrensel ilkelerini bir yana bırakarak karar vermesi de akla "sivil vesayet" kavramını getirmiyor mu? Bence getiriyor ve bu bapta 357'nin devamını oluşturuyor. Diğer siyasal vesayet türleri gibi bu da hukuk dışı (evrensel hukuk ilkelerine aykırı) bir belirleyiciliktir.
Kişisel olarak, AKP'nin üzerinde "F tipi" bir vesayetin (baskının değil, vesayetin) varlığından emin değilim. Ama yokluğundan da emin değilim. Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere yöneticileri ne kadar karizmatik olurlarsa olsunlar, biat kültüründen uzaklıklarına kefil olunabilir gibi gelmiyor bana, tıpkı o kültüre bağlılıklarına da kefil olunamayacağı gibi. Oysa her iki yönde de kesin hükümlerle konuşan yazarlar var ve benim bu konudaki itirazım bu kesin hükümlülüğedir.
===================================================================
Dil
meseleleri
___________________________________________________________________________
casus belli
25 Ocak Pazartesi, TRT Türk. 23.00 haberleri okunuyor. Bir cümlede 'casus belli' terimi geçiyor ve haberci bunu Türkçede 'casusun belirli olduğu'nu söyler gibi söylüyor, A'yı uzatarak.
Herhalde herkesin kulakları dikilmiştir, nedir bu casusluk olayı diye. Oysa Türkçe değil, Latince bir diplomasi terimiyle karşı karşıyayız: 'Belli' sözcüğü Latincede 'çatışma/ savaş' anlamına geliyor, 'casus' ise 'durum'. "Casus belli" teriminin Türkçesi, 'savaş nedeni'. Okunuşu: "Kasus beli", A'yı uzatmadan.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
__________________________________________________________________________
Panel: "İstanbul'da 80 Sonrası Kadın Eylemleri: İstanbul Sokaklarında Kadınlar"
Tarih: 30 Ocak 2010 Cumartesi
Saat: 13.00
Yer: İstanbul Kadın Eserleri Kütüphanesi
Moderatör: Beyhan Demir
Konuşmacılar: Filiz Kerestecioğlu, Selma Atabek, Hülya Gülbahar, Filiz Karakuş
Hazırlayanlar: Nilgün Yurdalan, Serra Akçan, Gülşin Ketenci.
===================================================================
[4.2.2010 tarihli Radikal.]
"Üniversitenin Türklüğü"
1960'lardan bugüne Türkiye üniversitelerinde çalışan sol akademisyenler araştırmalarında Kürt sorununa genel bir eğilim olarak (çok az istisnayla) ilgisiz kalmıştır.
Bu saptama, Radikal İki'nin 17.1.2010 tarihli sayısında yayımlanan "Üniversitenin Türklüğü" başlıklı, Esra Sarıoğlu ve Barış Ünlü ortak imzalı yazıda ele alınan önemli bir tartışmanın temelini oluşturuyor.
Saptamaya katılmayacak kimse herhalde zor çıkar. 1990'lara kadar neredeyse tek istisna, bilimsel çalışmaları uğruna yıllarca hapis yatmayı göze almış olan İsmail Beşikçi'dir. Aslına bakılırsa, eğer Kürt sorunu Kürtlüğün yok sayılması sorunuysa, ki bence böyledir, genel akademik ilgisizliğin kendisi de Kürt sorununun belirleyici bir parçasını oluşturmaktadır.
Yazarlar "sol akademisyenler" demiş; bunun ne anlama geldiği herhalde açıktır: Bu tür sorunlara, yani ikincilleştirme sorunlarına sağ zaten ilgisiz kalır, hatta sorunu yaratan politikaya hizmet eder; ilgi ancak soldan gelebilirdi, ama genel bir eğilim olarak soldan da gelmemiştir, diyor yazarlar.
Böyle diyorlar ve bunun nedenini soruyorlar. Kendi yanıtları şöyle: "Cevap içselleştirilen, herkesin içine sindirilen Türklüktedir".
Bu yanıtta haklılık payı olabilir, ama bütünü açıklayıcı bir yanıt değil bence. Hatta ilk neden de değil. İlk neden, reel Marksist hareketlerin, yani sosyalist ve komünist partilerin, her tür toplumsal olayda açıklayıcı ve belirleyici olarak sınıf mücadelesine öncelik vermesidir.
Sınıf çelişkisi temel çelişkidir: Bu önkabul nedeniyle, milliyet ve kadın sorunları reel Marksist gündemde ancak sınıf ekseni etrafında yer bulmuştur. Sosyalist ve komünist partilere göre bu sorunlar ve sınıf dışı tüm kategorilerle ilgili ezilme sorunları ancak temel çelişkinin çözüm yoluna girmesiyle yani devrimle, devrimden sonra çözülebilir. Başka bir deyişle, Kürtler gibi etnik mağdurlar ile biz kadınlar bu sıfatlarımızla belimizi doğrultmak için devrimi beklemek zorundayızdır, şimdilik sınıf mücadelesine odaklanmamız gerekmektedir.
Bu tekboyutçu anlayış bugünkü Marksist hareketlerin bir bölümünde bir ölçüde ortadan kalktı ama, reel Marksizmin uzantısı olanlarda hâlâ geçerli. 1960-1980 arasında ise sol içinde genel geçer, içselleştirilmiş anlayış buydu. Yalnızca Türkiye'de değil, her yerde. Bunun dışına çıkıp etnik sorunları ya da cins sorunlarını öne çıkaranlar, feministler dahil, sınıf hareketini böldükleri için burjuvaziye hizmet etmekle suçlanıyordu. Etnik sorunlarla ilgili tarihsel ve belirleyici tartışma ise Sovyet devrimi sürecindeki Bund meselesi dolayısıyla, 'milliyetler sorunu' ve 'millî mesele' adı altında yapılmıştı...
Sözün kısası, sol içindeki akademisyenlerin, bilimcilerin, araştırmacıların Kürt sorunuyla 1980'li yıllara kadar (Beşikçi'ye rağmen) pek az ilgilenmiş olmalarının çağın bilinciyle de ilgisi vardı. Yanı sıra da, özellikle milliyetler konusunda devletin uyguladığı terör politikasıyla... Yazarların da belirttiği üzere, kim "Kürt" diyecek olsa Beşikçi gibi hapsi boyluyor ya da partiyse TİP gibi kapatılıyordu.
1980'lerden ve hele 90'lardan itibaren sınıf meselesi her yerdeki gibi Türkiye'de de bilinen nedenlerle gündemin ilk maddesi olmaktan çıkınca, kadınlar küçük feminist gruplar halinde etkinleştiler ve zaman içinde hatırı sayılır bir düşünsel etkinlik kazandılar. Kürt sorunu ise 12 Eylül'deki devlet terörüyle birlikte tam bir patlama halini aldı ve hızla kitleselleşti. Konuyla ilgili olarak zaten ağır olan devlet terörü bu kez de patlama nedeniyle arttı. Araştırmacıların Kürt sorunu konusunu yazmaları bu kez de bunun için gecikti...
Peki ya "içselleştirilen Türklük" meselesi?
1970'li yıllarda öğrenci hareketlerinden tanıştığımız bir Yahudi arkadaşım bir süre önce şöyle dedi bana: Siz o zamanlar benim Yahudiliğimi görmüyordunuz, saydammışım gibi bakıyordunuz.
Zihnimi yokladım. Yahudi, Ermeni, Kürt... Bu arkadaşlarımın etnik özelliklerini görmesine görüyordum elbette. Çok da hoşlanıyordum onların varlığından, hep hoşlanmışımdır, bambaşka ufuklar açar etnik çoğulluk.
Ama bir yanımla da, bu farklılıkları 'görmeme'yi önemsiyordum, çünkü egemen ideolojiler fena halde görüyordu onları: Dışlanacak, yabancılanacak, ikincilleştirilecek, silinecek "unsurlar" olarak. Biz ise, birbirimizin etni ya da cins özelliklerini, eşitlik duygusuyla görmemeyi seçmiştik. Bu bir yok sayma değildi. Bir bilinç sıçraması gerçekleştirmeye çalışıyorduk diyebilirim. Sözgelimi, elimizden geldiğinde, derneğimizin adında "Türk"ten çok, "Türkiye" ya da "Türkiyeli" sıfatını kullanmamız bundandı.
Kısacası, başlıca iki nedenle ertelemeciydik: Sınıf çelişkisine tanınan öncelik ve devlet terörü.
===================================================================
4-C meselesi
___________________________________________________________________________
4-C, "esnek çalışma" meselesi. Japonya kaynaklı bir bela, "esnek çalışma". İşverenin çıkarını katlayan, iş güvencesi olgusunu dinamitleyen en sinsi fikirlerden.
Tekel işçileri gerçekte "yeni dünya düzeni"nin bu korkunç fikrine karşı direniyor. Hükümet de diğerlerinden farksız bir işveren olarak, bu çizgiden geri dönerse işçilerin yalnızca yerel değil, aynı zamanda sınıfsal bir kazanımlarını kabul etmiş olacağını bildiği için direniyor. İçeriğini değiştirmeye hazır olsa bile, "4-C" adını değiştirmekten bunun için, günahı kadar korkuyor.
===================================================================
===================================================================
Sinema
___________________________________________________________________________
Avatar. Uçak hızındaki cennet kuşları, kuşaklar boyu ataların gökten yere çıngıl çıngıl ses şeritleri, zarif ve mavi insansılar, rengârenk uçuşan görüntüler... Bir de üç boyutlu olunca iyice etkileyici.
İlk elde etkileyici, ama hepsi o kadar. Daha önce Emir Kusturica'nın ve Miyazaki'nin filmlerini görmemiş olsaydık, havada duran yeryüzü parçalarını çarpıcı bulurduk belki. O çok simgesel dev ağacın içindeki dünya fikri de, Miyazaki görmemiş olanları çarpabilir. Tankları ezen filler sahnesi ise, kimin içini ezmemiştir bilmem...
Avatar'da Hollywood formülü işleyiş halinde: Mutlak iyi adam mutlak kötü adama karşı. Her şey o kötü ile hempalarının marifeti. Ve elbette azmin sonu zafer; iyiler galip geliyor, ekipte esas oğlan dışında herkes yine kurban... Esas oğlan yine hem kendini, hem kızı, hem de, kültürleriyle pek çok açıdan Kızılderilileri andıran bir halkı kurtarıyor.
Esas oğlanın bir gazi olması mı? Eh, gazilere göz kırpmanın sırası gelmişti artık. Vietnam, Irak, Afganistan... Bunca kıyıldıktan sonra. ===================================================================
[11.2.2010 tarihli Radikal.]
Görüntü biraz daha net
8 Şubat 2010 Pazartesi günü, iki yıldır Hrant Dink suikastinin her duruşmasını Beşiktaş Barbaros Meydanı'nda izleyenler olarak ilk kez bir yenilik ve netleşme duygusu içindeydik.
Adalet sorumluları yönünden gelen bir yenilik değildi bu ne yazık ki: O cenah hâlâ pisliği perdeleme çabasındaydı; Hrant Dink bir tanıktan yoksun bırakıldı, tetikçi son günlerde yeni bir görüşmeci kazanmıştı, vb.
Yenilik, Rakel Dink ile çocuklarının yanına bu kez Sabahattin Ali'den beri katledilen diğer aydınların yakınlarının da katılmış olmasındaydı. Onların katılması, Hrant Dink'in öldürülmesinden bu yana geçen üç yılın (aslında, Sabahattin Ali'den hesaplarsak, altmış iki yılın) yarattığı kaybolma duygusunu önemli ölçüde azalttı. Manzara daha net artık; devlet bir adalet kapısı olamamıştır. Ne zaman ki bir suikatin arka planı karartılıyorsa, devlete cinayette "kusursuz"luk payesi biçilip tetikçiyle yetiniliyorsa, artık biliyoruz, oradaki suçlu, suçluları yakalamasını beklediklerimizin ta kendisidir. Görüntü bir taraftan karartıldıkça, diğer taraftan netleşmektedir.
Duruşma dönüşü, hem bir ruh genişlemesi, hem de bir beklenti oluştu bende: Suikast kurbanlarının yakınları kendi aralarında bir araya gelmeye başlayıp ufkumuzu açtılar. Acaba kayıp yakınlarıyla da bir araya gelemezler mi? Gelmeleri gerekmez mi? Hançerin saplanıp kaldığı yerlerden biri Agos gazetesinin önü ve Beşiktaş Ağır Ceza Mahkemesi'yse, diğeri de cumartesi günleri saat 12'de Galatasaray meydanıdır. İnsanlar orada da bir çıkış yolu arıyor, yıllardır, bir hesap sorma iradesi gösteriyor. Karartma politikası hâlâ orada da egemen. Arada bir, bir umut kıpırtısı ortaya çıkıyor; kuyulardan kemiklerin çıktığı haberi, Ergenekon'u işaret eden göstergeler, o kadar.
Ve gazeteci Nedim Şener, gazeteci Hrant Dink'in öldürülmesi olayını inceleyen bir kitap yazarak görevini yaptığı için toplam 28 yıl hapis cezası istemiyle, hâlâ yargılanıyor.
Ve gazeteci Yalçın Ergündoğan´a 105 gün hapis cezası veriliyor.
Ve Başbakan'ın mizah var diye şikâyet ettiği internette, özür dilemekten ödü patlamayanlar başta olmak üzere belirli kişilere yönelik tertipler, hakaretler, kışkırtmalar, hedef göstermeler cirit atıyor. Düşüncesi merak edilen sitelerde ise karşınıza mahkeme duvarı çıkıyor.
Oysa burası ne Çin, ne Kuzey Kore.
* * *
Avni Özgürel, 31.1.2010 tarihli Radikal'deki yazısında, David Fromkin'in "Barışa Son Veren Barış" adlı kitabından söz etti. Bu kitapla ilgili olarak kaydetmek gereğini duyduğum bir sorun var.
Kitabın Sabah Kitapları için çevrildiği günlerde (1993-94), o yayınevi için düzeltmen olarak çalışma teklifi almıştım. Editörle konuştuk, birbirimizi deneme çalışması olarak bu kitabın Türkçesiyle ilgilenmemi kararlaştırdık. Metin çevrildikçe dizilip parça parça bana geliyor, ben de üzerinde çalışıp editöre geri gönderiyordum. Henüz evlerimizde bilgisayar bulunmayan yıllar.
Kitap bittiği sıra, editör benden kitapta bir iki yeri yeniden yazmamı istedi. 1915 Ermeni kıyımıyla ilgili sayfalardı bunlar. Editöre göre bu sayfalar olduğu gibi yayımlanırsa yasal açıdan sorun çıkabilirdi. Dolayısıyla, o kısmın biraz yuvarlanması gerekiyordu.
Bana göre, bir yayıncının böyle davranmak gibi bir hakkı olamazdı. Eğer gerçekten yasal bir sakınca varsa, kitaptaki o bölüme bir dipnot düşülerek, filanca yasanın falanca maddesine göre yayınevinin şu kadar satırı atlamak zorunda kaldığı, bunun için yazardan ve okurlardan özür dilendiği belirtilmeliydi. Bu arada durum, kitabın yazarına ve çevirmenine de bildirilmeliydi. Bunlar yapılmadan metinle oynandığı takdirde adımın düzeltmen olarak kitapta yer almasına izin vermeyeceğimi söyledim. Editör kendi bildiğinde ısrarlıydı, dolayısıyla yayıneviyle ilişkimiz de oracıkta sona erdi.
"Barışa Son Veren Barış" 1994 yılında yayımlandığında, kitabın İngilizcesini (A Peace to End All Peace, Penguin Books, 1991) bulup çevirisiyle karşılaştırdım ve o paragrafların, not filan düşülmeden ince ince budanmış olduğunu gördüm. İlgilenenler, kitabın IV. Bölüm 26. altbaşlığındaki IV. kısımda ikinci ve dördüncü paragraflar ile devamının (IV, V, VI. kısımlar) İngilizcesi ile Türkçesini karşılaştırabilirler. Yalnızca bir iki örnek vereceğim:
İkinci paragrafta, "Türklerle Ermeniler arasında 1894, 1895, 1896 ve 1909 yıllarındaki kanlı olaylar zihinlerde tazeliğini koruyordu" diye bir cümle var. İngilizcesi, "The Turkish massacres of Armenians in 1894, 1895, 1896, and 1909 were still fresh in their minds" biçiminde. Yani, "Türklerle Ermeniler arasında... kanlı olaylar" değil, "Türklerin yaptığı Ermeni kıyımları" diyor yazar; "zihinlerde (their minds)" sözünden kasıt 'Ermenilerin zihninde' olmak üzere.
İngilizcesi 'massacre (kıyım)' olan sözcükler Türkçe metin boyunca değiştirilip yerine "olay" sözcüğü kullanılmış. Bütünüyle çıkarılıp atılmış cümle parçaları da var. Örneğin, İngilizcesi "there can be no disputing the result: Turkish Armenia was destroyed, and about half its people perished" olan cümle parçası, Türkçe kitapta bulunmuyor (Türkçesi: "[V]arılan sonucun tartışılacak tarafı yoktur: Türkiye Ermenistan'ı yok edilmiş ve halkının yaklaşık yarısı ölmüştü") vb, vb... 26. altbaşlığın sonuna kadar böyle 21 adet tahrifat var.
Bunları görünce, her iki kitabın künyesini ve ilgili sayfaların fotokopisini, aradaki farklılıkları da not ederek, o sıralar bu konularla ilgilenmekte olan arkadaşlarıma vermiştim. Sanıyorum yayımlama fırsatını bulamadılar. Ben de daha sonra üstünde durmayı ihmal ettim. O arada Sabah Kitapları kapanmıştı vb.
Kitabın yeni baskılarının Epsilon Yayınevi'nce yapıldığını, Avni Özgürel'in yazısı üzerine internette arayınca gördüm. Bir kitapçıda son baskıyı inceledim: Sabah Kitapları'nda üç baskı yaptıktan sonra Epsilon'da da 5. baskısını Şubat 2008'de yapmış. Görebildiğim kadarıyla, sözünü ettiğim sayfalar ilk baskıda nasılsa, bu sonuncusunda da öylece duruyor...
Demektir ki bunca yıldır bir yandan kitabın yazarına, çevirmenine ve okuruna, bir yandan da barış ilkesine saygısızlık edilmiş durumda. Barış demek diyalog demekse, aynı metin farklı dillerde farklı olmamalıdır.
Bu kaydı düşmekte geciktiğim için kitap okurlarından özür diliyorum. Umarım tahrifat düzeltilir. Bir yazarın yazdıklarını doğru bulmak zorunda değilsiniz. Ama doğru bulmadığınız yerleri kendi bildiğinizce 'düzeltmeniz' olacak şey değildir ve sonuçta kendi aleyhinize çalışır.
Bu çağda bu ilkeyi yinelemek zorunda kalmanın da ayrı bir anlamı olmalı.
[18.2.2010 tarihli Radikal]
"Zamane"
Engin Geçtan, elli küsur yıldır bu ülkenin insanıyla haşir neşir, bir ruh hekimi, düşünür ve yaratıcı yazar. Mesleki kitaplarının yanı sıra denemeler ve romanlar da yazıyor. Yeni kitabı "Zamane", adının da anıştırdığı üzere günümüz insanı olarak yaşadıklarımız üstüne enine boyuna düşünceler ortaya koyuyor.
Çoğumuzun en az iki kez okuyacağı bir kitap bu. Toplam 100 sayfa, yirmi bir bölüm: Süreçler, Özerk insan, Kimlik sorunları, Otorite ve öfke, Çocuk yalnızlığı, Ensest, Ahvalimiz... Bu başlıklar altında, 'kolbastı'dan tutun, Deniz Baykal'a, 'aidiyet'ten 'değerlerimiz'e, 'trajedi'den 'keyif' olayına, işkenceden eğitime, Kenan Evren'den reklamların etkisine, vicdandan töreye, oradan kadına ve çocuğa yönelik şiddetin arkasında yatan duygulara kadar yığınla kavram ve olguya da ışık tutuyor. Ruh sağlığı meseleleri için yapılabileceklere değiniyor. "Zamane" için Geçtan'a teşekkür borçluyuz.
*
Gözden kaçmaması gereken bir kültür olayı da Aslı Çavuşoğlu'nun ilk kişisel sergisiydi: "Dünyayı Nasıl Dolaştım". Serginin çoğaltılmış, dolayısıyla bizim de edinebileceğimiz bileşenleri de var. Bunlardan biri, "Bruce Chatwin'in Ardından Patagonya'da" adlı 'sanatçı kitabı'.
Bu kitapçığın amacı, bir deneyimi yinelemek (Orhan Pamuk'un "Yeni Hayat"ına selamlar olsun). Zaman-mekân koordinatları üzerinden bir sınama. Şöyle:
Bruce Chatwin, 1978 yılında Patagonya'yı gezmiş ve gezi notları yazmış bir yazardır. Aslı Çavuşoğlu, Chatwin'in o anlatısındaki geziyi harfi harfine yinelemek, nerede neyin değiş(me)miş olduğunu görmek üzere bir proje yapar ve 2008 yılı Ekim-Kasım aylarında bu projeyi gerçekleştirip ürün olarak bize elimizdeki, Türkçe-İngilizce olarak hazırlanmış 'sanatçı kitabı'nı sunar. Metin bir 'gezi yazısı' olmaktan çok ötede; bir tür deneysel 'zamane' şiir.
Çavuşoğlu aslında Bruce Chatwin'in deneyimini yineleyen ve
anlattıklarının gerçeklik derecesini sınama merakına kapılan ilk yazar
değildir. Arjantinli Adrian Gimenez Hutton da Çavuşoğlu'ndan on yıl kadar önce
aynı deneyimi yinelemiş ve bir metin de o yazmıştır: "
Bütün bunlar, Çavuşoğlu'nun deneyimine ve Patagonya metnindeki şiirsel/felsefi önermelere tikel ve elle tutulur bir temel kazandırıyor. Serginin ("Dünyayı Nasıl Dolaştım") tanıtım broşürüyle ve video çalışmasıyla da bütünleşen bir bakış açısı var burada.
Serginin diğer iki bileşeni ise Türkiye'yle ilgili. Biri, bir tür tez kitabı, adı "Teslim 6". Bu da bir 'sanatçı kitabı' ve yine Türkçe-İngilizce olarak düzenlenmiş. Bu 'iş'in esası, para karşılığı yazılan şu ünlü 'bilimsel' tezler! Çavuşoğlu, hem bu toplumsal olguyu teşhir etmiş, hem de oradan yola çıkarak bir deneysel metin daha üretmiş.
Serginin bir de 'longplay' bileşeni var: "191/205". Çavuşoğlu, 12 Eylül döneminde TRT'de kullanılması yasaklanmış olan sözcükleri araştırıp bulmuş ve listedeki sözcükler rap müziği olarak düzenlenmiş. Seslendiren: Fuat Ergin. Plağın adındaki "191/205" sayıları, yasaklanmış olan 205 sözcük üzerinden 191'inin plakta işlenmiş olduğunu gösteriyor.
Sergide, sözcük yasağıyla ilgili olarak 1985 yılında Tunca Toskay imzasıyla TRT'de yayımlanmış olan 1223 sayılı genelgenin fotokopisi de yer alıyordu, sözcüklerin listesiyle birlikte: adıl, akçasal, andaç, anı, anımsamak, anlak, anlatı... Liste, plağın kapağında da var.
Sergiyi kaçırmış olanlar, "Patagonya'da" kitapçığı ile 191/205 adlı plağı İstanbul'da serginin açılmış olduğu Galeri Non'dan ya da Robinson kitabevinden edinebilecek. Yalnızca plağı isteyenler, Lale Plak'a da başvurabiliyor. Plaktaki şarkıları internetten dinlemek için:
http://www.myspace.com/191taksim205
===================================================================
Adalet
___________________________________________________________________________
Pınar
Selek davasında bunca beraat kararından sonra cezanın Yargıtay Genel Kurulu'nda
oy çokluğuyla onaylanması, davayı izleyen çoğu kişiyi şaşırttı ve isyan ettirdi.
Amargi Kadın Kooperatifi, "Hep Tanığız ve Hala Adalet Bekliyoruz!"
başlıklı bir bildiri yayımladı. Orada da dendiği gibi davanın hukuki değil
politik olduğu, sonuçta yeni bir Dreyfüs davasına dönüştüğü artık daha da açık.
===================================================================
===================================================================
Fikritakip
___________________________________________________________________________
David Fromkin'in "Barışa Son Veren Barış" adlı kitabının Türkçe çevirisindeki tahrifattan söz etmiştim. [11.2.2010 tarihli Radikal.] Nazan Maksudyan, bu kitap dahil, 1915 dönemini de içeren bir dizi tarih kitabının Türkçe çevirisinde saptadığı tahrifatla ilgili bir incelemesinin yayımlanmış olduğunu bildirdi.
Maksudyan'ın,
"Sessizlik Duvarları: 'Ermeni Sorunu' Bağlamında Çeviri ve Otosansür"
başlığını taşıyan bu kapsamlı makalesinin Türkçesi, BGST yayınlarından 2009'da
çıkan "İfade Özgürlüğü" adlı kitapta, İngilizcesi de Routledge yayını
Critique dergisinde yayımlanmış.
Bir
tür etik belgesi olan bu makaleden, David Fromkin'den başka, Alan Moorehead,
Eric. J. Hobsbawm, A.L. Macfie, J.M. Roberts gibi yazarların kitaplarını
Türkçeden okurken de ihtiyatlı olmak gerektiği anlaşılıyor. Maksudyan'a
katkısından ötürü çok teşekkürler.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
"Anadolu Dilleri Söyleşileri:
Dört Aile Bir Hane"
Düzenleyen: Kitap Çevirmenleri Birliği (ÇevBir)
Söyleşi dizisi, Anadolu'da bir tür ortak dil işlevini gören Türkçenin dışında konuşulmakta olan dillerin tarihleri, hikayeleri, edebiyatları, sözlü ve yazılı mirasları, Türkçeyle alışverişleri konusunda bilgilenmek amacıyla düzenleniyor. Çalışmanın bir kitap ve CD'de kayda geçirilmesi de hedefleniyor.
Tarihler: 20 Şubat, 6 Mart, 20 Mart, 3 Nisan ve 17 Nisan 2010
Saat: 14.00–18.00
Yer: TMMOB Makine Mühendisleri Odası, Katip Mustafa Çelebi Mah. İpek Sokak 9/2 Beyoğlu İstanbul
===================================================================
[25.2.2010 tarihli Radikal]
Ordu antimilitarist olabilir mi?
Bizim kadar orduyla yatıp orduyla kalkan bir toplumun yaşamında 'militarizm' kavramına pek az rastlanmış olmasına şaşmalı mıyız? Öyle ya, olgu var, hem de nasıl var, adı ortalıkta yok; kendisi açıkta, adı tebdil geziyor.
"Militarizm" sözcüğü Fransızca kökenli. Doğum tarihi 1780, yani modernin, sanayinin ve burjuvazinin yanı sıra burjuva demokrasisinin de zafer ânını simgeleyen devrim uğrağı. Sıfat olarak ("militarist" diye) kullanılması yüz küsur yıl almış: 1892. Karşıtlarını niteleyen "antimilitarist" sıfatı ise ondan birkaç yıl sonrasına, yirminci yüzyılın başlangıcına denk düşüyor. Bilinç arkadan geliyor.
Kavramın günümüzdeki içeriği artık çoktandır net. Türkçe sözlüklerde de bulunabiliyor: Askersel (militer) olana öncelik ve ağırlık tanıyan zihniyet ya da politika demek.
Bugünün "uygar" dünyasında, militarist olmak artık utanılacak nitelikler arasında. Sözcüğün ortalıkta pek görünmemesinde bunun payı var. Bizim daha dün kubbelerimizin miğfer, minarelerimizin süngü olduğunu söylemiş olan başbakanımızın adı bile artık antimilitaristler arasında sayılır oldu... Şaka bir yana, bu açıdan tarihsel bir dönemece girdiğimiz besbelli.
Nasıl bir dönemeçtir, yaşayıp göreceğiz. Burası bir yandan da askerleri hâlâ "Her Türk asker doğar" diye talim yapan bir toplum. Asker doğan başka bir millet var mıdır bilmiyorum. Tarihin önde gelen diğer iki büyük militarizmi, yani Alman militarizmi ile Japon militarizmi de vaktiyle böyle marşlar söylemiş olabilir. Zihnimi yokluyorum, asker doğmak konusundaki tek çağrışım, ünlü Rus romancı Simonov'un "İnsan Asker Doğmaz" adlı romanı.
Simonov'u her sosyalistin sevmediği de geliyor aklıma: İşi gücü savaş karşıtı romanlar yazmak olmuştur, kafayı İkinci Dünya Savaşı'na takmıştır vb. Antimilitarizmi yüzünden, hakkında iğrenç fıkralar bile türetilmiştir. Stalinci sosyalistler de antimilitarizm kavramından hoşlanmayanlar sınıfındandır.
Oysa demokratik yönde yol alan bir toplum, ordusu dahil, antimilitarist olmak zorunda.
"Antimilitarist" sıfatı geniş anlamıyla, her tür militer olgunun son bulmasını istemek demek oluyor. Dünya ordularının bu anlamda antimilitarist olacağı bir gün de gelir diye umalım ve bu yönde çaba da gösterelim. Ancak, dar anlamda antimilitarist olmak, yani askersel olanın egemenliğinden kurtulmak da daha az önemli değil.
Gerçekte zorunluluk kazanmış bir evrimden söz ediyoruz. Bizim toplumumuzdaki militarizm arızası artık taşma noktasına geldiğinden, bir safra atma zorunluluğu da geldi kendi kendisini dayattı. Buna antimilitarist bilincin eşlik etmesini dileyelim.
===================================================================
Fikritakip
===================================================================
Oral
Çalışlar gerçekten de tanıdığım en iyimser insanlardan biri; bardağın hep dolu
tarafını görüyor. Senegal konulu yazı dizisi de öyle, ülkelerin turizm
reklamları gibi, adeta bir cennet betimlemesi!
"Fransa"
sözcüğü hiç geçmiyor bu yazısında. "İki Fransız askeri üssünde 12 bin
Fransız askeri var" cümlesi ve resmî dillerden birinin Fransızca olduğu
bilgisi dımdızlak kalmış. Tarihin en ağır -500 yıl sürmüş- kölelik olgusundan yalnızca "Köle Evi"
adlı binayı anarak, onun da işlevi konusunda kuşkulara ağırlık vererek söz
ediyor. Belki de nasıl olsa herkes biliyordur diye düşünmüştür. Çünkü pek
atlanabilecek türden bir olgu değil. Bildiğim kadarıyla Senegalliler
tarihlerini ta içlerinde yaşayıp yaşatıyor ve bu konuda Fransa'ya karşı
soykırım suçlaması yöneltiyorlar, "Köle Evi" de bunun simgelerinden
biri. Köle taciri sömürgecilerin, topladıkları karaderilileri susuz, aç ve
hasta, kaçı hayatta kalırsa teslim edilmek üzere Amerika'ya götürecek gemilere
bindirmeden önce tıktıkları bina o, yanlış bilmiyorsam...
Oral,
Senegal'deki Fethullah Gülen cemaatini de anlatıyor, okulları ve
işverenleriyle. Ben iflah olmaz bir kötü yürekli olarak, o tabloyu, hadi
neoemperyalizm demeyeyim, yeni Osmanlıcılık da demeyeyim, tipik bir sermaye
ihracı olgusu gibi görüyorum. Oral ise iflah olmaz bir iyimser olarak, bunu ima
bile etmiyor.
===================================================================
===================================================================
TV
===================================================================
Bazı diziler "Türk aile yapısı"na aykırı sahneler içeriyor diye RTÜK'ün itirazıyla karşılaşıyormuş. Bununla aynı cümleden sayılabilecek bir olgu da TV kanallarında beliren bir program formatı. Önceleri ABD'de kıtlığı çekilmeyen türden çılgın bir vaiz-konferansçı ile onun hayranı konumundaki bir hınk deyiciden, pardon sunucudan oluşuyordu bu format: En teatral jestlerle, Nihat Ateş, Yalçın Küçük ya da Yaşar Nuri Öztürk asıp kesiyordu. Onlar devam ediyor mu bilmiyorum; daha sonra, TRT kanallarında, bu formatın herhalde RTÜK tarafından "Türk aile yapısı"na daha uygun bulunacak çeşitleri belirdi.
Bunlardan birinde bir divan edebiyatı hocası ve ona biat eden öğrencilerini izliyoruz. Hoca son derece sempatik aslına bakılırsa, içten bir gülüşü var ve bunu esirgemiyor. Gelgelelim, öğrencilerinin seslendirdiği her beyti ya da şiiri ille bir de kendisi seslendirmeden edemiyor, doğrusu ve iyisi budur dercesine.
Benzer formattaki bir başka programda da Alev Alatlı konuşuyor. 14.2.2010 günü yayımlanan programda, modern Türkiye'ye geçilirken erkek yazarlar "yeni kadın tipolojisini ıskaladılar" diyor Alatlı. Bu sözü de tıpkı diğer sözleri gibi derin bir sessizlikle onaylanıyor. Reşat Nuri Güntekin ve "Çalıkuşu" Feride kimsenin aklına gelmiyor.
Çalıkuşu Feride eninde sonunda erkeklerin himayesinden yararlansa bile, kendi iradesini ortaya koyabilen, hem de bunu "hanımağa" türünden konumları hiç akla getirmeden yapabilen bir "yeni kadın tipolojisi" örneği olarak, kolayca unutulacak bir karakter değildir oysa.
===================================================================
===================================================================
Tiyatro
===================================================================
"Seni seviyorum diyecek kadar sarhoş?"
Oyunun adı böyle. Çok iyi oyun. Düşünmekten alkışlamayı atlayacağımız kadar etkileyici. En ufağından en büyüğüne kadar iktidar ilişkileri işin içinde. Umarım yeniden oynanır ve gereğince değerlendirilir.
Yazarı Caryl Churchill, çeviren Cemile Çakır, yöneten Jale Karabekir, oyuncular Fatih Gençkal ve Murat Mahmutyazıcıoğlu, müzik Murat Hasarı, sunan Tiyatro Boyalı Kuş, yer Rengahenk Sanatevi, İstanbul.
0212 245 21 09
===================================================================
[4.3.2010 tarihli Radikal]
"İslâm'ın Psikanalizi"
Tunuslu psikanalist Fethi Benslama'nın 27 Şubat günü İstanbul'da verdiği konferansta tuttuğum notlardan bazılarını aktarmanın yararlı olabileceğini düşündüm. Kitabın Türkçeye çevrilmiş olması konuyu izlemek için iyi bir olanak.
İnsan ruhuyla ilgili disiplinlere mensup yazarların bireysel olan kadar toplumsal olan konusunda da düşündüklerini bize sunmaları çok sevindirici. Benslama'nın çalışması biz "çevre toplum" mensupları için ayrıca önemli.
Tunus'ta 1970'lere kadar psikanaliz diye bir şey yoktur. Benslama'nın babası rüya tabircisidir ve bu amaçla XVI. yüzyıldan kalma ünlü bir kitaptan da yararlanmıştır. Bu yorumbilgisel geleneğin Benslama için yol açıcı olduğu anlaşılıyor: Lise yıllarında bir sahafta Freud'un ünlü "Düşlerin Yorumu"nu bulacak ve bu kitabı okumak, hayatını değiştirecektir...
Psikanalist olarak Paris'te yaptığı klinik çalışmaları sırasında, aralarında Türklerin de bulunduğu Müslümanlar başta olmak üzere farklı din ve çevrelerden kimseleri "dinleme" olanağını bulur. Freud'un, Hıristiyanlığı ve Museviliği inceleyip İslamiyeti dışarıda bırakmış olması Benslama'nın işini zorlaştırmıştır. Dolayısıyla, iş başa düşer, Benslama İslamiyeti psikanaliz açısından ele almaya başlar...
Bize sunduğu, hayli tanıdık gelen bir dizi saptama, kabaca şöyle başlıyor:
1. 1970'lerden ve özellikle 80'lerden itibaren, Müslümanların tavrında bir değişiklik oldu: İnsanlar İslamiyete yeniden geçiyor gibiydiler. Bir tür yeniden kimlik kazanma, sanki başkalarının özelliklerini benimser gibi bir özdeşleşme süreci. İnsanlar hem kalpleri hem de giysileri, hatta kişilikleriyle değişmeye başladılar.
2. 1970'lerin öncesinde kimse "Müslüman" sıfatını özel olarak öne çıkarmazken, önce tek tük insanlar bu sıfatı yeniden sahiplenmeye başladı, sonra da yaygınlaştı bu durum. Bir suçluluk duygusu karşısında, kefaret ödeme girişimi gibi: Freud, birikmiş suçluluk duygusu, her toplulukta taşma eğilimindedir, demişti.
3. Daha önce din ile bilim arasında bir bağdaştırma çabası yokken, ve laiklik bu ikisinin birbirinden ayrı tutulması anlamına gelirken, bazı bağdaştırma çabaları kendini göstermeye başladı. Bu çerçevede, sözgelimi ensesti bilimsel açıdan yasaklamaya çalışanlar olması ilginçtir. Oysa daha önce böyle bir ihtiyaç duyulmuyordu; yasağın dinsel bir hakikat olarak dile getirilmesi yetiyordu. Şimdi buna bir de biyolojik neden ekleme gereği duyulmaya başlanmıştı.
Başka bir deyişle, söz gücünü yitirmiş, yasaklarla ilgili eski dinsel hakikatlerin yanında birer bilimsel hakikatin de belirmesiyle, hakikat sayısı ikiye çıkmıştı. "Çifte hakikat", ruh sağlığı açısından vahim bir durumdur: Daha önce bir hakikat güneşinin etrafında dönen, daire çizen derviş, iki hakikatin varlığı koşullarında artık bir elipsle baş başa demektir...
4. Aynı dönemde kadın da kamusal alana bir problem olarak çıkmaya başlamıştır. (Benslama bu noktada Tunus ile Türkiye arasındaki bir benzerliğe işaret ediyor: İkisi de, diğer İslam ülkelerinden farklı olarak çok güçlü bir devletin, aile ile toplumu birbirinden ayırdığı ülkelerdir. Patriyarkada aile-toplum bütünleşmesi vardır; evlilik iki kişi arasında değil, iki aile arasında olur. Evliliğin böyle değil de kişiler arasında olması, kadını minör olmaktan çıkarmıştır vb.)
Kadının kamusal alana gelişi, İslamiyetin bütün simgesel düzenini bozmuştur. Suçluluk duygusunun kaynağı budur. Suçluluk demek, gizli (yasak) hazların, bir başka hakikatin varlığı demektir. Özne, istemeden, eski yörüngesinden çıkmıştır, çünkü modernlik bilinçte yerini almaktadır; buzdolabı demek bilim demektir vb (Tahsin Yücel'in romanına selamlar olsun)...
İki odaklı hakikatle (bilim+vahiy) yaşanabilir ama, kolay değildir bu, diyor Benslama. Süreç henüz 50, en fazla 100 yıllıktır, yerine oturmamıştır.
Bu noktada, modern psikanalizdeki "bilinçdışı" kavramına çok yaklaşmış bir yazar olarak İbnü'l Arabî'yi (1165-1240) anıyor. Özellikle de onun "Füsûs-ül-Hikâm"ını; bilinçdışının "bireyaşırı (transindividuelle)" niteliği ve içimizdeki çocuksu konusundaki açıklamalarını.
Ve konu gelip İslamda Freud'un kuramına uymayan noktalara dayanıyor. "İslam" (s-l-m) sözcüğünün anlamları arasında, selam, kurtuluş, barış, kucaklama, boyun eğme vardır. İslamiyetin tanrısı tam olarak babaya benzemez. Karşılaştırmalı Tektanrıcılık disiplininde bu nokta atlanmıştır. Kuran'da babalar pek sevilmez. Hz. Muhammed kimsenin babası değildir. Tek baba Hz. İbrahim'dir, o da kendi babasının dininden ayrılmış biri. Patriyarka, İslami ruhsallıktan farklı bir şeydir. İslamiyette kadının yeri konusunda, Hacer'li, Şehrazad'lı sorgulamalara ihtiyaç vardır...
*
İslamcılığın yükselişi neyin eseri? 'Soğuk Savaş'tan, 'bastırılanın geri dönüşü'ne kadar çeşitli açıklamalar var. Bunlardan biri de Benslama'nınki.
===================================================================
Sağlık
___________________________________________________________________________
Suçluluk duygusu, ruh sağlığı vb demişken: Bir hekim arkadaşım, Kürt sorununda çeyrek yüzyılı aşan çatışmanın travmaları iki tarafta da acil yardım gerektiriyor demişti ki, aradan hafta geçmedi, son 10 yılın asker intiharlarından 815'inin ölümle sonuçlanmış olduğu açıklandı. "Normal" midir bu sayı? Yoksa yaygın ruh sağlığı hizmetinin ne kadar gerekli olduğunun bir başka işareti midir? ===================================================================
===================================================================
Sergi
___________________________________________________________________________
"40'ında 40 Kadın", Tuluhan Tekelioğlu. Fotoğraf+video.
İstanbul kadınlarından bir kesit. "Kendi mekânlarında", kendi anlatımlarıyla. Güncel bir kadın tarihi.
Süzer Sanat Merkezi'ndeki Ekavart Galeri'de, 27 Mart'a kadar açık. İnternette izlemek için:
(EKAV: Eğitim Kültür Araştırma Vakfı)
*
Bir başka belgesel özellikli fotoğraf sergisi: "Demir Atanlar", Ahmet Sel, Fransız Kültür Merkezi, Beyoğlu/İstanbul. 8 Mart'a kadar açık.
Konu, 1970'li yıllarda Fransa'ya gidip orada demir atanlar. Fotoğraflananların bakışları dahil, bazı açılardan Attila Durak'ın "Ebru"sunu anıştıran bir çalışma. Yerleşiklik ile yabancılık arasında insanlar (ah Metin Altıok).
===================================================================
[11.3.2010 tarihli Radikal]
Kültürlerarası
Dünyada yaşayan dil sayısının 6 bine yakın olduğunu, yüzyıl sonuna kadar bunlardan büyük bir bölümünün ölüp gitmiş olacağını hemen herkes ezberledi ve her fırsatta tekrarlıyor. Bu dillerden bazılarının şuracıkta yaşamakta olduğu gerçeğiyle ilgilenmek isteyen kaç kişi, hatta kaç dilci var peki?
Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği Çevbir, "Anadolu Dilleri Söyleşileri"ne devam ediyor. 6 Mart Cumartesi günü yapılan ikinci söyleşide, anadilleri Lazca, Gürcüce ve Çerkezce olan konuşmacıları dinledik. Zaman sınırı olmasa, yirmi dört saat konuşabilecek gibiydi küçük salon.
Gerçi tıpkı aile içi ilişkiler gibi, diller arası ilişkiler de aşk-nefret sarmalına son derece elverişli. En sevecen anlardan en gerginine bir anda geçilebiliyor. Belki de insanların birbirine yaklaştığı bütün durumlardaki gibi, demeliyim. Diyaloğun tam da böyle bir şey olduğunu bilmek gerekiyor belki: Bir araya gelinmese, diğer bilgiler kadar, içimize neyin işlemiş olduğu, gerginlik yaratan temellerin neler olduğunu da yakından göremeyeceğiz...
Söyleşilerin devamı ve diğer çeviri/dil sorunlarıyla ilgili olarak:
www.cevbir.org
*
ABD'li şair Mel Kenne'den, İngilizcesi ve Türkçesiyle şiirler. Kitabın adı "Galata'dan (The View from Galata)". İlk selam Orhan Veli'ye: "İstanbul'u Dinliyorum Bugün"...
Her ikidilli kitap bize bambaşka bir ufuk genişliği sunar. Sol sayfada özgün dil, sağ sayfada çevirisi. Dünyayı ve bir başka dili öğrenmeye çalışan her çocuğa böyle bir tanecik olsun kitap armağan edilmeli. Çok sayıda yazarın kurmaca yapıtlarını Türkçe-Kürtçe olarak yayımlayan Lîs Yayınları'nın da böyle bir etkide bulunabileceğini sanıyorum.
*
"İki Dil Bir Bavul": Dil babında toplumumuzun durumuna ilişkin temel bir kavrayış sağlayan güzelim film. Birinci sınıf bir sanat eseri olduğunda herkes hemfikir.
Geçenlerde, "İki Dil Bir Bavul"un anneannesi diyebileceğim bir film gördük: Nora Şeni'nin "Ya Pazarları?" adlı, 1976 tarihli kısa filmi (26'). İstanbul'daki Fransız Kültür Merkezi'nde, "İstanbul 2010" programı çerçevesinde düzenlenen ve Fransa'ya işçi göçünü konu alan bir konferansla aynı bağlam içinde gösterildi.
Adında "bavul" sözcüğü olmasa da, ilk sahnelerde devreye giren bavul ve filmin meselesinde belirleyici bir boyut olan dil sorunuyla, "İki Dil Bir Bavul"un yakın akrabası bu film. Bu kez, emek parası için doğuya değil, batıya giden bir yalnız genç adam söz konusu: 1970'li yıllarda Fransa'da çalışmaya giden işçilerden biri. Film, genç bir işçinin peşine düşerek, sömürü ilişkisinin yanı sıra nasıl da dramatik bir kültürel-dilsel karşılaşmanın yaşandığını gösteriyor.
"Göstermek" fiili burada bütün görkemiyle devrede; filmde çok az konuşma var, yönetmen bize her şeyi görsel yoldan, olanca ağırlığıyla anlatmayı başarıyor. Bence bir klasik.
Çok çeşitli bağlamlarda gösterilebilecek bir film "Ya Pazarları?": Dil sorununun öne çıktığı tüm ortamları, işçileri ve genel olarak kültürlerarası karşılaşmaları ilgilendireceği kadar, sinemaseverler için de vazgeçilmez bir yapıt.
Şeni, 1970'li yıllarda Fransa'da öğrenciyken yapmış bu filmi. Yaşamöyküsünde, belgeseller yapmaya devam ettiği yazılı.
*
Prof. Dr. Nora Şeni'yi daha önce yazıları ve kitap boyu çalışmalarıyla tanımıştı kamuoyu: "Emperyalist Sistemde Kontrol Sanayii", "Marie ve Marie", "Camondolar (Sophie Le Tarnec ile birlikte)", "Seni Unutursam İstanbul". Birkaç ay önce de "Oryantalizm ve Hayırseverliğin İttifakı" adlı çalışması yayımlandı.
Fransızca yazılıp Türkçeye Elif Ertan tarafından çevrilen kitapta, 'sadaka-yardım-sosyal yardım-yardımseverlik-insanseverlik-hayırseverlik-kurumsal/bireysel filantropi' gibi birbirine yakın bir dizi kavram, tarihsel gelişimi içinde ve Yahudi filantropisi çerçevesinde ele alınıyor. "Balık vermek yerine balık tutmayı öğretmek" meselini de çağrıştıran teze göre, hayırseverlik (filantropi), aydınlanmayla birlikte laik bir nitelik kazanan yardımseverlik türüdür.
Kitap, Parisli Yahudi hayırseverlerle şarkiyatçılardan oluşan altı kişilik bir kadronun, 1840'ta patlak veren "Şam Hadisesi"yle ilgili yolculuğuna odaklanarak başlıyor. "İnsanseverlik mi, Sosyal Devlet mi? Sultan II. Abdülhamid'e Göre Hayırseverlik" gibi başlıkları da kapsayan aydınlatıcı veriler ve sorgulamalarla devam ediyor. AKP'nin seçim yatırımı olduğu ileri sürülen kömür ve beyaz eşya dağıtımını vb düşününce, güncel boyutu da olan tartışmalar bunlar.
Şeni birkaç yıldır, önde gelen kültürlerarası kurumlardan birinin başkanlığını yapıyor: Geçen hafta sözünü ettiğim "İslam'ın Psikanalizi" başlıklı konferans gibi pek çok konferans ve seminerin de düzenleyicisi olan İstanbul Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (IFEA):
www.ifea-istanbul.net
===================================================================
TV
___________________________________________________________________________
Ülke TV'de "Nöbetçi Filozof/ Filozofya" diye bir program vardı. Batılıların dediği gibi, "gerçek olamayacak kadar güzel"; bir televizyon kanalında aheste beste felsefe konuşulan bir programın var olması, ikide bir okullardan felsefe dersini kaldırmaya kalkışan toplumumuz için, gerçek olamayacak kadar güzel bir durumdu... Galiba gerçekliği kalmadı onun da. Reyting dışı üç beş programı bile normal saatlerde yayımlayamıyor ülke.
===================================================================
===================================================================
Şiir
___________________________________________________________________________
Metin Üstündağ'ın "Apartman Haikuları" çıktı. Metin Üstündağ: Mizahın büyük yaratıcılarından; mizahı şiirle, şiiri mizahla dolu sanatçı. Dili kendi üzerine döndürüp foyasını meydana çıkaranlardan:
"şimdi bir de
akıllı evler çıktı başımıza/
pışıık! villa
residence ofis dururken/
ev mi olunurmuş hiç akılları olsa"
Nesneler arası akrabalığı yakalama ustası:
"sıradan bir
kitaba yazılan/
toleranslı önsöz
gibi/
uzanmış paspas"
Ve insanlar arası akrabalığı:
"yataklarda
yusuf'un asıl kuyusu/
bu gece şu saat şu
an şimdi/
sevişenler bir ulus"
===================================================================
[18.3.2010 tarihli Radikal]
Düğün salonunda panel
Çocukken, az bir şey büyümüşseniz, anneden ayrılmak sizde hem bir özgürlük duygusu, hem de gitgide koyulaşacak bir ürküntü yaratır. Buna benzer bir duyguyu, anadilimin konuşulmadığı bir ortamda ilk kez yalnız kaldığımda yaşamıştım. Çoktandır çocuk değildim oysa o zaman, yirmimi aşmıştım. Dilini hiç bilmediğim bir ülkeye gitmek kendi seçimimdi üstelik.
Doğru dürüst bir iletişim kuramadan geçen birkaç günün sonunda (o zamanlar telefon da hak getire) bir sabah kendimi resepsiyonda otelciye Türkçe bir şeyler söylerken yakaladım. Adam durumu benimle aynı anda fark etti ve gülerek, Türkçe bilmediğini söyledi. O gülerken ben ağlıyordum. Annemden ayrıldığım için değil; o konuda yeterince deneyim sahibiydim. Anadilimden ayrıldığım için ağlıyordum, hem de bütün kendiliğindenliğiyle.
Bu olay yıllar boyu bende tekil bir olgu olarak kaldı, anadili kavramını bilince çıkarıncaya kadar daha genel bir bağlamın içine oturmadı. Şimdi, anadili farklı olan çocukların okuldaki duygularını anlamaya çalışırken, benim o erişkin ve çok tanımlı konumda bile yaşadığım yurtsamanın yerini bir dehşet duygusunun alabileceğini biliyorum: Çocuktaki anne özlemine, tanınmamayı, tanımlanmamışlığı, yabancılamayı, zorlanmayı eklemek gerekiyor.
13 Mart Cumartesi günü Gaziantep'teki Eğitim Sen şubesi "Anadilin Önemi ve Eğitimdeki Yeri" konulu bir panel düzenlemişti. Panelin yeri, Hollywood Düğün Salonu!
Gaziantep, hatırı sayılır miktarda Kürt göçü alan illerden biri. Dolayısıyla, veliler ve öğretmenler dil sorunuyla karşı karşıya. Ancak, her yerdeki gibi burada da dört eğitim sendikası içinde bu sorunla ilgilenmek cesaretini gösteren yalnızca Eğitim Sen.
Gerçekten de cesaret söz konusu, çünkü sendika bu nedenle az baskı görmedi. Başlangıçta tüzüğüne "anadilinde eğitim" talebini yazdı diye az kalsın kapatılıyordu. Kapatılmamak için bu talebi tüzüğünden çıkarmak zorunda kaldı ve baskılar/korkular nedeniyle üyelerinden bir bölümünü yitirdi.
Cumartesi panelinin, parayla tutulan Hollywood Düğün Salonu'nda yapılması da bir tür baskının sonucu. Büyükşehir Belediyesi'nin salonu, onarımda olduğu için verilememiş. Şehit Kâmil Belediyesi, Ticaret Odası gibi salon sahibi olup bunu bir kamu hizmeti olarak diğer kitle örgütlerine açan kurumlar, Eğitim Sen'e açmamışlar kapılarını.
*
Çocuklar önce anadili politikalarının ve diğer ayrımcı zihniyetlerin mağduru, sonra TMY mağduru. Emniyet binalarından, mahkemelerden ve cezaevlerinden, büyüklerle aynı koşullarda, aslında çoğu kez büyüklerin de geçmemesi gereken koşullarda geçiyorlar; küfürler altında, berbat şeyler yiyerek, yanlış hukukla yargılanarak...
Basında ise hâlâ "taş atan çocuklar" diyenlere rastlanıyor, sorunun odağında taş atıp atmamak yatıyormuş gibi. Hatta, "terör mağduru çocuklar" gibi kastı belirsiz adlandırmalara başvuranlar var. Oysa ÇİAÇ (Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları) girişimcileri böyle özensizlikleri yeterince tartışıp eleştirmişti.
Hükümet bugünlerde TMY mağduru çocukları ilgilendiren üç maddelik bir yasa değişikliğinden söz ediyor ama, hukukçular bunun sorunu çözmekten uzak bir önlem olduğu görüşünde. ÇİAÇ girişimleri duyarlık sağlamak için hararetli çabalar içinde...
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
"Seçim sathı mahalli" değil, 'seçim sath-ı maili'. Satıh demek yüzey demek. Sath-ı mail (ya da sathımail), 'eğik yüzey'. "Seçim sath-ı maili", seçime giden inişli yol.
Mail=meyletmiş (A uzun okunur); İngilizceden gelen ve 'meyl' diye okuduğumuz 'mail' ile bir ilgisi yok; yazılışı aynı, söylenişi ve anlamı farklı. Eskiler "Ben sana mailim" derdi; 'gönlüm sende' demek: 'I have a feeling!' ===================================================================
===================================================================
Aheste meseleler
___________________________________________________________________________
Tarih ve zaman konusundaki uyanıklığımızı artırmanın yollarından biri Stephen W. Hawking'in zamanla ilgili kitaplarını ya da bilimkurgu okumaksa, diğeri de şair Tarık Günersel'i okumaktır.
Günersel'in yeni önerisi, yıl belirten tarih olarak şimdikine 4000 sayısını eklememiz. Yani şimdi 2010 yılında değil, 6010 yılında olmamızı öneriyor Günersel. Peki neden?
Bu tarih yaklaşık olarak tekerleğin ve yazının bulunuşunu gösterdiği için. Ayrıca, milattan önceki yılların hesaplanmasını kolaylaştırdığı için. Evrensellik ve emeğe saygı için.
Kaldı ki bu kez değişikliğin getireceği büyük bir zorluk da yok, özellikle bizim gibi birkaç kez tarih değiştirmiş toplumlar açısından (sizinkini bilmem ama, benim babam 1330 doğumluydu). Tarih belirten sayılar zırt pırt değiştirilmez elbette ama, Günersel'in önerisi, düşündükçe daha çok aklıma yatıyor. Kendisi daha önce de Birleşmiş Milletler'e 21 Mart'ın Dünya Şiir Günü olmasını önermiş ve kabul ettirmişti...
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
"Bölge"
adlı belgesel.
Bu
kez "bölge" sözcüğünden doğuyu değil, Türkiye’deki serbest bölgeleri
anlamak gerekiyor. Serbest bölgelerde kadın emeğinin durumu ile ilgili olarak
yapılmış ilk çalışma, "Bölge" belgeseli. Çekimler İzmir, Antalya,
Mersin, İstanbul ve Çorlu'da gerçekleştirilmiş.
Yönetmenler:
Güliz Sağlam ve Feryal Saygılıgil
Süre:
40 dk.
Gösterim
tarihi: 19 Mart 2010 Cuma
Saat:
19.45
Panel:
20.30
Konuşmacılar:
Yrd.Doç.Dr. Yelda Yücel, belgeselde yer alan kadın işçiler ve yönetmenler
Yer:
Pera Müzesi Sinema Salonu, İstanbul
Gülnur
Savran'ın belgeselle ilgili yazısı için, bkz. 14.3.2010 tarihli Radikal İki. Ek
bilgi için:
* *
*
"Nefret
suçları, ırkçı ve etnik ayrımcılık, İslamofobi ve antisemitizm karşıtı bir
platform girişimi için toplantı"
Panel:
Nefret suçu nedir? Niçin önemlidir?
Konuşmacılar:
Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu – Medyada nefret söylemi
Av.
Ulaş Karan – Nefret suçlarının hukuki boyutu
Tarih:
20.3.2010
Saat:
16.00
Yer:
Taxim Hill Hotel
Adres:
Sıraselviler Cad, No.5
Taksim,
İstanbul
www.nefretme.org
===================================================================
[25.3.2010 tarihli Radikal.]
İzmir'de şiir
Dünya Şiir Günü keşke Nisan'da olsa; 21 Mart'ta olunca Nevruz/Newroz ile birbirlerinden rol çalıyorlar.
İzmir'de 19-21 Mart "6. Uluslararası Şiir Buluşması"nın evsahibi Konak Belediyesi, onur konuğu Ülkü Tamer'di. Düzenleme kurulundaki hemen herkes şair. Başkan Hakan Tartan çok iyi şiir okuyor ve kendi şiirleri de incelikler barındıran türden. PEN İzmir Temsilcisi Hayri Yetik, tıpkı Ülkü Tamer gibi, egosunu mikroskopla bile göremeyeceğiniz, ilginç şiirler yazmış, dergi ve kitaplar çıkarmış bir kimse...
*
Şiir günlerinin uluslararası konukları, Makedonyalılar. Gruba çevirmenlik yapan Biba İsmail'le sohbet ediyoruz, Makedonya'nın demokratik ruhunu öyle bir anlatıyor ki, insanın gözü kalıyor: Oradaki Türk, Arnavut, Roman, tüm azınlıkların anadillerinde eğitim dahil her tür kültürel haklarını sosyalist zamanlardan bu yana kullanabildiklerini anlatıyor İsmail. Gazeteleri, kitapları, müzikleri, hep özgür olmuş. Anayasada yazılı mı bütün bunlar diye soruyorum, evet diyor, yazılı.
Makedonya'da dört yıl yaşamış olan eleştirmen Çiğdem Ülker'le konuşuyorum bu konuyu, İsmail'in bir çoğunluk mensubu olarak her şeyi biraz fazla pembe gördüğünü söylüyor Ülker: Haklar tanınmış ama, azınlıklar Makedoncayla kuşatılmış hissediyorlar kendilerini diyor. Bu sorunlar o kadar kolay çözülmüyor.
Bence yine de Makedonya anayasasına bir bakmakta yarar olabilir.
*
Bu yılki panel başlıklarından biri "Şiir ve Öteki"ydi. Yeni gözde kavramımız, "öteki". Bu kavramın Türkçedeki yazgısını 'oryantalizm'in yazgısına benzetiyorum düşündükçe: Edward Said'in kitabı çevrilirken, bu sözcük ve kavram Türkçeye yeni giriyormuş gibi davranıldıydı. Oysa 'şarkiyatçılık'tı bu işin Türkçedeki yerleşik adı.
'Öteki' için de benzer bir süreç işledi, 'ağyar'ı unuttuk. 'Oryantalizm' çıkınca nasıl hep birlikte, içeriğini tam olarak anlamadan 'oryantalizm karşıtı/ antioryantalist' kesildiysek, şimdi de aynı biçimde hep birlikte 'ötekileştirme karşıtı' kesildik.
Panel konuşmacılarından Akif Kurtuluş bu ezberciliği bozuyor, ötekileştirme karşıtlığının da bir tür güç ilişkisine dönüşebildiğine dikkat çekiyor... Ama o da ne? Onun ardından söz alanlarla birlikte plak yeniden dönmeye başlıyor. Oysa panelin yöneticisi, ruh hekimi şair Yusuf Alper, 'ben-öteki' ilişkisinin doğumla birlikte başlayan, bir yanıyla kaçınılmaz bir ruhsal süreç olduğunu anlatarak başlatmıştı sözü.
*
Şiir günlerinde Türkçenin ötekileri nerede? Kürtçe, Ermenice, Lazca, Gürcüce şiir yazanlar? Bunu sormaya panelde vakit kalmıyor, sohbet arası soruyoruz, önceki yıllarda Hicri Özgören gelmiş gerçi, Türkçenin yanında Kürtçe bir şiir de okumuş...
*
Panellerden birinin konusu, "Popüler Yaşamın Nesnesi Olarak Şiir": Popüler olanla olmayan, popüler olma arzusu gibi konular.
Çağrılı şairlerden en popüleri olan Cezmi Ersöz, cümle sonlarındaki nokta işlevini 'evet' sözcüğüne gördürerek yaptığı konuşmada büyük bir içtenlikle, popüler olmanın çekiciliğine değinerek, etik bir tavır gösteriyor. Leylâ Erbil'in Cüce'si anılmıyor, herhalde şiir olmadığındandır.
Öyle görünüyor ki popülerlik meselesi Antalya Altın Portakal şiir sempozyumu gibi İzmir Şiir Buluşmaları'nı da düşündürmektedir. Her iki düzenlemede de ön planda tutulan, tartışmasız bir biçimde, adı "has şiir" olan şiirdir, pop şiir değil. Ama şiirler böyle, konuşmalar da ona göre olunca, sunulanlardan sıkılmayacak dinleyici sayısı çok yüksek olmuyor, salon hınca hınç dolmuyor.
Bu durumda, bir şeyler yapıp insanları çekmeye çalışmalı mı, yoksa, ne yapalım has şiirin alıcısı bundan ibaret deyip bağrımıza taş mı basmalı ikilemi gündemde.
Bu yıl düzenlemeye renk katmak için, açık hava platformlarında şiir okundu, konser verildi ve konuk Makedonya'nın müziği ile folklorundan örnekler sunuldu (evet, Cemal Süreya mırıltılarıyla).
*
İzmir'de gelecek yıllarda yapılacak şiir buluşmalarına çağrılacaklara tüyo: Hazırlanacak kitap için sizden yaşamöyküsü, şiir, yazı vb isterlerse, istedikleri tarihte göndermeye bakın, çünkü bu Düzenleme Kurulu dediğini yapıyor, kitabı şiir günlerine gerçekten yetiştiriyor. Bu yılki kitabın adı "Dünyanın Şiiri İçin..."
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
Sinema sanatçısı Volga Sorgu şöyle demiş: "Ben Alevi, Zaza, Dersimli ve sol kimliğimle kendimi güvende hissetmiyorum" (22.3.2010 tarihli Radikal). Haksızsınız denebilir mi? Belki ancak şu söylenebilir Sorgu'ya: Dua edin ki bu özelliklerinizin yanında bir de Ermeni ya da gey değilsiniz.
*
Mazlum-Der'i nefret nesnesi/konusu edinmemiş bir örgüt, İslamcı bir insan hakları örgütü sanırdım. Pazartesi günü İstanbul şubesinin imzasını "Bakan Selma Aliye Kavaf'a Açık Mektup"un altındaki bir dizi STÖ arasında görünce, çokları gibi onların da faşizmin standart nefret konularından geyler konusunda Kavaf'a destek verecek ölçüde sıra içi olduklarını anladım. Umarım bir gün derneklerini yalnızca 'kendilerine mazlum' olmaktan çıkarırlar.
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Akif Beki, demokrasi için, "çoğunluğun sultasıdır" diyordu (17.3.2010 tarihli yazısı).
Sulta! Yani, baskı ve otorite kurmak. 'Sultan' ve 'saltanat' ile aynı kökten (Arapça).
Bu nerenin demokrasisiydi kardeş?
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Adalet Sempozyumu
Düzenleyen: Felsefeciler Derneği
Adalet konusu çeşitli açılardan ele alınacak
Tarih: 27–28.3.2010
Başlama saati: 10.00
Yer:
Petrol İş Sendikası Konferans Salonu
Adakale
Sokak No: 6 Kat: 5 Kızılay Ankara
İletişim:
adaletsempozyumu@gmail.com
===================================================================
[1.4.2010 tarihli Radikal]
Taşın altı boş
Başbakan Erdoğan, Anayasa'da değişiklik öngören paket için, taşın altına elimizi değil, bedenimizi koyduk diyor. Bunun anlamı, AKP'nin parti olarak bu paket uğruna yaşamsal bir tehlikeyi göze aldığıdır. Başbakan'ın bu sözünün etik bir boyutu var.
Etik mesele ilk adımda bazı soruları çağırıyor: Burada AKP için gerçekten yaşamsal bir tehlike var mı? Partinin ya da iktidarının bekasını tehlikeye atan bir paket mi bu? Eğer öyleyse, AKP bu tehlikeyi ne uğruna göze alıyor?
Anayasa değişikliği paketinin AKP açısından gerçekten yaşamsal bir tehlike taşıması için, ya Anayasa'daki 'Başlangıç' ve 'Genel Esaslar' gibi giriş bölümlerinin Kürt sorununu çözecek yönde yeniden yazılması ya da dokunulmazlıkların kaldırılması ve seçim barajının düşürülmesi gerekirdi. Böyle öneriler hiç kuşkusuz milliyetçi-ulusalcı kesimlerin demagojik karşı propagandasıyla başa çıkmak zorunda kalacak olan AKP'yi zorlayabilirdi.
Oysa pakette böyle bir öneri yok. Meclis'e sunulan öneriler, AKP'nin ömrünü kısaltmak ya da varlığını tehlikeye düşürmek şöyle dursun, uzun erimdeki selametini gözeten birer önlem niteliğinde; özellikle de parti kapatma ile ilgili olanları. Genel grev, emekliler gibi konularda son dakikada eklenen maddeler de AKP'nin güçlenmesine, seçimlerde ve olası bir referandumda oyunu artırmasına yarayabilecek türden.
Meclis'e sunulan paketteki önerilerin içinde, demokrasi açısından bir psikolojik eşiğin aşılması anlamına gelip gelmediği tartışılabilecek tek madde, pakete son anda eklendiği duyurulan ve üst düzey komutanlar ile meclis başkanı'nın da diğer üst düzey devlet yöneticileri gibi Yüce Divan'da yargılanabilmesini öngören değişiklik. Bir de geçici 15. madde var ama, onu bu çerçevede ele almak artık zor; otuz yıldır süren mücadelelerin geldiği noktada neredeyse kendiliğinden düştü denebilecek kadar çürümüş durumda o hüküm; hiç savunucusu kalmadı. Yüce Divan'a ilişkin madde de öyle: Darbelerin ve Ergenekon sürecinin toplumda yarattığı duygunun doğal bir uzantısı olarak kabul görüyor.
Kısacası, paketin içeriği açısından AKP için yaşamsal bir tehlike görünmüyor ufukta. Akla gelebilecek tek tehlike usulle ilgili, yani paketin Meclis'te gerekli oyu bulamayıp referanduma götürülmesi tehlikesi. Paketteki önerilerin tümü de, AKP'nin parti olarak kendi bekası ve uzun erimli çıkarlarıyla uyumlu. Toplumun en kritik, yaşamsal ve ilkesel ihtiyaçlarına ise açıkça sırtını dönmüş durumda: dokunulmazlık, Kürt sorunu, seçim yasası vb.
Kendini korumak saygıdeğer bir iştir, çıkarcılığa dönüşmediği ölçüde. AKP kendini korurken belirli ve sınırlı açılardan bazı demokratik adımlar da atmış oluyor. Ama bunun yanında, kısa ya da uzun erimde kendine dokunabilecek, yani gerçek özveriler gerektirecek ilkesel girişimlere yanaşmıyor ve tam tersine davranıyor. Bu nedenle, AKP'nin ufkunda etik meselenin esamesi okunmuyor diyebiliriz: Etik açıdan, taşın altı boş.
*
Başbakan'dan söz etmişken:
Erdoğan, Türkiye'deki Ermenistanlıların sayısı konusunda yanıltıldıktan sonra, Türkiye Ermenileri konusunda da mı yanıltıldı?
Bir grup Ermeni yurttaşın yayımladığı "Biz başka bir Türkiye’de yaşıyoruz" başlıklı bildiri, Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı Başkanı Bedros Şirinoğlu’nun açıklamalarına karşı çıkıyor ve Şirinoğlu'nun, iddia ettiğinin tersine Türkiye Ermenilerini temsil yetkisine sahip olmadığını bildiriyor. Bildirinin tamamı için:
http://bizbaskabirturkiyedeyasiyoruz.blogspot.com/
http://www.facebook.com/group.php?gid=106820886015591
===================================================================
Dil Meseleleri
___________________________________________________________________________
Ege Üniversitesi öğrencisi Cansu Özer soruyor:
"Türkçe
Sorunları Kılavuzu'nun gözden geçirilmiş üçüncü baskısında, büyük harf
kullanımıyla ilgili maddede belirttiğiniz üzere 'Özel adlardan önce ya da sonra
gelen unvan, akrabalık, saygı ve san sözcükleri ile takma adları büyük harfle
başlatmak (...) gerekiyor.'
Bu kural, söz
konusu san, özel ada bağlanmadan önce bir belirtili ad tamlamasında yer alırsa
da geçerli midir? Örneğin 'Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel' yerine 'Dil
Derneği'nin Başkanı Sevgi Özel' yazılırsa, yani 'başkan' sözcüğü tamlanan
durumundaysa, söz konusu sanın ilk harfi büyük mü yazılmalıdır?
Örnekler çoğaltılabilir:
'İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş' yerine 'İstanbul
Büyükşehir Belediyesi'nin Başkanı Kadir Topbaş', 'İspanya Kralı Juan Carlos'
yerine 'İspanya'nın Kralı Juan Carlos', vb.
Bu belirsizliğin çeşitlemesi sayılabilecek benzer bir soru daha: Sanın, özel ada bağlanmadan önce bir sıfat tamlamasının öğesi olması, kuralı değiştirir mi? Örneğin, 'Heraklesoğulları denilen bu sülale, son kral Kandaules’e kadar yirmi iki nesil ve beş yüz beş yıl babadan oğula hüküm sürdü' tümcesinde geçen 'kral' sözcüğü büyük harfle mi yoksa küçük harfle mi başlamalıdır?"
Sondan başlayayım. "[S]on kral Kandaules" sözündeki 'kral' sözcüğü unvan/san değil, görev/mevki adı. Cümlede, krallık görevine/mevkiine gelen son kişiden söz ediliyor.
Önceki örneklere gelince. Bu tamlamaları unvan olarak kullandığımızda belirtili kılmayız; durup dururken, sözgelimi bir liste yaparken ya da kişinin sıfatını belirtirken, 'Dil Derneği'nin Başkanı' ya da 'İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Başkanı' demeyiz.
Ancak belirli bağlamlarda belirtili kılınması gerekebilir bu tamlamaların. Diyelim ki araya bir sıfat yancümlesi girdi: 'Dil Derneği'nin aynı zamanda öykücü olan başkanı Sevgi Özel' dedik. Bu durumda da 'başkan' sözcüğü unvan konumunda değil, yalnızca görev adı olduğundan, büyük harfle başlatmak gerekmiyor.
Görev/unvan farkı, dikkatlerden çok sık kaçan bir anlam meselesi.
===================================================================
[8.4.2010
tarihli Radikal]
'Doğrudan muhatap' anlayışı
Muhatap deyince bir süredir akla önce Kürt sorunu ve iki yanlı bir ilişki (devlet kiminle görüşecek meselesi) geliyor. Ben bu yazıda, yolu bununla da kesişen, biraz farklı bir 'muhatap' kavramından söz edeceğim: Tüm ayrımcılık alanlarında ortaya çıkan, 'doğrudan muhatap' anlayışından.
Bu anlayış, sözgelimi kadınların gadre uğraması söz konusu olduğunda, "kadınların işi zor"der. Kürt sorunu söz konusuysa, Kürtler "ne istediklerini ve kimin muhatap olacağını" bilip bildirmelidir. Vicdani retçiler, LGBTT'ler, türbanlı kadınlar, etnik gruplar ya da inanç grupları... Bunların hangisinden biraz uzunca konuşulsa, "konunun doğrudan muhatapları" sözü, bir biçimde devreye girecektir.
Modern zihnin gereği olarak, 'doğrudan muhatap' sözünün söylendiği yerde 'dolaylı muhatap' sözüne de yer açılmış oluyor. Başka bir deyişle, ufkumuza ikili bir ayrım daha yerleşiyor. Uygulamada bu ikilinin yanında bir de ayrımcılığın failleri, yani 'ayrımcılar' kategorisi var elbette. Kısacası, 'doğrudan muhatap' anlayışının işleyişi, üç kategoriye dayanıyor:
Ayrımcılar: Ayrımcı politikaların uygulayıcıları ve zihniyetin taşıyıcıları (ırkçılar, milliyetçiler, militaristler, etnikçiler, cinsiyetçiler, antisemitler, laikçiler, zalimler vb).
Doğrudan muhataplar: Ayrımcılığın ilk eldeki hedefleri.
Dolaylı muhataplar: İlgili ayrımcılık türüne karşı, 'doğrudan muhatap'larla eşduyum ya da dayanışma gösterenler ve yeri geldiğinde genel ilkeler çerçevesinde mücadele edenler.
İlk bakışta, nesnel gerçeklik bu 'doğrudan/ dolaylı' durumunu az çok kaçınılmaz kılıyor gibidir: Ne de olsa, 'ağlamayan çocuğa meme vermezler', hatta, ağlamayan çocuğun bazen varlığından bile haberdar olmazlar. Ayrıca, ateş düştüğü yeri yakar vb.
Doğada gerçekten de böyle: Gadre uğrayanın sorunu esas olarak kendisinin sorunu oluyor. Bir yaşa kadar da, 'kendisi'nden ayrı algılanamayan annenin sorunu.
Oysa biz insanlar, doğaldan çok kültüreliz. Doğayla olan ilişkisini artık başlangıcı bilemeyecek kadar değişikliğe uğratmış bir türüz. Sözgelimi, doğada anne-çocuk ilişkisi dışında pek görülmeyen 'dayanışma' kavramını yaratmışız.
Yine de, bu 'doğrudan muhatap'lık anlayışında bir sorun var. 'Her koyun kendi bacağından asılır' düzeyine fazla uzak olmayan bir düzey bu: "Kadınların işi zor"!
Böyle bakınca, çoğu kez toplumsalın ulaşabildiği en yüksek düzey gibi algılanan 'dayanışma' ilkesinin de temelde nerede durduğu ortaya çıkıyor. Dayanışmada bulunan, sonuçta dolaylı bir muhataptır, dışarıdaki biridir.
Anayasa tartışmalarında da yeri olan bir eğitim sorununa bakalım:
Egemen siyasal ve kültürel çevreler, anadili Türkçe olanlar için 'anadilinde eğitim' istiyor ama, anadili Türkçe olmayan yurttaşlardan bu yönde bir talep geldiğinde bunu bölücülük sayıyor. Ağlayan çocuğa meme verme ilkesinden bile geriye düşen bir tavır bu.
Mağdurlar, madunlar, mazlumlar, ezilenler, sömürülenler, ikincilleştirilenler, ötekileştirilenler, dünyanın lanetlileri...
Bütün bunlardan kim sorumludur? 'Sebep olanlar' mı? Sebep olunanlar mı? Konunun resmî muhatapları mı? Kimin sorumluluğu nerede başlar? Dayanışmanın sınırları nedir?
Son yıllarda, toplumsalın ulaşabildiği en yüksek düzey, 'dayanışma'nın aşılması oldu: "Hepimiz Filistinliyiz" diye başlayıp en çok "Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz"le ses getiren, "Hepimiz Romanız"la devam eden tavır. Cinsiyetçiliğe karşı, bir grup erkeğin "Biz erkek değiliz" grubunu kurması da böyleydi. Bunlar, 'doğrudan muhatap/ dolaylı muhatap' anlayışına son veren uğraklar oldu. Ruhu zorlayıcı başarılar bunlar. Zor işler.
Dayanışma, ayrımcılığın yeniden üretilmesini önlemeyen bir mekanizma. Oysa 'hepimiz' muhatap olduğumuz an, o ayrımcılığı bütün hat boyunca göğüslemiş oluyoruz. Hepimiz engelliyiz diye düşünebildiğimizi hayal etmeye çalışıyorum. Müthiş iyi geliyor.
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Su
TV'de her perşembe 20.30-23.30'da, "ÖTEKİLEŞTİR-ME" adlı bir program
var. Ayrımcılık türleri bir bir tartışılıyor, tanıklıklar sunuluyor.
* *
*
İzmir
Yurttaş Meclisi, 8 Nisan “Dünya Romanlar Günü”nde İzmir Roman Derneği
(İz-Rom-Der) tarafından bir basın açıklaması yapılacağını duyurdu. Açıklamaya,
geçen yılın sonlarına doğru Manisa Selendi'de linç girişimine maruz kalan Roman
yurttaşlarımızın da katılacağı bildirildi.
Saat:
11.00
Yer:
Cumhuriyet Alanı
* *
*
Konferans:
Nefret Suçları ve Nefret Söylemi
Düzenleyen:
Uluslararası Hrant Dink Vakfı
Tarih:
9-10-11 Nisan 2010
Yer:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampusu
BS-1
Toplantı Salonu
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
YKY yayınlarından, Claude Bouillon'un kitabı: "Deri: Bedenin Örtüsü".
"Deri", Türkçenin zorluklarından biri. İnsan derisi için kullanılan terim "cilt"tir daha çok. Ne güzel derin var demeyiz, ne güzel cildin var deriz. Cilt sağlığı, cilt güzelliği, cilt uzmanı, cildiye... Gerçi 'deri hastalıkları' da deniliyor cildiyeye. Bir de, 'ciltaltı' değil de, 'derialtı' diyor tıpçılar.
Bunun dışında, 'deri' sözcüğü daha çok hayvanların cildi için kullanılır. Birine 'derisi kalın' diyorsak, iyi bir şey kastetmiyoruzdur. Deri koltuk, deri ayakkabı, deri sanayii...
Kitapların da insanlar gibi cildi vardır, bazısı 'deri ciltli'dir.
* * *
Orhan Veli'nin bir yazısında "sorum" diye bir sözcük var ("Bütün Yazıları" adlı kitabı, Adam Yay., 1992, s. 121). Bağlamdan anlaşıldığı kadarıyla, ayrı bir sözcük bu; "benim sorum" anlamına gelmiyor, "sorumluluk" anlamına geliyor.
Bu sözcük artık yok! Sözcük türetiminde '-m' yapım ekinin verimsizliğine örnektir.
* *
*
Sabahattin Ali'nin ve Filiz Ali'nin soyadındaki A, kısadır; bildiğimiz "Ali" adındaki gibi.
Hasan Âli Ediz'in ikinci adındaki  ise uzundur; "Bab-ı Âli"deki gibi.
===================================================================
[15.4.2010 tarihli Radikal]
Pornografinin iptali
Perihan Mağden'in yeni romanı "Ali ile Ramazan" zihinde güçlü izler bırakıyor. İzlekler etkileyici en başta: Yetimlik, kimsesizlik, lağımları andıran bir yetimhane karanlığı ve cinselliğin üç ana hali: tecavüz, fuhuş, sevişme.
Yetimhane karanlığı, lağımlar gibi değil tam olarak; lağımların bir aldatmacası yoktur, masumdur aslında onlar; içlerinde ne olup bittiğini ve neden örtülmeleri gerektiğini herkes bilir ve onaylar; kimse lağımı başka bir şey gibi göstermeye çalışmaz. "Ali ile Ramazan"daki yetimhanenin pisliği ve mübtezel bir müdürün tecavüzcü 'aşkı' gibi yaşantılar ise, toplumların dönem dönem verdiği örtülü ödeneklere dahil. Son zamanlarda Katolik kiliselerinde ortaya çıkan gibi.
Ramazan ile Ali'nin aşkı, yetimhanenin dibe vurmuş döneminden başlayarak hep batak yaşantıların ve elbette cinsiyetçi ideolojinin ta göbeğinde cereyan ediyor. Birbirlerine arada bir bunun "ibnelik" değil de aşk olduğunu söyleme gereğini duymalarının nedeni bu; roman kişilerinin o ideoloji karşısında kendi kendilerini sağlamlaştırma ihtiyacı duymasından doğan sözler bunlar. Eşcinsel aşkın tabu oluşu nedeniyle hissettikleri tedirginliği azaltmak, üstlerindeki baskıyı hafifletmek ihtiyacından doğan sözler. Yazarın okuru ikna etmeye yönelik dolaysız sözleri gibi okunmayı hak ettikleri söylenemez bu sözlerin.
Romanın içerdiği tuzaklardan biri de, üçüncü sayfa romanı gibi görülme, yani indirgenme ve sıradanlaştırılma tuzağı. Bence "Ali ile Ramazan"ın en güçlü yönü, başka türlü sunulsa rahatlıkla pornografik olabilecek, hatta bütün romanı pornografiye dönüştürebilecek bir yığın öğeyi aynı anda hem sunup hem de iptal etmek yönündeki girişimidir.
Büyük ölçüde başarılı bir girişim bu, çünkü okurun okuma deneyimini ne erotikleştiriyor, ne de pornografikleştiriyor: Böyle bir sonuç vermeye bu kadar elverişli, dilsel ve olgusal bu kadar çok veri varken, romanın bireysel ve toplumsal bu kadar başka yönlere işaret olabilmesi, gerçek bir başarı. Bir başarısızlık varsa, romanın aynı verilerde yer yer inandırıcılık zaafına düşmesinden ibaret.
===================================================================
Dil Meseleleri
___________________________________________________________________________
Geçen hafta, Orhan Veli'nin bir yazısında, "sorumluluk" anlamına gelen bir "sorum" sözcüğünün bulunduğuna ve bu sözcüğün artık kullanılmadığına işaret ederken, "sözcük türetiminde '-m' yapım ekinin verimsizliğine örnektir" diye yazmıştım. Yazarken bilincime çıkmayan hatayı, Şahin Tekgündüz'ün eleştirisi gösterdi bana.
Tekgündüz haklı olarak şöyle yazıyor:
"Yargınızı
belirtmek için kullandığınız tümcedeki 'yapım' sözcüğü de '-m' yapım ekiyle oluşturulmuş
değil mi? Ve halen dilimizde, aynı yöntemle türetilmiş ve yaygın olarak
kullanılan pek çok sözcük yok mu? Örneğin 'yazım', 'çözüm', 'doyum', 'deyim',
'kıyım', 'duyum', 'yayım', 'verim', 'çizim', 'giyim', 'bozum', 'söküm',
'dikim', 'bakım', 'bilim' ve daha pek çokları gibi..."
Söz konusu ek için "verimsiz" sıfatı hiç uygun olmamış gerçekten de. Tekgündüz'ün listesine başka örnekler de eklenebilir: kullanım, öğretim, öğrenim, üretim, tüketim, seçim, denetim, yazılım, donanım...
Derdimi doğru dürüst anlatacağıma, düpedüz geçiştirmişim. Bu fırsatla açayım:
Benim '-m' ve '-n' yapım eklerine takılışımın nedeni, 'imla' anlamına gelen 'yazım' sözcüğü ile, 'edebiyat' anlamına gelen 'yazın' sözcüğüdür. Bu ikincisini sanıyorum hiç kullanmadım; anlam karışıklığını önlemek için sık sık kesme işareti kullanma gereği ortaya çıkıyor çünkü: "yazı'nın", "yazın'ın" vb.
'İmla' anlamındaki 'yazım' sözcüğünü ise bir süre kullandım. Ancak, zamanla fark ettim ki bazı bağlamlar, bir ayraç açıp 'imla' diye açıklamamızı gerektiriyor, çünkü 'yazım' sözcüğünün o bağlamda 'benim yazdığım yazı' anlamına gelmesi tehlikesi var. Böyle örneklere rastlayınca, 'yazım' türetimini başarısız bulup 'imla'ya devam ettim. O sıralar 'yazım'da ısrar eden yalnızca Dil Derneği çevresiydi, daha sonra AKDTYKTDK çevresi de 'imla'dan 'yazım'a geçti.
'Yazım' sözcüğü zamanla ikinci bir anlam daha kazandı: 'yazılış, yazılma'. Sözgelimi, "kitabın yazımı iki yıl sürdü" gibi kullanımlara rastlanıyor.
Bu deneyimlere bakınca, '-m' yapım ekiyle türetilen sözcüklerde köklerin iki tür olduğu fark ediliyor:
1) Bazı kökler, '-m' yapım eki ile birinci kişi iyelik ekinin karışmasına yol açabilecek nitelikte; 'yazı-m' ve 'soru-m' örneklerindeki gibi.
2) Tekgündüz'ün verdiği diğer örneklerde ve benim eklediklerimde '-m' yapım ekinden ileri gelen herhangi bir karışıklık tehlikesi yok: O örneklerdeki sözcüklerin kökleri, hayli istisnai bazı felsefi kullanımlar dışında, iyelik eki alabilen kökler değil.
Yalnızca 'yayım' sözcüğünün "benim yay'ım" anlamına gelme gizilgücü var, bu da karışıklık tehlikesinin bağlam nedeniyle düşük olduğu bir örnek. Tıpkı, 'yapı-m' ve 'tasarı-m' örneklerindeki gibi...
Sonuç şu ki, '-m' eki için ille de 'verimsiz' sıfatını kullanacaksam, bu iyelik meselesini de söz konusu etmeliydim. En iyisi ise, bu karışıklık olasılığına dikkat çekmekle yetinmek olurdu.
Şahin Tekgündüz'e teşekkürlerimle. Eleştirenleri çok olsun.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Kitap Çevirmenleri Derneği'nin düzenlediği "Anadolu Dilleri Söyleşileri"nin sonuncusunda konu, Ermenice, Rumca, Ladino ve Türkçe.
Konuşmacılar: Pakrat Estukyan, Ari Çokona, Mahir Ünsal Eriş, Mehmet Ölmez. Moderatör: Ayşe Özdemir.
Tarih: 17.4.2010
Saat: 14.00-18.00
Yer: DEPO / Tütün Deposu, Lüleci Hendek Caddesi, No.12, İstanbul.
===================================================================
[22.4.2010 tarihli Radikal]
Hukuk isteyen çocuklar
Dersim'de ve Ovacık'ta konuştuğum gençler, bazı polislerin, Kürtsen, Aleviysen, sana peşin peşin düşmanca davrandığını anlatıyor. Dersimli gençler en az liseyi bitirinceye kadar okuyor. Kentte bir meslek lisesi var ama, üniversite yok. Su istercesine üniversite istiyorlar. Soruyorum, hangi fakülteden başlamalı diye, hiç şaşmadan "hukuk" diye başlıyor hepsi...
Bu sözleri, 2004 yazında Munzur Festivali dönüşü yazmıştım (8.8.2004 tarihli Radikal İki). Geçen cuma İstanbul Film Festivali çerçevesinde art arda gösterilen iki belgeselden ikincisinde konuşan TMY mağduru çocuklar da hukuk okumak istediklerini söylüyorlardı. Yalnızca biri SBF diyordu, eh o da hukuktan bağımsız değil.
'Hukuk' sözcüğü, 'hak'kın çoğulu. Bu çocukların tümünün hukuk okumak istemesi rastlantı olabilir mi? Kanun, nizam ve hukuk adına karşılarına çıkan ne varsa A'dan Z'ye felaket olduğunu bizzat yaşayarak gördüler onlar, hâlâ görüyorlar, dolayısıyla hukuka müdahil olmak istemeleri kaçınılmaz ve mükemmel bir seçim.
Cenk Örtülü ile Zeynel Koç'un yönettiği, Hüseyin Karabey yapımı "Taşlaşan Vicdanlar" adlı belgeselde sunulan bütün tanıklıklar, sayıları dört bini bulan TMY mağduru çocuklara, 12 Eylül döneminde kaldığı sanılan bir atmosferin aynısının yaşatıldığını açıkça gösteriyor. Röportaj yapılan, poliste ve cezaevinde kalmış çocuklar, yaşadıklarını anlatırken, "okulu bile" özlediklerini söylüyorlar. Belli ki en fazla on beşini süren bir kız çocuk, görüş gününde babasıyla karşılaşmalarını anlatırken, ayna tutar gibi elinin ayasını yüzüne karşı tutuyor. Eminim, elinin ayasında, babasının yüzünü görerek konuşuyor. Ağlayan, ama aynı ölçüde dirençli bir sesle.
İlk belgeselin odak noktasında da iki eski çocuk var. "İki Tutam Saç: Dersim'in Kayıp Kızları", daha önce "Munzur Akmazsa" adlı belgeseli yapmış olan Nezahat Gündoğan'ın yönettiği birinci sınıf bir yapım. Onur Öymen ve onun gibi düşünenler bu tanıklıkları tekrar tekrar, her sahneye yeniden dikkat ederek izlese keşke.
'Dersim isyanı'nı ve 'Dersim katliamı' sözlerini çocukken işitmiştim. Tunceli'nin Çemişgezek ilçesinin daha önceki bir yazımda da sözünü ettiğim Germili nahiyesinde geçen yılların birinde, o zamanlar eve gelen belki de tek erişkin dergisi olan Hayat dergisinde Sıdıka Avar'la ilgili uzun bir röportaj okuduğumu hatırlıyorum. Kuş desenli bir bluz giymiş olan Avar'ın fotoğrafları da vardı dergide. Köylerden kız çocuklarını yatılı okula götürüp okuttuğu, meslek sahibi kadınlar yetiştirdiği, o kadınların Avar'ı ne kadar sevdiği vb anlatılıyor ve o arada "misyoner" sözcüğü kullanılıyordu.
Bu sözcüğü anlamayıp, aile büyüklerime sormuştum. Dehşetli kızıp dergiyi elimden almışlardı, sen nelerle ilgileniyorsun öyle, diye. Sanıyorum olayın belleğimde kalması bu öfkeden ötürüdür. Neden kızdıklarını çok sonra anlayacaktım: 'Misyoner' sözcüğü Türkçede daha çok Hıristiyan dinini yaymaya çalışanları niteleyen bir sıfattı ve misyonerler bir tür düşman gibi görülüyordu, tıpkı bugünkü gibi. Oysa sözcük geniş anlamıyla, herhangi bir inancı ya da fikri yaymayı iş edinen kimse demek...
Dergi olayından bir süre sonra, Sıdıka Avar'ın öğrencilerinden bir genç kadın, Germili'ye üç aylık bir dikiş kursunun öğretmeni olarak gelmişti. Semiha öğretmenden dikiş nakış öğrendiğimi hatırlıyorum. Onun denetiminde işlediğim bir el çantasını hâlâ kullanırım.
'Misyoner sözcüğünü öğrenmiştim ama, 'asimilasyon' sözcüğüne hiç rastlamamıştım o zaman. Bazen olay burnunuzun dibindedir, sizinse ne adından haberiniz vardır, ne olayın bütününden, ne de ilgili politika ve düşüncelerden.
Nezahat Gündoğan'ın çalışması, zora dayalı asimilasyonun ne mene bir şey olduğunu hissettiriyor insana. En etkileyicilerinden bir sahne: Sahne bile değil, bir anlık görüntü: İhtiyarlığında kuzenine kavuşan "Dersim'in kayıp kızları"ından Huriye Aslan. Yüzünün her çizgisine yerleşmiş bir yaşlılığın içinden, Dersim katliamı sırasında kız çocuğu olarak ailesinden koparılışını ve sonrasını anlatıyor. Anlatırken, 'emanet edildiği' erkeklerin sözünü etmek zorunda kaldığı bir an, takılıyor, ağzından bir söz çıkmadan önce kendi yanağından bilinçsiz ve hırçın bir tedirginlikle bir çimdik alıyor. Herhalde filmi seyrettiğinde kendisi de şaşacaktır, şaşmıştır bu anlık hareketine, o ânı hatırlayacaktır ama, çimdiği hatırlamayacaktır. Müthiş bir an.
"Hiç unutulmaz! Ne ananı unutursun, ne babanı unutursun, ne unutabilirsin".
Belgesel bize sararmış bir fotoğrafı tam gerektiği miktarda ve gereken yakınlıkta, tekrar tekrar gösteriyor: Fotoğrafta erler, on kadarı, silah elde yan yana dizilip poz vermişler. Önlerinde, yere oturmuş, paçavralar içinde eğri büğrü küçük çocuk 'siviller'.
"Anne beni neden bıraktın?" O eski çocukların sormuş olduğu sorulardan biri. "Sofi'nin seçimi"...
Her iki belgeselin de geçişleri çok iyi. "Taşlaşan Vicdanlar"da bir kargaşa sırasında coplar inanılmaz bir fütursuzlukla inip kalkıyor, bir çocuğun tepesinde beş coplu. Birinin kolunu şiddetle arkaya kıvırıyor polis, salonun göğsünden yükselen iç çekme, herkesin Filistinli çocukları hatırladığına işaret. Koltuk komşumla, salya sümük ağlıyoruz. "Çocuk onlar, çocuk."
Filmlerin gösterimi bitince yönetmenlere sorulan sorulardan biri, açık bir dilek içeriyor: Yeniden gösterilecek mi? Yönetmenler, talep olan her yerde, her zaman hazırız diyorlar. "Dersim'in Kayıp Kızları"nın kitap da olacağı haber veriliyor.
Evet, tanıklıklar hakiki tarih. En insani düzeyden bakıyor.
*
TMY mağduru çocuklarla ilgili duyurular:
İzmir Kitap Fuarı'ndaki destek karikatürleri sergisi sürüyor.
İstanbul Beyoğlu'nda, Cüneyd Özen'in "BİR Çentik" karikatür sergisi de sürüyor. Adres: Mustafa Çelebi Mah., Tel Sokak, No. 26/A.
SU TV'de her perşembe canlı olarak yayımlanan "Ötekileştir -me" programının bugünkü konusu TMY mağduru çocuklar. Saat: 22.00-01.00.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
madde/maddiyat
'Para'dan, 'piyasa'dan söz etmek isteyenler, bu sözcüklerin yerine "madde" diyebiliyor, hem de "maddenin egemenliği tümüyle ele geçirdiği, anlamın yok olduğu" klişesiyle devam etmek üzere.
'Madde' ile 'maddiyat(çılık)' arasındaki farkı, hiç değilse düşünce yazısı yazanlar önemsemeli değil midir?
* * *
Saat
başları yazılırken kullanılan iki sıfır, seslendirmede yok sayılır. Ek
getirilirken de sıfırlar okunmaz. Ekler, 'sıfır sıfır'a göre değil, saati
gösteren ikinci rakama göre düzenlenir:
"17.00'da"
değil, "17.00'de".
"03.00'da"
değil, "03'te".
===================================================================
http://necmiyealpay.blogspot.com
[29.4.2010 tarihli Radikal]
Devekuşu politikaları
CHP'yi de içine alan ve solculuk iddiasında olan geniş bir kesimin gözünde, demokrasi ve insan hakları söylemleri bu ülkeye AB emperyalizmi ve onun uzantıları tarafından sokulmaktadır, amaç ise ülkeyi zayıflatmak ya da bölmektir. Bu çerçevedeki güncel suçlama sözleri arasında, yoksulluk ve işsizlik gibi toplumsal sorunlarla ilgilenilmeyip etnik sorunlarda yoğunlaşıldığı da yer alıyor.
Bu
yaygın söylemin başlıca özelliği, sanki gerçekte var olmayan etnik
farklılıkları, azınlıkları ya da onlarla ilgili sorunları birileri yaratmaya
çalışıyormuş gibi bir mantık üzerine kurulmuş olmasıdır: Türkiye'de çeşitli
azınlıkların ve etnik farklılıkların yaşamsal sorunları yokmuş, cumhuriyet
boyunca böyle sorunlar olmamış da, birtakım iç ve dış münafıklar bunları yoktan
var etmeye çalışıyormuş gibi. Ve eğer siz yokmuş gibi davranırsanız, o sorunlar
da yok olabilirmiş gibi.
Söylemin
en göz önündeki şampiyonu CHP olduğuna göre, konuyu somutlaştıracak yazılı
kaynağı da ondan alıyorum: CHP'nin Parti Meclisi'ne sunulmuş, 6 Şubat 2008
tarihli MYK raporu. Bu belgeyi partinin internet sitesinden aldım. Daha yeni
tarihli raporları açmayı başaramadığım için buna başvuruyorum ama, güncelliği
izleyen herkes, aynı tavrın, aynı söylemin sürüp gittiğini biliyor.
Berbat
bir Türkçesi olan bu uzun raporda, sözünü ettiğim anlayışın bütün çıkmazlarını
bulabiliyorsunuz: "Sol adına ortaya çıkan söylemlerin çok azı ekonomik ve
sosyal içerikli bir söylem olarak kendisini gösteriyor"dan tutun,
"çoğu çevrenin solculuk anlayışı bu etnik ayrıştırmaya destek verme
anlamında bir solculuk" olduğuna kadar.
Kendisi
de "sol adına" ortaya çıkan bir kurumun, "Sol adına ortaya çıkan
söylemlerin çok azı ekonomik ve sosyal içerikli bir söylem olarak kendisini
gösteriyor" demesi ne anlama gelir?
Bu
tür 'kendini bilme' sorunlarını geçiyorum. Daha önemlisi ve yaygın söylem
açısından belirtisel olanı şu ki, raporun başlıca konuşanı olan Deniz Baykal
açıkça gerçekdışı sözler etmekte, sözgelimi şöyle diyebilmektedir:
"80
yıldır savaşmadan bir tek kişinin burnu kanamadan o anlayışı ülkemize taşıyarak
barış ve huzur içinde kalkınmanın yollarını, kapısını bize açan kadro bugün
geldiğimiz noktada artık bir kenara itilmek isteniyor." (agy)
Cümledeki
olgusal 'yanlış'a bakınız: "80 yıldır savaşmadan" diyor. Peki,
1950'li yıllardaki Kore ne olacak? 1974'teki Kıbrıs ne olacak? 1984'ten beri
süren ve "düşük yoğunluklu" deneni ne olacak?
Ve
aynı cümle, "... bir tek kişinin burnu kanamadan... barış ve huzur
içinde..." diyor. Burun kanaması bahsinde, az önce saydığım savaşlardan
başka, idam edilenleri, Dersim, Çorum, Sivas, Kahramanmaraş katliamlarını,
işkencede ölenleri, faili meçhulleri nereye saklamayı düşünüyor acaba Baykal?
Yirmi bilmem kaç Kürt isyanı, Kürtler "barış ve huzur içinde" oldukları için mi çıktı, yoksa Kürtlük inkâr edildiği için mi? Salt dillerini ve kültürlerini yaşatmak istedikleri için cezaevlerine atılan silahsız Kürtler "barış ve huzur içinde" mi olageldiler? Ya 6-7 Eylül sırasında ve 1964'te kafileler halinde ülkeyi terk etmeye zorlanan yurttaşlar, onlar da yerlerini yurtlarını "barış ve huzur içinde" mi terk ettiler? 1 Mayıslar "barış ve huzur içinde" mi kutlanageldi?
Parti ve devlet olarak bir özeleştiri ihtiyacını duymaları gerekirken, gözümüze baka baka bir cennet uyduruyor Baykal.
Bu alıntıların istisna değil, tipik örnekler olduğunu biliyoruz. CHP, Baykal'ın ağzından hem her tür inkâr politikasını sürdürüyor, hem de temelindeki bu inkârcı ve ayinci gelenek bir kenara itilmek istendiği için ah vah ediyor. Devekuşunun korunma politikası bile bundan daha ciddidir.
Gerçekten de, Oral Çalışlar'ın dünkü yazısını bitirirken dediği gibi, "Demokrasiyi AKP'ye bırakıp 'ilerici' geçinmek, ilginç bir paradoks".
===================================================================
Dil Meseleleri
___________________________________________________________________________
Türkçe öğretmeni Ergün Çelik soruyor, büyük harfler onun:
"(SIFAT YAPAN
Kİ) YARINKİ SINAV, (İLGİ ZAMİRİ OLAN Kİ ) SENİNKİ YAPIM EKİ MİDİR ÇEKİM EKİ Mİ?
-ME -MA OLUMSUZLUK
EKİ YAPIM EKİ MİDİR?
'İŞGAL EDİLMİŞ
OLABİLİR' ÜÇ SÖZCÜK TEK BİRLEŞİK FİİL Mİ
OLUŞTURMUŞ?
'İŞGAL EDİLMİŞ
OLABİLİR' ÖBEĞİNDEKİ -MİŞ EKİ SIFAT-FİİL MİDİR, YOKSA GEÇMİŞ ZAMAN EKİ
MİDİR?"
"Yarınki sınav" ve "seninki" örneklerinde görülen kullanımıyla '-ki' eklerinin türü ve alttürü konusunda dilciler arasında oybirliği yok:
Prof. Dr. Zeynep Korkmaz'a göre bunlar "aitlik eki"dir ve "daha çok işletme eki" sınıfına girer.
Nurettin Koç'a göre bunlar "ilgi eki"dir ve "çekim eki" sınıfına girer.
Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu'na göre bunlar "ek kelime"dir ve "üretim eki" sınıfına girer.
Tahir Nejat Gencan'a göre bu "-ki"ler ilgi/iyelik adılı, yani kendi başına bir "sözcük olmakla birlikte ek gibi bitişik yazılır".
Yusuf Çotuksöken'e göre ("Ekler, Kökler, Gövdeler" adlı kitabı) "-ki" eki yapım ekidir.
Görüldüğü gibi, görüş farklılıkları meselesinde dilcilerin deprembilimcilerden geri kalır yanı yok. Terim farklılıkları da cabası...
Tanım konusunda büyük farklılıklar görülmüyor buna karşılık: Bitiştiği sözcüğün türünü değiştiriyorsa (adı sıfata, sıfatı ada, fiili sıfata dönüştürüyorsa), bir yapım ekidir söz konusu olan. Sözcüğün türünü değil de yalnızca içinde yer aldığı cümle ya da sözcenin diğer öğeleriyle olan bağlantısını değiştiriyorsa, bir çekim eki söz konusu demektir.
Bir de kalıcılık-geçicilik meselesinden söz eden dilciler var. Görüş farklılıkları çok iyi temellendirilmiş olmadığı için, bu ölçütün rolünü ayırt etmek kolay değil. Şu anki görünümüyle bunu genel geçer bir ölçüt sayabileceğimizi sanmıyorum.
Naçizane, tartışma konusu "-ki"lere "yapım eki" diyenleri haklı buluyorum.
Olumsuzluk eki ("-me/ -ma/ -mu/ -mü") bence çekim ekidir.
Geliyoruz son soruya. 'İşgal edilmiş olabilir' sözündeki üç sözcük için, tek birleşik fiil denemez bence; fiil öbeği demek daha doğru olur. Buradaki "-miş" ekine ise, Banguoğlu'nun kullandığı terimle, "geçmiş sıfatfiili" denebilir.
Hocam! Sorular zordu...
===================================================================
http://necmiyealpay.blogspot.com
[6.5.2010 tarihli Radikal]
"Tanıklıklarla 12 Eylül"
12 Eylül anayasasını değiştirme(me) çabalarına egemen olan nedir? Hangi ilkeler çatışıyor şu anki atmosferde? Var mı, daha doğrusu, herhangi bir ilke? Kurnazlığın belirlediği, utanılacak bir değişiklik paketi geldi, ona karşı alınan tavırlar da aynı derecede utanılacak türden. Bağnazlığı saymazsak, son yıllarda şu toplumun siyaset ve hukuk dahil tüm sahnelerine kurnazlık egemen. Güvensizlik ve kurnazlık.
Bunlar olurken, tam tersinin, güvenin ve naifliğin egemen olduğu bir tanıklık kitabı çıktı: "Tanıklıklarla 12 Eylül: Kadınlar Anılarını Paylaşıyor", Kadın Yazarlar Derneği yayını:
www.kadinyazarlardernegi.org.tr
Derneğin çağrısına karşılık vermiş 43 kadının yazılarını içeriyor bu çalışma. İçlerinde Feyza Hepçilingirler, Gülsüm Cengiz ve Sevim Korkmaz Dinç gibi kitap sahibi yazarlar da var, Nevzat Süer Sezgin gibi arada bir yazılarına rastladıklarımız da, belki ilk kez yazı yayımlayanlar da. Bakış açılarıyla, anlattıklarıyla birbirinden farklı, toplam 270 sayfa tanıklık.
Pamuk Yıldız'ın 2007'de yayımlanan "O Hep Aklımda"sında "içerden" anlattıklarına ve şimdi 84 yaşında olan güzelim Sevim Ay Tümay'ın 2008'de yayımlanan ve cezaevi kapılarındakilerin yani "aileler"in deneyimlerini ta yüreğinden dile getirdiği "Geçmiş Mazi Olmadı"sına eklemleniyor bu yeni kitap. Özgün yanı, cezaevlerinin yanı sıra, "dışarıda" yaşananları, bazen en önemsiz görünebilecek bir olgu ya da izlenimi de konu edinebilmesi. Böylelikle, kolektif bir deneyim, kolektif bir biçim içerisinde, omuz omuza dile getirilmiş oluyor.
Az çok amatör, yer yer melodramatik (ah! "Mağdurun Dili"!). Ancak, girişimin etik değeri de ortada: Bütünüyle hizaya getirilmeye kalkışılan bir toplumun halleri anlatılıyor. Toplumun ve bireylerin halleri: Sözgelimi, hukuk literatüründe "cezanın şahsiliği" denen şeyin nasıl laftan ibaret olduğunu hissettiren nefis örneklerden biri olarak, Gülser Han Akkaş'ın "Karanlık Sabah!.." adlı anlatısına bakılabilir...
Kadınlar, KYD'nin çağrısına karşılık verip yazı göndermeyi sürdürüyormuş, dolayısıyla, yeni ciltler yolda demektir.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Hanife Türkseven, mektubunda, "facebook, MSN gibi sözcüklere takıldı"ğını söylüyor ve soruyor: "Bunlar özel adlar mıdır? Öyleyse neden özel ad kurallarına göre yazılmıyor? Zaten bir keşmekeş var şu sosyal medya dedikleri alanda. Oluşmakta olan özel dil ise çok çarpık çurpuk gibi geliyor bana".
Burada iki soru öne çıkıyor: Özel ad meselesi ve özel dil meselesi.
Facebook, twitter, wordpress, google... Bu dizi yıllar önce "internet"le başlamıştı: İnternet sözcüğü büyük harfle mi başlatılmalı, küçük harfle mi, büyük harf olacaksa İ'yi noktalı mı yazacağız, noktasız mı, vb. Şimdi bu soruları soran kalmadı, dilin doğallığı hükmünü icra etti.
Bu hükmü ben öteden beri "yarı özel ad" adını verdiğim dil olayı çerçevesinde açıklamak eğilimindeyim: İnternet de, facebook da, twitter, wordpress ve google da, yarı özel adlardır. "Google", şirket adı olarak alındığında özel addır ama, her gün kullandığımız arama motoru "google"a ne özel ad diyebiliriz, ne de tam olarak cins adı. Cins adı değil, çünkü özel bir arama motorunun adı (cinsin adı, 'arama motoru'). Tam olarak özel ad da değil: Özel ad olan, şirket adı olarak "Google". Motor adı olanın, fiili bile türedi bu arada: İngilizcesi 'to google', Türkçesi, 'google'lamak'.
Bu "yarı özel ad" terimini şöyle tanımlayabiliriz: Başka bir dile çevrilemeyecek kadar belirli ve özel, ama kullanımda aldığı biçim açısından cins adı olan adlar. En tipik örneklerden biri, tarihsel bazı unvanlardır: maharaca, padişah, çar, vezir, şövalye, şansölye vb. Bunlar farklı dillerde farklı biçimlerde yazılır, ama ses olarak az çok aynı kalır. Bu sözcükleri çevirmeye kalkışan dil yoktur pek. Çeviremezsiniz, çünkü belirli bir tarihin yükünü taşımaktadırlar.
Gerçi AKDTYKTDK, internete 'Genel Ağ' denmesini önerip duruyor, hem de büyük harfle başlatarak. Eski TDK'lıların kurduğu Dil Derneği'nin de "genelağ" ya da "bilgisunar" gibi önerileri var. Umutsuz dava. Bu arada genç okuryazarlar, "internet"i bile uzun bulup "net" demekle yetiniyor...
Geliyoruz, "çarpık çurpuk" özel dil meselesine.
"Özel dil"lerin bir bölümü çarpık çurpuktur zaten! Genel dillerin (Türkçe, Kürtçe, Arapça, İngilizce vb) belirli bir deneyim alanına ait kullanımına 'özel dil' deniliyor. İlgili deneyim alanının özelliklerinden, o alana ait özel dil de payını alıyor. Diyelim, kılı kırk yarması beklenen bilimsel disiplinlere ait özel diller söz konusu olduğunda, o özel dilin de sonsuzca titizlenerek oluşturulup kullanılması gerekiyor, terim birliği bunun için önemlidir vb.
Ama esas olan bu değil de internette çoğu durumda gördüğümüz üzere özgürce ya da serbestçe yazışılıp haberleşilmesi ise, dilin de ona göre biçimlenmesi, yani kendini kapıp koyvermesi işin doğasına dahildir. Bir zamanların hızlı haberleşme aracı olan telgrafın da böyle kendine özgü bir dili vardı örneğin. Nokta koyma olanağı bulunmadığından, nokta yerine 'stop' sözcüğü kullanılırdı. Telgraf sahibinin ödeyeceği ücret sözcük sayısına göre hesaplandığından, cümleler kısa tutulur, karşı tarafın anlaması yeterli sayılırdı. Bence internet yazışmalarında kullanılan dil, telgraf dilinin bir devamıdır. Buna bir de işin kendini özgür hissetme yanı ekleniyor elbette...
* * *
İki gün sonra anneler günü. Yukarıdaki sorunun sahibi Hanife Türkseven'in anneler günüyle ilgili yazısını Bianet'te bulup okumanızı öneririm. Şimdiye değin okuduğum en iyi anneler günü yazısıdır:
http://bianet.org/bianet/bianet/106888-anneler-gunu-kimin-kim-kime-neden-hediye-etmis
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali
İzlek: "'Öteki Tarih' hikayeleri"
Tarih: 6-13 Mayıs 2010
Yer: Ankara
www.ucansupurge.org/kadinfilmlerifestivali
* * *
Çevrimiçi bir kitap ve eleştiri dergisi:
Sitenin adına takılmayınız: Mahmut Temizyürek, Metin Celal, Nurduran Duman, Orhan Koçak... ve okurlar yazıyor orada. Sabit olan, konunun kitaplar oluşu.
===================================================================
[13.5.2010
tarihli Radikal.]
Cumhuriyet ve
direkleri
Melih
Aşık, 11 Mayıs tarihli Milliyet'teki yazısında, "Ülkede cumhuriyeti ayakta
tutan belli başlı üç direk vardı" diyor, bu üç direği "TSK, CHP ve
yüksek yargı" olarak sıraladıktan sonra, "üç direk aynı anda
çatırdatılıyor" hükmünü veriyor.
Çatırda(t)ma
tanısı fazla sivri kaçmış burada. Ancak, Aşık'ın sözlerindeki asıl sorun bu
tanıdan çok, "cumhuriyet" kavramıyla ilgili; "ülkede
cumhuriyet" hep ayakta tutuldu mu gerçekten? Ülke yönetimi, 'cumhuriyet'
olarak tanımlanmayı her zaman hak etti mi?
Bu
soruyu sormak önemli, çünkü Melih Aşık dahil çok geniş bir kesim bu sorunun
yanıtı yakın zamanlara kadar evetmiş de şimdi hayır olma tehlikesiyle yüz
yüzeymiş gibi konuşuyor.
Cumhuriyet
(Türkiye Cumhuriyeti değil, kavram olarak cumhuriyet) neydi, hatırlayalım:
Yöneticilerini halk oyuyla seçen toplum düzeni. Sözgelimi birkaç gün önce seçim
yapılan Britanya cumhuriyet değil, çünkü devlet başkanları, yetkileri
sınırlandırılmış da olsa hanedan yoluyla geliyor. Britanya bir krallık (erkek
egemen bir adlandırma daha: 'kraliçelik' değil, 'krallık'!).
Evet,
cumhuriyet olmanın belirleyici özelliği, yöneticilerin seçimle gelmesi. Peki,
Türkiye Cumhuriyeti'nin yöneticileri her zaman seçimle mi geldi? Hayır. 1960
yılının 27 Mayıs'ından bu yana, yani elli yıldır, bu ülkede adı cumhuriyet olup
kendisi bir türlü tam olarak cumhuriyet olamayan yönetim biçimleri hüküm
sürüyor. Üç küsur askerî darbe ve onların öngördüğü belirleyici devlet kurumları,
seçim dışı yollarla, gücü elinde bulundurması sayesinde başa geldi. Darbe
sonrası seçimlerinde de yönetim, yani siyasi iktidar, seçilmiş olanlara
gerektiği ölçüde teslim edilmedi, bkz. 'vesayet' dediğimiz olgu.
Kısacası,
bizim toplumun yönetimi, cumhuriyet tanımına uyamadı gitti. Kişisel olarak, şu
"ikinci cumhuriyetçi" adlandırmasına da şaşırdım hep: Cumhuriyeti
kesintilere göre numaralandıracaksak, şu an dördüncüsü sürüp gidiyor demektir:
29 Ekim 1923 birinci, 27 Mayıs ikinci, 12 Mart üçüncü, 12 Eylül dördüncü. Fiilî
durum budur. Hukuken adı konulmadı diye gerçeklik değişecek değil.
Hayır,
ben şimdi beşinci cumhuriyetçilik filan yapmıyorum. Yalnızca, toplumda varlığı
belli olan cumhuriyet arzusunun somut karşılığında ne var ne yok, ona dikkat
çekiyorum. İlk cumhuriyet bir devrim cumhuriyetiydi, kendine özgüydü, ama devam
etmeyen her devrim gibi sönümlendi ve sonraki kesintiler her seferinde ilkinin
biraz daha trajikomik bir taklidinden başka bir şey olmadı.
Cumhuriyet
hep yarım yamalak, ama Melih Aşık ve daha başkaları, sanki hep tammış,
ayaktaymış da, şimdi onu ayakta tutan üç direk çatırdatılıyormuş gibi
konuşuyor. Oysa o "üç direk"ten ikisi, iki devlet kurumu, tam da
cumhuriyetin yarım yamalak kalmasında belirleyici roller oynamış kurumlar.
"Üç
direk"ten ortadakinin, yani CHP'nin durumu iyice dramatik. Bu parti
cumhuriyetin yediği darbelerden beklediği yararı görmek şöyle dursun, her
seferinde nasibini alıp eridi, ama hâlâ durumun adını koymaktan çekiniyor.
Cumhuriyetin üç temel direğinden biri sayılmaktan gözleri kamaşmış, idraki
dumura uğramış durumda. Baykal 10 Mayıs Pazartesi günü istifasını açıklarken,
partisini belirleyen bu özelliği bir kez daha ortaya koydu, CHP'nin "sivil
darbeye, sivil diktaya karşı mücadele"sinden söz etti, ama 'askerî darbe/
cunta' gibi sözcükleri ağzına bile alamadı. "Sivil" sözcüğünü hâlâ
yalnızca 'asker olmayan' tanımıyla kullanıyordu. Tıpkı son günlerde sayfa boyu
ilanlar veren "Sivil Dayanışma Platformu" gibi...
*
Cumhuriyetin
durumu özetle bu: "Üç temel direği"nden elli yıldır darbe yiyen bir
kurum. Seçilmişliği önemseyip öne çıkaran ekipler her zaman oldu ama, onların
da bundan başka bir marifetlerini görmedik. Onlar da tamamlayıcı kavram
demokrasiyi seçimcilikle bir tutageldiler. Şimdiki seçimci ekip, yani AKP ve destekçileri,
demokrasiyi "çoğunluğun sultası" (aynen böyle!) sanıyorlar.
AKP'liler,
Baykal olayında da bu sulta anlayışıyla hareket ettiler. Onlar muhafazakârsa ve
muhafazakârlıktan ne anlıyorsa, Baykal olayının da ona göre anlaşılmasını
istediler: Suç oluşturan edim, görüntülerin elde edilmesi ve sergilenmesi
değil, görüntülerin gösterdiği 'olay'ın kendisidir, o anlayışa göre.
Bu
yöndeki ilk faul, Baykal'ın istifa ettiği pazartesi gününün öğle saatlerinde
Bülent Arınç'tan geldi. Arınç, Baykal'a olayı reddetmesi beklentisini yöneltti
ve "kısaca reddedebilirse [sorun kalmayabilir].." dedi, böylece etik
açıdan herhalde en yapılmaması gereken şeyi yaparak Baykal'ın ve bir kadın
milletvekilinin mahrem görüntülerini yayanlarla aynı zemine ayak basmış oldu.
Oysa
bu olayda görüntülerin gerçek olup olmadığı sorusunun hiç geçmemesi gerekirdi.
Buradaki etik problem, bence, tecavüze uğramış kadının mini etek giymiş ya da
'hayat kadını' olup olmadığının söz konusu edilmesiyle aynı problemdir: Suçu
mağdura aktarmak.
Sonraki
saatlerde Başbakan'ın açıklaması vardı. İyi bir yerden başladı Başbakan, aslı
"şüyuu vukuundan beter" biçiminde olan birinci sınıf bir atasözünü
hatırlattı. Yani, bir olayın duyulup yayılması, meydana gelmesinden daha ağır
bir durumdur... Tam, vay canına, iyi incelik filan diyecekken, ardından
Başbakan da kapıldı aynı zaafa ve gerçek mi değil mi sorusuna katılmaktan
kendini alamadı: "Sayın Baykal'ın böyle bir yalanlamada bulunamaması
üzüntümüzü artırmıştır" vb.
Bu
odak kaydırıcı söyleme, deneyimli gazetecilerde de rastlandı. Bazıları,
muhafazakâr bir parti ya da kesim olmanın, toplumun değerlerinin vb
gerektirdiklerinden söz açtılar. Demek ki muhafazakârlık, insanların
mahremiyeti sergilenirken, sergilenenler gerçek mi değil mi sorusunun peşine
düşmek oluyor. Demek ki AKP muhafazakârlığına, o hengâmede mahremiyeti ve bir
kadın milletvekilini hiçe saymak da dahil.
Bütün
bunlar muhafazakârlıkla, halkımızın değerleriyle filan değil, ilkellikle
ilintilendirilebilir ancak. Demokratik hazırlık yetersizliği de diyebiliriz.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
İmla kuralı: "Eroğlu'dan" değil, "Eroğlu'ndan".
Bileşik sözcüklerin aldığı ekler, bileşimdeki ikinci sözcüğe göre düzenlenir: Bu kural özel adlar için de geçerli.
===================================================================
[20.5.2010 tarihli Radikal]
Trajik olan
Baykal olayı ve CHP içi diğer olaylar ön plana geçince Kürt sorunu göz önünden uzaklaşmış gibi dursa da, bu sorun, CHP'yle ilgili olan dahil diğer tüm sorunların ayrılmaz bir parçası. Güncel gerçekliği gösteren bir tabloyu Kürt öğesini dışlayarak çizmek olanaksız. Nereden baksanız, kendi içindeki farklılıklar ne olursa olsun, köklü yapısal taleplerle hareket eden bir halk ve durmadan can alan, aldığının üç ya da dört misli kadar da kendisi can veren bir silahlı mücadele söz konusu.
Baykal'ın Kılıçdaroğlu karşısındaki ilk sözü de Kürt sorununa ilişmiş olarak yorumlandı ve ABD'nin o eski, Obama öncesine ait gizli şiarı gibi algılandı: "Başkan WASP olmalıdır" (WASP: White [beyaz], AngloSakson, Protestant). Başka bir deyişle Baykal CHP'de Obamalara yer yok demiş gibi oldu. Ama sanıyorum bunun sakıncası çabuk fark edildi, dolayısıyla bu nokta çabucak geçildi ve Gandi nitelemesi öne çıktı. Ne de olsa Gandi sakıncasızdır, bizim topluma hayli uzak, hem sempatik hem de yeterince yabancı bir imgedir. Sivil itaatsizlik nedir, yenir mi içilir mi bilmeyiz ayrıca biz. Zaten Kılıçdaroğlu'ndan da bu tür tuhaf sözler işitmiş değiliz.
Aslına bakılırsa, bizim buralarda itaatsizliğin daniskası vardır. Mahatma Gandi'ninki gibi barışçıl direniş olarak değil de, sözcük anlamıyla, yani her tür 'yurttaş itaatsizliği' olarak alacak olursak, bizde gerçekten daniskası vardır bunun, her zaman da olmuştur. "Ferman padişahın, dağlar bizimdir" misali. Cenderesi dardır çünkü devletin.
Yurttaşlık açısından baktığımızda, meteorolojideki "hissedilen sıcaklık" gibi, "hissedilen yurttaşlık" diyebileceğimiz bir olgu geçerli. Dışlanmışlık, haksızlığa uğramışlık duygusu ağır basıyorsa, hissedilen yurttaşlık "ölçülen"den farklı demektir. Böyle durumlarda, bu fark ölçüsünde, itaatsizlik herhalde kaçınılmazdır.
Bunları "Gandi Kemal"e beklenti yöneltmek için yazmıyorum. Toplumsal hallerimizi gözden geçirmek için yazıyorum. "Hissedilen yurttaşlık"ta trajik bir yön var demeye çalışıyorum.
Bunu güncel meselelerin tümünde görmek mümkün: Anayasa tartışmalarında, ana muhalefet partisinde, en çok da şehit cenazelerinde.
"Şehitler ölmez" sözü iki dilde söyleniyor bizim ülkemizde. Bunlardan birini, Türkçe olanını, yıllardır, bayraklara sarılmış tabutlar eşliğinde, gitgide kalabalıklaşan törenlerde her gün izleyip işitiyoruz.
Diğerini, Kürtçe olanını ise ülkenin batısında pek az işitiyoruz, belki hayatında işitmemiş olanımız bile vardır: "Şehit namırın". Ancak, biliyoruz ki söyleniyor bu söz, derin ve içten yankılar bula bula seslendiriliyor. Ve kâğıt üstünde birbirine çevrildiğinde aynı anlama gelen bu iki söz, "şehitler ölmez" ve "şehit namırın", bugünkü çatışma ortamında aynı anlama gelmiyor, gelemiyor. Oysa biz bu iki anadilinin konuşanları, aynı ülkenin yurttaşlarıyız, ruhlarımız iç içe, bedenlerimiz yüz yüze...
Tragedya, trajik olan, tam da böyle durumlara verilen addır. Ve insanlığın asli sorunları, tragedyalarda yatmaktadır.
===================================================================
Bir mektup
___________________________________________________________________________
Aşağıdaki
mektup, yazarı olan genç kızın yaralı fotoğraflarıyla birlikte geldi. Olduğu
gibi yayımlıyorum, belki duyarsızlığın kıyıcılıktan sanıldığı kadar uzak
olmadığını kavramamıza katkısı olur.
"Nevşehir
Üniversitesi’nin öğrencisi olmak...
Saat 11.15
15 Mart 2010
Anadolu
Uygarlıkları dersinden henüz yeni
çıkmışız. Roma Hukukundan dem vurmuş. Bizans’ın kazanılmış bir hak olmadığından
ama bir bölünme üzerine kurulduğunun üzerinden geçmiş. Jüstinyen, Heraklicus,
İzoryalı İmparatorlar’dan bahsetmiş, Ariusçuluk, Monofizm, Nasturilik; üzerine
bir de Paulus ve Augistunus konuşmuşuz.
Ömer Hoca yine
yapacağını yapmış, tarihi felsefenin damarından okumuş. Görünenin arkasındaki
görünmeyeni işaret etmek için bir yığın ezberi zorlamış, bir yığın soru sormuş,
sordurtmuş. Sessizce kimseye görünmeden sıvışmışım sınıftan… Tek kelime
etmeden… Ömer Hoca’yı sanki hiç dinlememiş, anlattıklarından zerre
etkilenmemişçesine… Öte yandan gerçeğin soluğu omzumda; el mahkum Polybios
araştırılacak; Yönetimlerin Dolaşımı neymiş, niyeymiş? Elde bir yığın doküman
üniversite yemekhanesinin arkasındaki banka çökülmüş. Bir nevi yalıtım gerekli,
bir parça sessizlik. Polybios üzerine kapanılacak çünkü.. Halbuki, henüz
okumalara başlamadan, üzerime bir kapan atılmışçasına çırpınırken bulmuşum
kendimi. Apar
topar hastanenin acil servisinde almışım soluğu…
Sonradan
öğrenmişim yemekhane çalışanı tarafından bir kova kaynar su dökülmüş üzerime…
Öylece bankta otururken; sonradan çok şey öğrenmişim aslında; üniversite
uygulama odasının yemekhaneye çevrilip oraya bir lavabo konulmadığını, Nevşehir
Devlet Hastanesi’nin acilinde bir yanık ilacı dahi bulunmadığını, 2. derece
yanığa tutanak tutulmayıp o yanıkla apar topar yurda gönderilişimi ki yanığın
hijyenik bir ortam gerektirdiğini, mikrop kapmasının iyileşmeyi
geciktireceğini.
Ertesi gün
üniversitenin servis aracı tarafından 1 saat soğukta o yara ve ağrı ile
bekletilişimi, üniversite tarafından devlet hastanesine götürüldükten sonra
henüz plastik cerrahtan randevu dahi alınmamış olduğunu…
Üniversite
doktorunun eşi tarafından muayene edileceğimi…
Geriye tek bir
yol kalmış, o yüz yanığı ile apar topar uçağa atlamış, memlekete dönmüşüm…
Sonradan
yazacakmışım defterime, Yunus Emre’den bir şiirin altına; “Yunus; seni
çoğaltan, kendinden yeniden doğurtan, acıtan, kanatan ama öğreten bu topraklar…
Beni neden dilsiz yaptı?” diye....
Bugün her gün
nefretle, boğazımda kocaman bir yumru ile giriyorum üniversite kapısından…
Nevşehir
Üniversitesi bana yaralı bir insan nasıl piç gibi ortada bırakılır, bunu
öğretiyor; bir insan kendini bir kurumda ve bir şehirde nasıl bu kadar hiç,
nasıl bu kadar unufak, nasıl bu kadar üvey hissedebilir… bunu öğretiyor. Bir
insan, insan oluşundan nasıl, neden utanır… Bunu öğretiyor… Hem de her gün
defalarca tekrar tekrar öğretiyor, bir an dahi unutmama izin vermeden
öğretiyor….
===================================================================
[27.5.2010 tarihli Radikal]
O gün ve bugün
Bugün ilk darbenin ellinci yılı. Hayatımda katıldığım ilk siyasal eylemler, 27 Mayıs darbesinin ardından düzenlenen mitinglerdir. Konya Kız Lisesi'nde ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Şu son yılların bayrak mitingleri gibi o günlerde de büyük büyük bayraklar açılıyor, okullar boşaltılıyor, milli bayramlarda rastlanmayan bir coşkuyla mitinglere koşturuluyordu. Hep belirli sloganlarla ve sözleri değiştirilmiş marşlarla: "Olur mu böyle olur mu/ Kardeş kardeşi vurur mu/ Kahrolası diktatörler/ Bu dünya size kalır mı" vb.
Benim çevremde darbe, meşruluğunu iki olguya borçlu gibiydi: Birincisi, aylar boyu radyoda "Vatan Cephesi" adı altında Demokrat Parti'ye katılanların adlarından oluşan uzun listelerin okunması. İkincisi ise nisan ayında İstanbul ve Ankara'da gösteriler yapan üniversite öğrencilerine ateş açılıp üç öğrencinin, Turan Emeksiz, Nedim Özpulat ve Ali İhsan Kalmaz'ın öldürülmesi.
Darbeden ve mitinglerden sonraki günlerde, bitmek tükenmek bilmeyen "Yassıada Duruşmaları" başladı. Benim ailem dahil, 27 Mayıs'ı ilk günlerde desteklemiş olanlardan bile o duruşmalara ve ardından gelen idamlara tepki duymayan bir tek kişi hatırlamıyorum.
Bir de alyans meselesini hatırlıyorum, tepki yaratan olay olarak: Devlet o ara bütçeye katkı için evli çiftlerden alyanslarını bağışlamalarını istemişti. Altın alyanslar toplanıp yerine kurşuni metalden yüzükler dağıtılıyordu. Annemin, "ben alyansımı veremem" diye diretip kazandığını hatırlıyorum. İnatçının biriydi canım ciğerim.
Çok geçmedi, büyük kentlerde inşa edilen subay lojmanlarının adı halk arasında "alyans apartmanları"na çıktı.
Sonra sonra, bir kitap ve dergi bolluğu başladı. 1960 Anayasası, Türkiye İşçi Partisi'nin (İP değil, TİP) kuruluşu, Saraçhane'deki işçi mitingi, sosyalist yayınlar, dernekler... Kapatılan partilerin kısa sürede yeni adlarla yeniden kurulması geleneği de 27 Mayıs'la birlikte başladı.
1960 yılından 1968 yılının yazına kadar kan dökülmedi ülkede. 1968 yazında, İstanbul Üniversitesi öğrencisi Vedat Demircioğlu, polis tarafından İTÜ yurdunun penceresinden atılarak ağır yaralandı, birkaç gün sonra da öldü. Ölüm o olayla birlikte bir kez daha girdi kanımıza.
Türkiye, Pakistan, Yunanistan, Portekiz, İspanya, Meksika, Arjantin, Şili... 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca askerî darbelere maruz kaldı bu ülkeler. Sisteme kolaylık olsun diye darbe yiyorlardı; askerî yönetim demek, kolay karar vermek demek. Oy kaygısı yok, hesap verme kaygısı yok. Ancak, hesap verme işi zaman içinde değişti, darbeciler geç de olsa yargılandı.
Epeydir darbe yemiyor bu ülkeler. Bunu diyebiliriz. Darbeleri artık 'yemiyorlar' bile diyebiliriz. Toplumsal/ siyasal herhangi bir sorunun çözümünü darbede görmenin ortak kültürdeki adı militarizm olarak konulmuş durumda artık.
Şu son zamanlarda bizim burada da böyle bir hava esiyor, 'yemeyiz' havası. Bu havanın gerçek bir antimilitarizm içerdiği söylenebilir mi peki?
Belirli sivil (devlet ve partiler dışı) gruplaşmalar var ki bana yalnızca o kesimlerdeki darbe karşıtlığı inandırıcı geliyor. Darbe karşıtlığının antimilitarizme dönüştüğü bir bilinç düzeyi yalnızca bu kesimlerde görülüyor. AKP ve diğerlerininki büyük ölçüde birikmiş tepkiden oluşan bir darbe karşıtlığı; bir bütün olarak, köklü bir demokratik mücadelenin ya da demokratik kültürün işaretlerini vermedikleri için, inandırıcı gelmiyor.
Bu arada Ergenekon davasında gerekli siyasal desteği vermek cesaretini göstermiş görünmeyi başardı AKP; elli yıllık darbeli tarihimizde iktidar partilerinin hiçbirinde görülmeyen bir cesaretti bu.
Gelgelelim, bu cesaretin ve AKP'ninki başta olmak üzere bütün karşı duruşların göze pek görünmeyen iki de dayanağı var. Bunlardan birincisi, biraz geniş bir ufukla düşünebilen hiçbir askerî yetkilinin, iç sorunları (Kürt sorunu) bu kadar büyümüş bir ülkede yönetimi almayı akla yakın görmeyeceği gerçeğidir.
Yıllardır, buna eşlik eden mantık şunu da söylüyor: Darbe yönetimlerinin mantığı zaten yürürlükte, darbeye ne hacet? Elhak, özellikle Kürt sorunu konusunda geçerli olan mantık bu.
İkinci dayanak ise, ABD'den darbelere destek yok yolundaki yaygın ve güçlü fısıltıdır ve herhalde bu dayanak birincisinden daha sağlamdır. Ne de olsa ABD, söz konusu darbelerin tümünde dahli olan güçtür ve darbeler konusunda henüz hiç yanılmamıştır. İran konusunda iki kez, Irak konusunda da bir kez yanılmıştır, hepsi o kadar.
===================================================================
Fikritakip
___________________________________________________________________________
Dünün haberlerinden: Van'ın Özalp ilçesindeki Muğlalı Kışlası'nın arkasında açık alanda mühimmat. Çocuklar bulup kurcalıyor: Bir ölü, beş yaralı.
Kışlaya adı verilen General Mustafa Muğlalı'nın 1943 yılında kurşuna dizdirdiği 33 köylü (evet, Ahmed Arif'in "Otuz Üç Kurşun" adlı şiirindeki köylüler) arasında da 11 yaşında bir çocuğun bulunduğu söylenir...
Benzer olayların kurbanı olan çocuk sayısının dört yüzü aştığı bildiriliyor. Yurttaşların güvenliğinden kim sorumluydu? İçişleri Bakanı? Savunma Bakanı? TSK? Başbakan?
*
Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları (ÇİAÇ) sözcüsü Mehmet Atak, TMK Mağduru Çocuklar probleminin en önemli boyutlarından birinin de yargı olduğuna dikkat çekiyor:
"Çocukların yarısından çoğunun dosyasında tek bir somut (rasyonel) delil yokken savcıların iddianame hazırlaması, mahkemelerin bu iddianameler üzerinden dava açması, hakimlerin duruşmaları sürdürüp ceza vermesi, Yargıtay'ın bu cezaları onaması (...)"
Bir süre önce Atak, ÇİAÇ'tan Lale Mansur ve Mehmet Ucum ile birlikte Başbakan'la görüşmüşlerdi. Atak, 45 dakika süren görüşmede, Başbakan'ın parlamentodaki üç maddelik tasarının çözüm getirmeyeceğine ikna olarak, Bekir Bozdağ'ı "tam çözüm" için 8 maddelik yeni bir tasarı hazırlamakla görevlendirdiğini hatırlatıyor.
Bekir Bozdağ, Atak'ın "Ötekileştir-me" adlı haftalık televizyon programında canlı yayına katıldığında, en geç mayıs sonunda bu yeni tasarının parlamentodan geçeceğini ve gerekli kanun değişikliklerinin yapılacağını açıklamış. "Mayıs sonuna geliyoruz, henüz ses yok" diye yazıyor Atak. Bu arada çocuklar, ölümlerden ölüm beğeniyor.
===================================================================
[3.6.2010 tarihli Radikal.]
Yüksek gerilim
Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu'nun (İngilizcesi: ITUC) Gazze'yle ilgili dünkü duyurusunu okurken, duyuruda yardım filosuna saldırı olayıyla ilgili tepkilerine yer verilen sendikal örgütlerin arasında Uluslararası Gazeteciler Federasyonu'nun (IFJ), Uluslararası Taşımacılık İşçileri Federasyonu'nun (ITF) ve Güney Afrika'dan COSATU'nun yanı sıra İsrail'den Histadrut'un da tepkisini görünce, bu yazının adını "Barışın işaretleri" diye değiştirebilirim umuduna kapıldım. Ne de olsa barış ancak saldırgan bünyenin kendi içinde dayanak bulduğunda kalıcılaşabiliyor. Bkz. geçen yüzyılın büyük barışlarından Fransa-Almanya, Fransa-Cezayir vb.
ITUC duyurusunda bildirildiğine göre Histadrut, her iyi sendikal örgütten bekleneceği üzere her zaman barış için diyalogdan yana tavır almış. İsrail'in yardım filosuna yönelik saldırısına tepki olarak da, dayanışma içinde olmayı ilke edindiği Filistinli emekçilerle (özellikle Filistinli Sendikalar Federasyonu PGFTU ile) olan sendikal bağların güçlendirilmesi çağrısında bulunmuş.
Evet, İsrail'de ve Filistin'de, kendilerini birbirlerinin yerine koymaya çalışan, 'kalıcı bir barış için iki halk iki devlet' ilkesini savunan ve tüm sorunlara kapsamlı çözüm için görüşmeleri şart koşan işçi federasyonlarının var olduğu anlaşılıyor.
Gelgelelim, Histadrut'un bildirisinde İsrail devletinin hukuksuzluklarına karşı hayli yüksek bir hoşgörü dozu görülüyor. Bildiri, sanki İsrail devleti Gazze'ye yardım için elinden geleni yapıyormuş gibi konuşuyor ve yardım filolarını, İsrail'in çağrısına uyarak yüklerini şimdi boşaltıldıkları limana barışçıl bir biçimde boşaltmamakla suçluyor. Öyle anlaşılıyor ki Histadrut, filonun asıl amacı Hamas'ın elini güçlendirmektir diye düşünmektedir...
Filoda yer alan altı yüz küsur yardım gönüllüsünün içinde, hatta filoyu organize edenlerin arasında böyle bir amaç güdenler de bulunmuş olabilir. Ancak, aylardır en güvenilir kaynaklardan gelen bilgiler, Gazze halkının gerçekten de ilaç ve mama dahil en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı koşullara terk edildiğini, "insani bir kriz"le karşı karşıya olduğumuzu, dolayısıyla yardım iletmek konusunda İsrail resmi makamlarına güvenmenin artık büsbütün olanaksızlaştığını gösteriyor. Ve bu gemilerin yalnızca yardım malzemesi taşıdığı en baştan beri biliniyor.
Üstelik herkes, İsrail komandolarının saldırıyı uluslararası sularda gerçekleştirdiğinde hemfikir. Sözün kısası, İsrail hukuken de, etik açıdan da, savunulabilecek durumda değil. Bu koşullarda Histadrut'un tavrını milliyetçi eğilim dışında açıklamak olanağı bulunmuyor.
*
İsrail devleti,
-- Yardım filosundan gözaltına aldığı tüm insan hakları savunucularını derhal serbest bırakmalıdır;
-- Gazze'deki kuşatma ve ablukayı kaldırmalıdır;
-- Yardım filosuna yaptığı saldırıdan ötürü adil bir biçimde yargılanmalıdır;
-- İsrail uluslararası hukuka itaat edinceye kadar ABD İsrail'e yaptığı yardımları kesmelidir.
Yukarıda sıralanan talepleri gerçekte İngilizce bir çağrı metninden çevirdim. Tırnak içine almadım, benimsediğimi göstermek için. Sanıyorum bu taleplere katılmayacak pek az kimse çıkar.
Söz konusu çağrıyı ayrıca barışın güçlü işaretlerinden biri sayıyorum ben, çünkü çağrı, ünlü dilbilimci Noam Chomsky'nin de desteklediği "Jewish Voice for Peace (Barışçı Yahudilerin Sesi)" adlı grup adına yapılmıştır ve bu grup Filistin sorunu konusunda genellikle son derece yerinde açıklamalar yayımlamaktadır. Belli ki İsrail'in içinde de destekçileri olan, ama daha çok ABD başta olmak üzere İsrail dışında yaşayan Yahudilerden oluşan bir grup bu.
Elbette barışçılarla bile her zaman harfi harfine aynı fikirde olmak zor. Söz konusu çağrıda da, yukarıdaki taleplerin altında şu satır okunuyor:
"Bu taleplere katılıyorsanız, bunları ABD Başkanı Obama'ya da bildiriniz."
Bence ABD içinde yaşayanlar çağrılarından birini ABD devletine yöneltseler de, genel olarak asıl çağrı İsrail devletine yöneltilmeli, İsrail devleti hukuk tanımazlığından ve kendi uyguladığı terörden kendisi sorumlu tutulmalıdır.
Aslına bakılırsa İsrail devleti hukuk tanımazlık ve terör konusunda ABD abisi ile aynı yolun yolcusu. Ancak, tuhaftır, İsrail'e bakılırken bazen bu durum unutuluyor ve neredeyse ABD'den medet umuluyor.
Oysa, Gazze ablukası ile Küba ablukası arasındaki benzerlik çok çarpıcı. ABD'nin Irak'a ve Afganistan'a olan saldırıları da İsrail'in Filistinlilere yönelik saldırılarından daha hukuki değil. "Ulusal çıkarları"nın peşinden giderken uluslararası hukuku hiçe saymak konusunda bu iki devletin birbirinden aşağı kalır yanı yok. Hâlâ yok. ABD'de Obama'nın seçilmesi henüz herhangi bir politika değişikliği yaratmış görünmüyor. ABD'nin şahinleri başkanlık seçimlerinde Obama'nın yolunu kesmediyse, bunun nedeni büyük olasılıkla kriz döneminde kestaneleri ateşten alabilmek için en uygun adayın o olmasıydı...
Her durumda İsrail devletinin politikaları ne yazık ki kopya çekmişçesine ABD'nin politikalarına benziyor.
*
İsrail'in fosfor bombalı Gazze saldırısı sırasında, 1.1.2009 tarihli Radikal'de aşağıdaki cümleleri yazmıştım. Şimdi yinelemek gereğini duyuyorum:
Filistin ile İsrail, kesintisiz konuşmalara başlasın. Tanısınlar artık resmen birbirlerini, tanımak amacıyla konuşmaya başlasınlar. İsrail işgal ettiği yerlerden çekilsin. İşgal dışı sınırlarıyla İsrail'i İran dahil tüm devletler tanısın.
Ve kimse "Kahrolsun İsrail" diye bağırmasın: Orada da barışçılar, barış için çalışanlar, ayrıca ülkenin yurttaşı olan Filistinliler var. Kahrolsun saldırganlar, diye bağıralım. Kan davası istemiyoruz! Barış istiyoruz! İki tarafta da barışçıları destekliyoruz.
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Şeker Portakalı Çocuk Şenliği:
“Soruyorum
Düşünüyorum Oynuyorum”
Düzenleyen:
Şeker Portakalı Eğitim Kooperatifi
Katılım
ücretsiz.
Tarih:
6 Haziran 2010 Pazar
Saat:
14.00-20.00
Yer:
Batıkent Toplum Merkezi
İlk
Yerleşim Mah. 1901 Cadde (eski 10.Cadde), Ankara
Mahalle
muhtarlığının üstü.
Tel.
0312 354 87 92
http://www.sekerportakali.org.tr
http://sekerportakalikoop.blogspot.com
===================================================================
Çıkış nereye?
Filistin sorunu, Kürt sorunu gibi büyük sorunlar, karmaşık labirentlere benziyor: Çıkışın ne yöne olacağı belirsiz.
Her yeni olayda tarihin kötü örnekleri kendini hatırlatır, Şahlık dönemi İran'ı da öyle. 1960'lı ve 70'li yıllarda gazetelerin ve dergilerin sayfaları, fotoromansa dönüşmüş Rıza Şah Pehlevi, Prenses Süreyya ve Farah Diba haberleriyle süslenirken, öğrenci arkadaşlarımız İran varoşlarıyla zindanlarında olup bitenleri anlatırlardı. Kötü ünlü rejimler listesinin ilk sıralarında yer alır Pehlevi rejimi.
1970'li yılların sonuna doğru Şah karşıtı hareketlerin seller gibi bir anda taşıp yükseldiği sıralar (devrimci durum dönemi), dünyanın önünde, sonraki İran'a benzeyen bir örnek bulunmuyordu. Hiçbir çıkış ülkeyi Pehlevi rejiminden daha kötü bir yere götüremez duygusu vardı... Humeyni'yle gelen İslamcı çıkış için 'daha kötü' ya da 'daha iyi'den çok, aynı derecede kötü, farklı bir biçimde kötü demek gerekir bence, en azından özgürlükler açısından.
Şimdi bir yandan FKÖ'deki yozlaşmalar bir yandan da İsrail mezalimi, Gazze'yi yeni bir İslamcı selin aktığı bir labirente dönüştürdü. Gazze'yle dayanışmanın, pardon Gazze'ye insani yardım selinin getirdiği meşruluğu kuşanarak öne çıkanın İslamcılık olduğunda kuşku yok.
İddialar, bu sefer yükselenin tıpkı "İHH"nın adındaki gibi "insan hak ve hürriyetleri"ne dayalı bir İslamcılık olduğu yönünde. Umarım öyledir. Gerçi İran'da da öyleydi: Şahın devrilmesi için tüm muhalif güçler hareket halindeydi ve içlerinden önemli bir bölümü tıpkı Mavi Marmara'daki gibi bir araya gelebiliyordu.
Ve Hamas yöneticileri, maddi açıdan zenginleşmeyen kişilikleriyle, El Fetih yöneticilerinden de, Erbakan ve Erdoğan örneklerinden de farklılaşarak, daha çok Ahmedinejad örneğine yakınlık gösteriyorlar.
*
"Çıkış nereye" sorusu, başka bir çerçevede, bugünlerin diğer büyük sorunu olan Kürt sorunu için de geçerli. Az çok toplumsal duyarlığı olan herkesin farkında olduğu üzere, buradaki birikim de çıkışları zorluyor.
2.6.2010 tarihli "güvenlik zirvesi" sonrasında yapılan açıklamada "terörün istismar ettiği koşulların ortadan kaldırılması"ndan söz ediliyordu. Devlet bu "terör" indirgemesinden bir türlü vazgeçemedi. Oysa bu güvenlik metinleri bağlamındaki "terör" sözcüğünün temsil ettiği şeyin hayli karmaşık bir olgusal gerçeklik olduğunu herkes biliyor: Yer yer terörü ve her tür silahlı mücadeleyi de içeren, yaygın ve köklü bir var olma iradesi. Bu iradeyi kendi amacına uygun bir çıkışa yöneltmek isteyen farklı güç odaklarının varlığı da çok açık. Çıkış kapılarının üzerinde 'demokratik cumhuriyet', 'federasyon', 'demokratik federasyon', 'bağımsız Kürdistan' gibi yazılar bulunuyor.
Devlet zirvesi nasıl bir çıkış gösteriyor? "Koşullar" sözcüğünden kastedilen nedir?
Kötümser yorum, "sosyal ve iktisadi koşullar" teranesinin yinelenmiş olmasıdır, yani çıkmazda ayak direnmesi. İyimser yorum ise, operasyonları durdurma çağrısına kulak verilmesi ve bir an önce demokratik çözüm sinyali verilmesi olabilir.
DİSK, KESK, TTB gibi büyük kitle örgütlerinin temsilcileri, tarihsel bir jest yaparak, son aylarda haksızlığa uğrayan Kürt temsilcilere ziyaretlerde bulundular.
Haksızlığa uğrayanlar arasında, İHD Diyarbakır Şube Başkanı Muharrem Erbey, seçilmiş belediye başkanları ve çok sayıda DTP'linin yanı sıra, Kürtçe gazete yayıncıları ve çalışanları da bulunuyor.
Bu arada, Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP) sözcüsü Necati Abay'ın bildirdiğine göre, ülkenin tek Kürtçe gazetesi Azadiya Welat'ın Elazığ temsilcisi Ali Konar ve gazete çalışanı Nuri Yeşil 27 Mayıs günü gözaltına alınmış. Abay, halen cezaevlerinde tutuklu 36 gazeteci ve yazar bulunduğunu bildiriyor.
4 Haziran Cuma günü gazeteci İrfan Aktan ve Express dergisi ceza aldı. 1 Haziran Salı günü de Barış Meclisi üyesi gazeteci yazar Hakan Tahmaz'ın duruşması vardı, bir röportajından ötürü. Duruşma ekim ayına ertelendi.
Bu insanlar hepimizin gözü önünde kalıcı bir barış için mücadele ediyor ama, TMY (Terörle Mücadele Yasası) uyarınca yargılanıyor!
*
"Çıkış nereye" sorusunun canlı kısmıyla hiç ilgilenmemiş bir politikacı olan Deniz Baykal, Kandil’den ve Mahmur’dan kendilerine "Barış ve Çözüm Grubu" adını vererek gelen 34 kişinin aklandığını söylemişti. Bu nasıl aklanmaysa, bu gruplar Diyarbakır 4, 5 ve 6. Ağır Ceza mahkemelerinde yargılanıyor. Üç ayrı grup halinde yapılacak olan yargılamalarda ilk iki grubun duruşmaları 17 Haziran Perşembe günü, 3. grubun duruşması ise 24 Hazıran'da yapılacak.
Barış Meclisi bu konuda, Dönem Sözcüsü Dr. Metin Bakkalcı imzasını taşıyan 7 Haziran tarihli bir çağrı yayımladı. Çağrının bir bölümü şöyle:
"Hiç kuşkusuz
bu dava Türkiye’nin son yıllardaki en önemli Barış Davası olacaktır. Son bir
yıldır Kürt Açılımı veya Milli Birlik Projesi ekseninde yaşananlar ve son
günlerde çatışma ve askeri operasyonların yoğunlaşmış olması dikkate
alındığında bu davanın önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Bu sürecin,
başlangıçta kısa bir süre için heyecan ve umut yaratsa da, hızla tıkanma
noktasına geldiği, dahası toplumsal kutuplaşmanın daha da derinleşmesi
tehlikesi göz önüne alındığında barışa dair yapılacakların yaşamsal önem
kazandığı kanısındayız.
Bu konuda ortaya
konulacak kamuoyu duyarlığı sadece davanın kaderini belirlemede önemli işlev
görmeyecek. Gösterilecek duyarlılık, aynı zamanda bizi çözüme o derece
yaklaştıracak, milliyetçiliğin gelişimine set örülmesine ciddi katkı
sunacaktır.
Türkiye Barış
Meclisi, Kürt Sorunu'nun demokratik ve barışçı yöntemlerle çözülmesinde ciddi
öneme sahip bu Barış Davası’nın tanığı ve gözlemcisi olunması gerektiğini
düşünüyor. Aynı zamanda gerektiğinde barış için elindeki silahı bırakmaya hazır
olanları cesaretlendirmek için duruşma günü davayı izlemek üzere aydın, yazar,
gazeteci, akademisyen ve barış aktivistlerinden oluşan bir heyetle
Diyarbakır’da olacağız."
===================================================================
Tiyatro
___________________________________________________________________________
Talimhane Tiyatrosu'nda Shakespeare'in "Fırtına"sı. Serdar Biliş yönetiyor.
Oyun, her şeyin üç kadından beklendiği bir biçimde uyarlanmış. Büyük oyuncu Derya Alabora ile Tülay Günal ve Canan Ergüder gibi iyi oyuncular ve Talimhane Tiyatrosu'nun deneysel atmosferli salonu, uyarlamanın indirgemeye dönüşmesini engellemiş.
Talimhane Tiyatrosu'nun salonunda atmosfer var ama, hava yok. Havasızlık ve sıcak çile çektiriyor. En azından, benim izlediğim 5 Haziran 2010 tarihli oyun sırasında böyleydi.
Belki de yıllar önce Başar Sabuncu'nun Atatürk Kültür Merkezi'nde yönettiği "Fırtına"dan ötürüdür, Ariel'in biraz uçmasını bekledim bir de. Uçmanın getirdiği mesafe başka oluyor. ===================================================================
[17.6.2010 tarihli Radikal.]
Nahoşem
12-13
Haziran 2010'da Diyarbakır'da "Uluslararası Dil ve Eğitim Çalıştayı"
yapıldı. Düzenleyen, Milli Eğitim Bakanlığı değil, Demokratik Toplum
Kongresi'ydi, çalışma dili ise Kurmançi.
Anadilinde
eğitim, Kürt sorununun belki en temel boyutu. Devlete ve Deniz Baykal CHP'sine
bakılırsa, Kürtler anadili sorununu siyasi birlik ve giderek ayrılık için
istemekte, yani bahane etmektedirler. Siyasi birlik fikrinin canlı olduğu
Kürtler ise, en azından benim izlenimime göre, bu fikre başka çareleri
kalmadığı ölçüde kapılıyorlar; çok büyük çoğunluk için esas olan, anadilleri,
kültürleri ve tarihleridir. Bunları ne pahasına olursa olsun
("behemehal") korumak ve geliştirmek meselesi. Karşılarına çıkarılan
her engel, uygulanan her baskı, onları kendilerine ait bir kamuya doğru biraz
daha itiyor.
Dil
ve eğitim konusunda epey toplantıya çağrılmışlığım var. Bu seferki
yeniliklerden biri, toplantıyı büyük ölçüde kulaklıkla izlemem oldu. Eşzamanlı
çeviri yapıldı, Zazakiden ve Kürtçenin Sorani gibi lehçelerinden Türkçeye ve
Kurmançiye.
Toplantının
"uluslararası" niteliği de diğer ülkelerden gelen Kürtlerin
varlığıyla ilgiliydi. İsveç'ten Horasan'a, Moskova'dan Kürdistan'a kadar farklı
ülkelerden gelmişti konuşmacılar.
İlk
gün öne çıkan izleklerden biri, Kürt özgürlük hareketini temsil edenlerin kamu
önünde anadillerini konuşmamaları, anadillerinde konuşma yetilerini geliştirmek
için yeterli çaba harcamamalarıydı. Asimilasyon nedeniyle durumunuz anlayışla
karşılanabilirdi ama, eğer Kürtlerin temsilciliğine soyunmuşsanız, anadilinizi
geliştirmek ve her yerde anadilinizi konuşmak zorundaydınız...
Bu,
yeni ve hayli ağırlık kazanmış bir görüş. Çalıştayın Kürt katılımcıları
gerçekten de devletten umutlarını büyük ölçüde yitirmiş bir biçimde, kendi
sorunlarını kendi olanaklarıyla çözmenin yollarını aramakta ve kendi içlerine
dönmekteler. Eğitim dahil, sosyal ve kültürel alanlarda çok sayıda yeni
girişim, dernek, dernekler arası koordinasyon gibi sivil çalışma yordamlarını
devreye sokuyorlar.
Çalıştayda
yapılan konuşmalar arasında iki hekim katılımcının söyledikleri, anadili
meselesinin neden yaşamsal bir boyut olduğunu sözcüğün gerçek anlamıyla ortaya
koyuyordu:
Kürt
kadınlarının önemli bir bölümü Türkçe bilmediğinden ve yakın zamanda
öğrenmeleri gibi bir perspektif de bulunmadığından, bölgede çalışmakta olan
kırk hekime geçen yıl Diyarbakır Tabip Odası tarafından gereken ölçüde Kürtçe
öğrenmeleri amacıyla kurs verilmiş ve aynı amaç için iki de kitap yayımlanmış.
Hekimler
için dil açısından "gereken ölçü" denen şey, "anamnez"
adını verdikleri hastalık öyküsünü tam olarak almalarına ve hastaya açıklama
yapmalarına yetecek Kürtçedir. Bunun olmadığı koşulları düşünmek zor olmamalı.
Hekimlerin hastaya uygulanacak müdahaleler konusunda hastayı bilgilendirip onun
iznini almaları zorunluluğunun bu koşullarda hayli lüks kaldığı anlaşılıyor,
tıpkı diğer haklar gibi.
Diyarbakır'da
yaşayan ve çalıştay dışında görüşüp bir röportaj yapma fırsatını bulduğum
üçüncü bir hekim, Necdet İpekyüz, çoğu Türkçe bilmeyen hastaların doktor
karşısında sarf ettikleri tek sözün "Nahoşem" olduğunu anlattı.
Doktor sordukça hasta yineliyor: "Nahoşem".
Tıpkı
Gülsüm Cengiz'in ünlü "Kamber Ateş" şiirindeki "nasılsın"
sözcüğü gibi yankılanıyor şimdi zihnimde bu söz.
Çalıştaydaki
doktorlar, öğrenim çağına geldiğinde dil nedeniyle dışsal zorlamalarla
karşılaşan çocuklarda, "beyin atrofisi (daralma)" dahil çok sayıda
fiziksel rahatsızlığın ve konuşma yitimi ya da zorluğu gibi belirtilerin ortaya
çıkabildiğini anlattılar.
Anadili
Kürtçe olanlardan, çocukken okula başlayınca Türkçeyle ve yasaklarla
karşılaşmanın nasıl bir travma olduğunu öteden beri dinlemişimdir. Çocukların
Kürtçe konuştu diye birbirlerini ihbar etmeye zorlandıkları dönemler... Aynı
travma çeşitli biçimleriyle hâlâ sürüyor. İşittiklerimin içinde en
vahimlerinden biri, çocukların kendi anadillerinden ve kültürlerinden utanır
hale getirildiğiydi. İnsanların, özellikle de çocukların, anadillerinden ötürü
utanç duymalarına sebep olmak, bu toplumun ve devletin en büyük ayıplarından
biri.
Devlet
uyguladığı asimilasyon politikasını inkârdan vazgeçmelidir. Kürtler başta olmak
üzere, anadilleri farklı olan tüm yurttaşlara özür borçluyuz. Ben kendi payıma
özür diliyorum.
Her
ülkenin ortak dile ihtiyacı var, dünyanın da ortak dile ihtiyacı var. Ancak,
bunu sağlamanın yolu asimilasyon olmamalı. İkidilli eğitim diye bir yol yordam
var. Dünyanın çok büyük bir kısmında bu yordam uygulanıyor, bkz. Kanada, bkz.
bizim gibi bir orta yer ülkesi olan İsviçre, bkz. Lüksemburg, Britanya,
Sovyetler, ABD...
İkidilli
eğitimin eşitlikçi biçimleri de yaratılabiliyor, elbette niyetiniz varsa.
Asimilasyonun
vardığı yer, verdiği sonuçlar, yarattığı tepkiler ise, işte ortada. Ve 'dil
soykırımı, kültürel soykırım' gibi kavramların varlığını bir kez daha
hatırlatırım...
===================================================================
Dil
meseleleri
___________________________________________________________________________
Aşağıdaki
alıntıların kaynağını tahmin etmeye çalışmak iyi bir zihin egzersizi olabilir.
Yanıtları haftaya:
I
"Anadili
dersi kuşkusuz bu dersin sınırlarını aşan çok yönlü bir derstir. Bütün öteki
derslerde de anadilinden yararlanma, anadilini iyi bilme söz konusudur. Aynı
zamanda bütün öteki dersler de anadili dersinin malzemesini, kaynağını oluştururlar.
Böylece anadili dersi yalnız bu dersin sınırları içinde kalmamakta, bütün öteki
derslerle tamamlayıcı bir nitelik taşımaktadır." (...)
"Dile
egemenliğin yetersizliği, öğrencinin bilgilerini genişletme ve derinleştirme
etkinliğinde de olumsuz etkisini göstermektedir."
II
"Bu
bilgisizlik ve bilinçsizlik ana diline karşı duyarsız nesillerin yetişmesine ve
yukarıda belirtilen sorunların ortaya çıkmasına yol açmaktadır."
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Panel: "Vapur'da Vapur"
Leylâ Erbil'in "Gecede" adlı kitabında yer alan ünlü "Vapur" adlı öyküsü, Fenerbahçe Vapuru'nda panel konusu oluyor. Leylâ Erbil'in katılımıyla.
Tarih:
19 Haziran 2010 Cumartesi
Saat:
15.00
Yer:
Rahmi M. Koç Müzesi, Fenerbahçe Vapuru
Adres:
Hasköy Caddesi, No: 5, İstanbul
Ulaşım:
Otobüsler:
47 Eminönü-Alibeyköy, 54 HM Hasköy-Mecidiyeköy ya da 54 HT Hasköy-Taksim hattı
Minibüs:
Şişhane-Alibeyköy
Denizyolu:
İDO, Üsküdar–Eyüp vapurları
===================================================================
[24.6.2010 tarihli Radikal.]
Teslim olmamak
Başbakan Erdoğan, 19 Haziran'daki çatışmada kaybettiğimiz askerler için Van'da düzenlenen törende, "Şiddet sarmalına teslim olmadık, olmayacağız" demiş. Demiş ama, sözlerini, "silahlı kuvvetlerimiz gereken cevabı verecektir" diye bitirmiş, yani daha sözünü bitirirken teslim olmuş şiddet sarmalına.
Ancak, belki de pazartesi günü Kılıçdaroğlu'ndan gelen olumlu sinyallerin de etkisiyledir, salı günü televizyonlarda Başbakan'ı Meclis'te "açılım"ın süreceğini söylerken izledik. Hükümet hangi yolu tutacak? Şiddet sarmalını mı, gerçek bir açılımın yolunu mu?
Belki bundan da önce sorulması gereken soru, ilk açılım hamlesinin neden başlayamadan başarısızlığa uğradığı, savaş mantığına neden geri dönüldüğüdür.
Yirmi altı yıllık çatışma süreci içinde, barışa, yani huzura, yani öldürmemeye, birbirinin gerçeğine varma iradesine yönelmiş dolaysız jest olarak ne gördük? İki şey: Birincisi, "barış grupları" çerçevesinde belirli aralıklarla sınır ötesinden gelip teslim olan gerilla grupları; ikincisi hükümetin "açılım" kavramını gündeme alması.
Bu iki adım da barış mantığının gerekleriydi ve umut yarattı. Gelgelelim, hükümet eşit yurttaşlık yönünde adım atamadı, o ortamda baskılar ve tutuklama furyaları art arda geldi. En son, üçüncü Barış Grubu'yla gelmiş olanların çoğu 17 Haziran'daki ilk duruşmada tutuklandığında, "açılım" sıfıra ineli çok olmuş, haziran başlarında PKK yeniden saldırıya geçmişti.
*
Askeriye yeniden kayıp vermeye başlayınca, televizyonlar da yeniden şehit ailelerinin yakın plan çekimlerini, annelerinin, babalarının, kardeşlerinin ve silah arkadaşlarının acılarını bütün ayrıntılarıyla vermeye başladı.
Oysa bu "düşük yoğunluklu savaş" yüzünden ocağına ateş düşen aileler yalnızca asker aileleri değil. Seksen yıl boyunca Kürtleri yok sayma hatası işlendiği gibi, şimdi de kayıplarını yok sayma hatası işleniyor. Oğulun ya da kızın yasadışı olması, öldüğünde ocağına ateş düşmesini engeller mi? Engellemez. Tam tersine, Kürtlerin kültürüne bu yönde yeni öğeler ekleniyor. "Yas evleri" mesela.
Eskiden
"yas evi" demek, bir mensubunu yeni kaybetmiş ailenin evi demekti.
Şimdi bu terimin Diyarbakır ve bütün bölgedeki anlamı değişmiş: Kahveler gibi
düzayak, yalnızca taziye ziyaretlerinin kabulü amacıyla kullanılan bir tür
mahfil anlamına geliyor "yas evi" sözü. Bölgede son on yıl içerisinde
bu evlerin sayısı hızla artmış. Her mahallede, neredeyse her sokakta yas evleri
kurmak zorunluluğu doğmuş. Savaş mantığının geri dönmesiyle birlikte yine
karşısından ayrılamadığımız televizyonlarda, "şehit namırın" sözleri
gibi, yas evleri de görmezden, duymazdan geliniyor.
Ve
emekli generaller yeniden vazgeçilmez söz sahipleri konumunda.
Bu kez emekli generallerde bir söylem özelliği göze çarpıyor ki hayli şaşırtıcı geliyor bana: 'İstihbarat ya da araç gereç eksikliği', 'ordunun şu haliyle savaşma yetisinin tartışılabilirliği' gibi, batılıların 'yenilgici söylem (propos défaitiste/ defeatist remark)' dedikleri türden bir söyleme başvurmaktan kaçınmıyor bu kimseler. Asker olmayanların, gazetecilerin bu tür eleştirileri dile getirmesi normaldir, hatta görevleri sayılabilir. Ama benim bildiğim, düzenli ordular başta olmak üzere kendisinden silahlı mücadele beklenen hiçbir güç, yenilgici söyleme başvurmaz.
Bu dediğimin epey örneği var ama, izleyebildiğim en uç örnek, şimdi bir partinin başkanlığını yapan emekli general Osman Pamukoğlu oldu. Eski silah arkadaşlarına yönelik ağır sözler etti CNN Türk'teki 5N1K programında.
Gerçi emekli generaller kendilerinden artık silahlı mücadele beklenen kimseler değiller. Yine de, "yenilgici söylemden kaçınma" ilkesini kolay kolay bırakmamaları beklenir, çünkü diğer pek çok açıdan, askerliğin, bırakınız normalleşmiş özelliklerini, bir meslek hastalığına dönüşmüş halini de üzerlerinde taşıyorlar.
Askerliğin meslek hastalığına dönüşmüş hali, saldırmayı ve öldürmeyi başlıca çözüm bellemektir. Özellikle PKK ile olan gibi yıllar sürmüş çatışmalı dönemlerde bu hastalığın her iki tarafta da başgöstermesi tehlikesi vardır: Sıcak çatışma demek, ya öl ya öldür demek.
Emekli generaller de bu uzun çatışmalarda taraf olmanın belirlediği bir zihinle, karşılarında yalnızca bir "düşman", birtakım "vatan hainleri" görmekten kendilerini alamıyorlar. Silahlı hareketlerle ilgili her şeyi düşmanlık çerçevesinde açıklayamayacağımızı, açıklasak bile "düşman"la ilelebet düşman kalınamayacağını unutmuş görünüyorlar.
Bir yandan böyle bir psikoloji içindeler, bir yandan da yenilgici söylemlere başvuruyorlar. Bu iki tavrın aynı zihinde buluşması tuhaf ve sanıyorum ancak sorunu kişiselleştirmiş olmakla açıklanabilir.
*
Militarizmin bütün türleriyle dolu ve içselleştirilmiş bir "askeri vesayet"in etkisi altındaki bir toplumda gerçek bir açılım nasıl mümkün olabilir? Galiba barış mantığını ciddiye alan herkesin uğraştığı ve uğraşacağı soru böyle bir şey.
Hükümet geçen yılki "açılım" ilânında, kendisine yalnızca moderatör rolü biçmiş gibiydi. Anayasal yurttaşlık, anadilinde eğitim ve yerinden yönetim gibi, barış mantığının en yaşamsal öğelerine ilişkin somut öneride bulunmak işini kendisi üstlenmeyip diğer partilere bırakmıştı. Diğer partiler dediğimiz, MHP ve CHP. MHP'yi tarife hacet yok: Herhalde hariçten gazel okumanın kolaylığıyladır, asker kökenli militaristlerden daha militaristtir. CHP ise, biraz MHP'ye benzediği ve askerî vesayetin kraldan çok kralcısı görünmeyi önemsediği için, ret yolunu seçti. Elbette, yaklaşan seçimlere en milliyetçisinden ve şoveninden bir demagojiyle girmenin çekiciliği de vardı tüm partiler için hesapta.
Şimdi ise toplum canhıraş bir biçimde, cesur ve geniş ufuklu bir siyaset ihtiyacı içinde. Elinizi silahtan çekin! Bir ölümün bir toplumsal patlamayı tetikleyebileceği hallerdeyiz.
===================================================================
Dil
meseleleri
___________________________________________________________________________
Bir okurdan, geçen hafta "nahoşem" biçiminde yazdığım sözcüğün Kurmançi imlasını belirten bir mektup geldi: "Nahoş" sözcüğü "nexweş" biçiminde yazılır, bunun birinci kişiye göre çekimlenmiş hâli de "nexweşim"dir, diyor okur. Kendisine teşekkür ederim.
*
Başka bir okur mektubunda, "Nahoşem" başlıklı yazıda sözünü ettiğim anadili olgularına birinci elden bir tanıklığın yanı sıra, bu konuyu işleyen, Zazaca bir romandan söz ediliyor: İlhami Sertkaya'nın "Kılama Şîlane" (Şilan'ın Türküsü). Umarım Türkçeye çevrilir.
*
Bir okur da, Birikim dergisinin "Çokdilliliğin İmkânları" konulu bir dosyayı Mayıs ve Haziran 2010 sayılarında iki bölüm halinde yayımladığını hatırlatıyor.
*
Geçen
haftaki soruların yanıtları:
I
numaralı alıntının kaynağı: Nuran Tezcan, "Yükseköğretimde Anadili
Öğretimi", Türk Dili dergisi, Dil Öğretim özel sayısı, Sayı 379-380, TDK
yayını, Temmuz-Ağustos 1983, s. 75.
II
numaralı alıntının kaynağı: Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun, Türk Dil Kurumu
Başkanı, "Avrupa'da Yaşayan Türk Çocuklarının Ana Dili Sorunları
Toplantısı", AKDTYKTDK Yay., Ankara, 2000, s. 5.
===================================================================
[1.7.2010 tarihli Radikal]
Güncellik
Güncellik kavramı, ikinci dilimiz İngilizcedeki 'contemporary art' kavramının Türkçesi nedir, 'çağdaş sanat' mı diyeceğiz, yoksa 'güncel sanat' mı diye tartışıldığında epey dikkat toplamıştı. İşin içine zorunlu olarak, 'contemporary'den başka, 'performance' ve belki en başa yazılması gereken 'modern' terimleri de giriyordu.
Ortak kültürde adı 'modern' olan kavram, Türkçede bazen 'modern', bazen 'çağdaş', ender olarak da 'çağcıl' sözcüğüyle karşılanıyor. Sorunun ikinci kaynağı da, İngilizceden önceki ikinci dilimiz olan Fransızcadan kalma 'aktüel' teriminin devreye girmesiyle ortaya çıkıyor: 'Contemporary'yi 'güncel' diye düşününce, çağrışım zincirine 'aktüel' sözcüğü katılıyor, bunun ardından da, 'act'in 'edim' oluşu. Edim ise, 'act'in karşılığı olduğu halde, felsefede ve dilbilimde 'performance'ın karşılığı olarak da kullanılıyor. Ve 'contemporary' oluş, aynı çağa ait olmanın yanı sıra, eşzamanlılık anlamına da gelebiliyor, yani aynı zamanda 'simultaneous/ simültane' oluşu anlatıyor...
Diller arasında, hatta aynı dil içinde bu tür kaymaların olması gayet doğal. Hele Türkçe gibi dramatik değişimler geçiren diller için daha da doğal. Gelgelelim, biz modernler doğal olanı rahat bırakamıyoruz işte. İlle de olup biteni kurcalamamız, ölçüp biçmemiz, bilinç düzeyine çıkarmamız gerekiyor.
Söz konusu kaymaları yeniden düşünmek ve açmak gereğini duymamın çok yeni iki nedeni var: Ardan Özmenoğlu'nun İstanbul Daire Sanat'ta açılan ve 3 Temmuz'da sona erecek olan "Siyaset Meydanı/ Political Arena" adlı sergisi ile, Kaya Genç'in Yücel Kayıran'la yaptığı söyleşi (25 Haziran tarihli Radikal Kitap). Her iki sanat olayı da güncellik kavramının etrafında dolaşıyor.
Sergi, bir 'güncel/çağdaş sanat' çalışması. Özmenoğlu, son kırk küsur yılın siyasetçilerini sunuyor bu sergide bize: Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Tansu Çiller, Turgut Özal, 'portre'leri ve birer karakter damgasına dönüşmüş sözleriyle.
İzlek bu, ama elbette bütün mesele bu izleğin nasıl sunulduğuyla ilgili. Sözgelimi, Demirel'in ha babam de babam dönen bir figürünü Fikret Kızılok'un "Demirbaş" adlı müziği eşliğinde izliyoruz. 1965'te çıktıydı Demirel sahneye, halktan "babamız" damgalı bir vize aldıydı, hâlâ o vizeyle dolaşıyor. Bu siyasetçinin damgasını taşıyan Türkiye'nin 'benim oğlum bina okur, döner döner yine okur' sözüne nasıl da riayet etmiş olduğu gerçeği içimizdeki tarihe daha net bir imgeyle işleniyor.
Kapıdan girdiğinizde sizi karşılayan portre ise, Demirel değil, son derece sempatik bir, daha doğrusu iki, siyah beyaz Ecevit portresi. Sağdaki daha tam, soldakinin tüyleri dökülmüş.
Evet, tüyleri: Kuş tüylerinden yapılmış bu portreler. En ince kuş tüylerinden, sümsük kuşununkiler gibi. Özellikle soldaki portrenin hali insanın aklına katran-tüy olayını getiriyor.
Turgut Özal portreleri dizisi ise, üstünden badana fırçası geçirilmiş duvar kâğıtlarını andırıyor, sonuncu portrede yüzü seçilmez olmuş.
Ve Tansu Çiller. Sonra canlı koyu bir pembe ve tam bir duvar boyu panoda bütün o sözler: "Binaenaleyh", "Bir koyup üç alacağız", "Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz", "... ya bitecek ya bitecek", "Herkese iki anahtar", "İşsizliğin üstünden silindirle geçeceğiz", vb, vb. Bu sözler hayattaki gibi sergide de yüzlerce kez çoğaltılmış, her biri tek tek, şeker pembesi sert ipekten 'post-it'lere, el baskısıyla. Duvar boyu bir tür rölyef oluşmuş. İpek dayanıklı, dolayısıyla tarihe elveriyor, olay grotesk. Dönemin yazgısı olan grotesk.
Bu sunum bir tür tarih yazımı bence, bir tarih önerisi. Çağdaşlardaki duyguların imgeye dökülmesi. Ardan Özmenoğlu, 'güncel sanat'ın yarattığı özgül olanaktan bu yönde ve iyi bir biçimde yararlanmış.
'Güncel/çağdaş sanat' galiba bu demek: Bir tarihsel anlamlandırma sunabildiği ölçüde başarılı. Başarılabildiği ölçüde, güncel demek, tarihsel demek. Mesele sizin bu tarihselle nasıl bir tarih önerdiğiniz.
Şiir düşüncesine özgün müdahaleleriyle tanıdığımız Yücel Kayıran da söz konusu söyleşisinde güncellik konusuna değinmiş. Yeni çıkan "Kritiğin Toprağında" adlı kitabı konusunda konuşurken şöyle diyor:
"Güncel kavramının, popüler kavramının içeriğine denk düşen bir anlamı var, önemliliği bugün başlayıp ve bugün de tüketilen gibi. Son bir yılın bütün güncel olaylarını bir araya getirin, hiçbiri bugün güncel değildir. Bırakın güncel olanı, ondan daha geniş bir kavram olan dönemsellik bile şiirin iç dinamiklerini yıkıma sürükleyen bir şeydir. Varlıksal olan, güncel ve dönemsel olana rağmen onların içinde devam eden şeydir."
Böylece bir soruya ulaşmış olduk: "Varlıksal olan/ tarihsel olan" ilişkisi, "güncel ve dönemsel olana rağmen devam eden şey"!
Kayıran belki bu soruyu da, şiirde 'anlatıcı' meselesini de yeniden ele alır. İki konuda da söyledikleri adamakıllı ihtiyaç gösteriyor çünkü buna. Özellikle de ikincisi...
===================================================================
Kitap
___________________________________________________________________________
'Bir kitap okudum, hayatın savunulmasına katkıda bulundum' deme olanağı sağlayan bir kitap daha. Yeni çıktı:
"Hayatın Seyri", haz. Beril Eyüboğlu, Pan Yay.
21 adet iyi öyküden oluşan bir derleme. Bütün geliri, AIDS Savaşım Derneği'ne (ASD) gidecek.
Beril Eyüboğlu ve Pan Yayınları aynı amaçla daha önce de bir çeviri öyküler derlemesi hazırlayıp yayımlamışlardı: "Dile Kolay", ed. Nadine Gordimer. Eyüboğlu gibi ÇEVBİR üyesi çevirmenler de dünya yazarlarından yine 21 öykünün yer aldığı "Dile Kolay"a gönüllü emek vermişlerdi.
Her iki derlemedeki öykülerin özelliği, HIV'le ilgili olmak değil, iyi öykü olmak.
Bu ikinci kitaptaki öyküler çeviri değil, telif. Eyüboğlu yine, öykü bağışlayan yazarlarla birlikte gönüllülük temelinde çalıştı, editörlük yaptı. Yazar listesi, Adalet Ağaoğlu'ndan Ari Çokona'ya, Yaşar Kemal'den Yıldız Ramazanoğlu'na kadar uzanıyor. Harika bir armağan!
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Bu yılki Avrupa Sosyal Forumu (ASF), 1-4 Temmuz'da, İstanbul'da toplanıyor. ASF, günümüzün bilincine ve ihtiyaçlarına en uygun kitlesel muhalefet hareketlerinden biri. "Başka bir dünya mümkün, hem de zorunlu" fikri etrafında deviniyor: "Adil eşit bir toplum, mutlu bir doğa, sınırsız bir dünya istiyoruz." Yer: İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka ve Gümüşsuyu.
Aynı çerçevede 2 Temmuz Cuma 17.30'da da, Barış Meclisi'nin düzenlediği bir panel var. Yer: Gümüşsuyu.
===================================================================
[8.7.2010 tarihli Radikal.]
Bozuk plaklar
"Bu işin sadece askerî yöntemlerle çözülmesi mümkün değil."
Kürt sorunuyla ilgili olarak her gün yinelenen cümlelerden biri bu. İlk bakışta askerî yöntemler sorgulanıyor bu cümleyle. Gerçekten öyle mi?
Anlamak için öğelerine biraz yakından bakalım. Belirleyici öğelerinden biri, "sadece" sözcüğü. Bizi askerî yöntemlerden kurtaracak bir iksir damlası gibi duruyor orada bu sözcük. Peki, gerçek işlevi ne?
Sadece'nin işlevini açığa çıkarabilmek için, cümleye bir de bu öğe olmadan bakalım:
"Bu işin askerî yöntemlerle çözülmesi mümkün değil."
Demek ki "sadece" sözcüğü, ilk bakışta göründüğünün tam tersi bir işlev görüyor burada: Askerî yöntemleri dışlama işlevini değil, dahil etme işlevini görüyor. Askerî yöntemlerden kurtulmayı öneriyormuş gibi görünüp, o yöntemleri kalıcılaştırıyor.
*
"PKK hareketine karşı askerî yöntemleri kullanmak gerekse bile..."
Yukarıdaki "sadece"li cümlenin ardından genellikle bu ikincisi geliyor. Yine soralım: Böyle diyen kişiye göre, 'askerî yöntemleri kullanmak gerekir' mi, yoksa gerekmez mi?
İlk cümle olmasaydı, yani bozuk plak "Bu işin sadece askerî yöntemlerle çözülmesi mümkün değil" diye başlamasaydı, cümleleri kullanan kişi askerî yöntemi yalnızca dışsal, ikincil bir olasılık olarak göz önünde bulunduruyor diyebilirdik. Ancak, birinci cümleyle birlikte kullanıldığında, kullanan kişinin, askerî yöntemleri dışsal bir olasılıktan öte, zorunlu bir bileşen, demirbaş bir yöntem olarak gördüğü anlamı oluşuyor.
*
"Terör özgürlüklerin düşmanıdır."
Konuşmuyor diye eleştiriliyordu, son günlerde uzun uzun konuştu İçişleri Bakanı. Ve böyle dedi, "Terör özgürlüklerin düşmanıdır."
Devlet teröründen söz ediyor olsa, iki kere iki dört eder dercesine haklı olacak. Ama söz konusu ettiği, devlet terörü değil, PKK terörü. Bakan, bütün bir silahlı mücadeleyi "terör" terimine indirgemekle daha ilk anda devekuşu politikasına dahil oluyor. Bu, bir.
İkincisi bir soru. Bence Kürt sorununun çözümünde temel önemdeki sorulardan biri:
PKK hareketi ya da 28 Kürt isyanı olmasaydı ve toplumcak tıpkı şimdiki gibi demokratikleşme iddiasında bulunsaydık, anadillerinin ve etnik kültürlerin toplumdaki yerini nasıl biçimlendirmek gerekirdi?
Soru bence budur ve terörün ya da her tür çatışmanın varlığından ya da yokluğundan bağımsız olarak bir demokratik ilke sorunudur. Aynı zamanda da bilimsel etik sorunu. Çünkü modern bilim ilkesi, toplum gerçekliğinde ne var ne yok, bunların incelenmesini, değerlendirilmesini, eğitim konusu haline getirilmesini gerektirir. Ve elbette bütün bunların en geniş özgürlük ve saygı ortamı içinde yaşanmasını.
Demek istediğim, "Terör özgürlüklerin düşmanıdır" sözü tipik bir bahaneden ibaret.
*
"BDP muhatap olmuyor, başka adres gösteriyor."
2 Temmuz günü Avrupa Sosyal Forumu çerçevesinde Barış Meclisi'nin düzenlediği forumdaki konuşmacılardan biri de BDP'nin TBMM Grup Başkanvekili Bengi Yıldız'dı. Yıldız, muhatap meselesinin, tam tersine işleyen, daha doğrusu işlemeyen yüzünü dile getirdi: Muhatap bulamayan asıl biziz dedi. TBMM ve hükümet içinde kiminle konuşsalar, dertlerini hangi düzeyde açsalar, bir yetkisizlikle, bir duvarla, kısıtlılık hissiyle karşılaştıklarını anlattı. Çözüm için muhataba da ihtiyaç yok dedi Yıldız; Kürtlerin talepleri ana hatlarıyla belli olmuştur. Anayasada "Kürt" sözcüğünün geçmesi de gerekmez. Anayasal yurttaşlık, anadilinde eğitim, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması.
Esas olan bunlarsa, ki öyle görünüyor, demokratik bir devletin kendiliğinden biçimlendirmesi gereken yönlerdir bunlar. Yani yalnızca Kürtlerin değil, hepimizin talebi.
===================================================================
Kitap
___________________________________________________________________________
Eğitim-Sen, anadili konusunda ilkini 2003'te, ikincisini ise 2009'da düzenlediği "uluslararası katılımlı" iki sempozyumu kitaplaştırdı ve anadilinin önemi konulu bir de broşür yayımladı.
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
'Genel af' dendikçe ayağa fırlayanlar oluyor. Belli ki genel affın verilmiş tüm hükümleri kapsayan bir af türü olduğu sanılıyor. Oysa öyle değil.
Daha önce de yazmıştım, belki başka yazan da olmuştur:
Genel af, bir af yasasıyla belirlenen bir ya da birkaç suç çeşidi için çıkarılır. "Genel" olan tarafı, verilmiş bir cezanın, sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasıdır. 'Özel af' ise, ilgili kişiyi yalnızca cezanın uygulanmasından kurtarır; tamamlayıcı cezadan ve cezanın diğer sonuçlarından, sabıkasından kurtarmaz.
Sözün kısası, genel af da bir hayli sınırlama içeren bir af türüdür. Türkçe Sözlük'te bu af türü için verilen tanım şöyledir:
"Genel af:
Kamu yararına uygunluğu saptandığında belli bir ya da birkaç suç çeşidi için
yapılan kovuşturmaların durdurulması, verilmiş cezaların kaldırılması ya da
azaltılması."
===================================================================
===================================================================
Toplumsal bellek
___________________________________________________________________________
2 Temmuz 2010'da saat 11'de Galatasaray'da, "yakınlarını siyasi cinayetlerde kaybedenler"in oluşturduğu "Toplumsal Bellek Platformu" üyesi bir avuç insan, o gün Sivas'a gidememiş olanlar, bir basın toplantısı düzenledi. Bildiride, 2 Temmuz'u iki sayfaya sığdırmaya çalışıyor ve "Madımak utanç müzesi olmalı" diyorlardı: "'Utanç Müzesi'nin kimilerinin iddia ettiği gibi ayrıştırıcı değil bütünleştirici olacağı fikrinde birleşiyoruz."
Dünyada utanç müzeleri, insanlığın ibret belgeleridir. Bu müzelere ihtiyacımız var. Yoksa Sivas'ta sanatçıların yakıldığını, Çorum'da ve Kahramanmaraş'ta Alevilerin kadın erkek çoluk çocuk katledildiğini, siyasette "Dersim usulü" diye bir terimin yer bulduğunu kavramak mümkün olmayacak.
Gerçi Avrupa'nın utanç müzeleri, bir temmuz ayında Srebrenitza'da sekiz bin Bosnalının katledilmesini önlemedi. Yine de, müzeler elle tutulur kılar olup biteni. Hrant Dink cinayetinde geniş bir kesimin o insanı hissedebilmesi için, altı delik ayakkabılarını görmesi gerekmişti. Utanç müzesinde de Metin Altıok'un terlikleri, elinde tuttuğu süpürge ve kitapları ve resimleri, Âşık Nesimi'nin sazı ve plakları ve şiirleri, müzikleri, Asaf Koçak'ın karikatürleri ve defterleri ve hepsinin ürünleri, gömlekleri ve fotoğrafları, çocuklarıyla ve çocukluklarıyla... Belki bunları görmek iyileştirici etki yapar.
Ve bazı devlet mensuplarının uyguladığı anlaşlılan "gaz politikaları"nı fark etmeye başlarız.
*
Füsun Akatlı, eleştirmen, felsefeci, Kadın Eserleri Kütüphanesi'nin kurucularından. Onu da bu 2 Temmuz'lu günlerde toprağa verdik. Çocuğunun babası 2 Temmuz'da yakılanlar arasındaydı.
*
2 Temmuz, 22 Temmuz... 22 Temmuz'da, Kemal Türkler cinayetiyle ilgili davanın 30. yılı dolacak. 30 YIL! Adalete bakanlar, bakanlar, bakanlar...
===================================================================
[15.7.2010 tarihli Radikal]
Quo vadis?
CHP, Kürt sorunu için yeni bir rapor hazırlayacakmış.
Konuyla ilgili olarak Haluk Koç açıklama yapıyor ve partisinin nasıl bir manevra içinde olduğu ortaya seriliyor (13 Temmuz Salı, NTV 17.00 haberleri). Koç'un söylediği her şey, daha doğrusu döndürdüğü plak öyle gösteriyor ki CHP, yeni bir rapor hazırlama kararıyla, sorunun çözümü için ivedi öneriler geliştirmenin değil, bir önceki raporunu da geri almanın peşindedir.
AKP'ninkinden daha gerilerde bir yere konumlanmak istiyor CHP. Daha doğrusu, zaten öyle konumlanmıştı ve bu nedenle de bölgeden silinmişti, şimdi bu konumunu raporuyla da kayda geçirmek, eski kayıtlarından kurtulmak istiyor. Görünüşe bakılırsa, bunu bir sosyal demagojiyle başarabileceğini sanıyor.
Tek umut, rapora hazırlık çerçevesinde halkla görüşmek üzere bölgeye gideceği söylenen CHP ekibinin gerçekten halkla görüşüp bir şeyler anlamaya başlaması ve dönüşte partilerini de etkilemesidir.
Başbakan gibi Haluk Koç da BDP'yle görüşülmesini doğru bulmadıklarını söylüyor. Gerekçeleri aynı: "BDP terörü lanetlemiyor".
Haluk Koç'a soru: Sizin partiniz, cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan devlet terörünün başlıca dayanaklarından biri olmamış mıdır? Siz o terörü hiç söz konusu ettiniz mi? Zorlanıyorsanız, zora dayalı asimilasyon politikasının sahibi hangi partiydi, onu düşünün. Son Dersim tartışmasını hatırlayın. Bir de, asimilasyonun insanlık suçu olup olmadığını...
Asimilasyonu insanlık suçu sayan Başbakan Erdoğan ise, BDP'yle görüşmemek konusunda gerekçe olarak bir de "terörden nemalanma" suçlamasını yöneltiyor. Terörden kimlerin nemalandığını gerçekten bilmiyor mu, yoksa bölgedeki bir numaralı rakibine yönelik bir seçim manevrası mı bu?
Bu "nemalanma" konusunu yeni ve birinci elden bir tanıktan öğrenmek isteyen herkes, Neşe Düzel'in 12.7.2010 tarihli Taraf gazetesinde yayımlanan Hüseyin Oğuz röportajını okumalıdır. Oğuz, bölgede yıllarca görev yapmış bir emekli Assubay. Anlattıkları, bir Kurtlar Vadisi faşizmini bütün açıklığıyla ortaya seriyor. Okurken insanın aklına ister istemez Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un Uğur Dündar programındaki söylemi geliyor.
Dündar'ın yaranma kokulu sorularını yanıtlarken "kan" söylemine sığınmış Başbuğ. Hem de bir dil sürçmesi olarak değil, tam dört kez "Türk kanı taşıdıklarından şüphe" diyerek.
Hangi çağdayız diye sormuyorum. İnsanlığın aynı çağlardan hep birlikte geçmediğini öğreneli çok oldu.
Tepelerde bunlar olunca, bir savcı da tutup İsmail Beşikçi'yi yeniden yargılamaya kalkıyor işte. Galile'yi yeniden yargılamaya kalkarcasına.
===================================================================
Sergi
___________________________________________________________________________
İstanbul Pera Müzesi'ndeki Fernando Botero resim sergisi 18 Temmuz'da bitiyor.
Bu sergiyi Nurettin Erkan'ın Karşı Sanat Çalışmaları'ndaki sergisiyle art arda görmüş olmasam, aralarındaki zıtlığı ve ortaklaşmayı yine de fark eder miydim bilemiyorum.
Birbirine zıt iki resim dili: Botero'da balon gibi şişirilip hafiflik duygusu katılmış figürler görüyoruz, Erkan'da ise kurşun gibi dolu ve ağır figürler. İkisinin ortaklaştığı yan, sorularla dolu olmaları, yerleştirmek istediğiniz yerde durmamaları.
Botero'nun figürleri kaçınılmaz olarak "şişman", "karikatür" gibi kavramları önce devreye sokup sonra sorgulatıyor insana. Acaba bu resimler karikatür olmamayı nasıl başarıyor? Ya da, başarıyor mu? Ne ölçüde başarıyor?
Figürleri ilk gördüğümüzde uyanan mizah duygusu, baktıkça yok oluyor. Baktıkça, çocuklar dahil, insan yüzlerindeki ya da duruşlarındaki anlatım konusunda kararsızlığa düşüyorsunuz. Hatta, giderek dramatik bir duygu uyandırıyor insanda bu figürler. Özellikle çocuk figürleri: Yanlarında bir karşılaştırma öğesi bulunmasa, yani büyük insan figürleriyle bir arada resmedilmiş olmasalar, onların da büyük insan figürü sanılmaması için bir neden kalmayacak.
Yalnızca çocuklar değil, maymunlar ve kediler de erişkin insanlara benziyor. Bazen onların yüzleri daha ifadeli.
Hayır hayır, Botero, şişmanların ressamı değil. 'Görünüşe aldanmayınız'ın ressamı. Zaten perspektifi de tersine çeviriyor bazen.
Çok akrabalık var bu resimlerde. "Sürükleme" adlı tablodaki boğa, Karakalem'in canavarlarına benziyor. Diğer akrabalıklarını ben saymayayım, çünkü sergi bünyesinde yer alan video-röportajda, yeniden ürettiği ressamları kendisi bir bir sayıyor. Röportaj İngilizce yapılmış, Türkçe altyazılı.
*
Ya Nurettin Erkan? O neyi değilliyor?
Erkan'ın tümü de çıplak olan ağır figürleri bir canlılık/ cansızlık tartışması sunuyor. Yaşayanın ne kadar yaşıyor olduğu. Yaşamayanın toprak mı taş mı olduğu. Akşam kızıllığında mı, sabah kızıllığında mı olduğu. Figürlerden bazıları için ne yaşıyor denebilir, ne de ölmüş. Heykele benzeyen bir yanı var bazılarının. Bazılarının da hayalete; özellikle daha çizgisel ve gölgeden ibaret olanların.
Heykele benzeyenlerin, uzaylıya benzediği de söylenebilir; filmlerdeki uzaylılar gibiler, havada duran kayalar da uzay duygusu yaratıyor. Kadın figürleri oldukları halde, hepsi saçsız. Bu açıdan, kampları ya da bazı eski tımarhaneleri çağrıştırıyorlar.
Nurettin Erkan'ın sergisi sona erdi ama, resimlerine internetten ulaşılabiliyor.
===================================================================
===================================================================
Medya
___________________________________________________________________________
10 ve 13 Temmuz tarihli gazeteler. Bir patlamada 65, diğerinde 73 kişi ölmüş. İlki 10., ikincisi 13. sayfada, küçücük haberler.
Soru: Sizce bu patlamalar Londra'da, Roma'da ya da buna benzer yerlerde meydana gelmiş olabilir mi?
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
"Çekliler çareyi suda buldu." (14.7.2010 tarihli Radikal)
Çekliler diye bir halk yok. Eskiden Çekoslovakya'da, şimdi de Çek Cumhuriyeti'nde yaşayan Çekler var.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
Internet sansürüne karşı yürüyüş
Tarih: 17.7.2010 Cumartesi
Saat: 17.00
Yer: İstanbul Taksim Meydanı'ndan Galatasaray'a
===================================================================
[22.7.2010 tarihli Radikal]
Sandığın iki yönü
Referandum konusunda kendimi en yakın hissettiğim açıklama Gencay Gürsoy'unki oldu. Konuyu yazmak için benim de kendi kendime aklımdan geçirdiğim cümlelerin esas olarak aynısını söylüyor Gürsoy, şöyle diyor:
"Öncelikle hayırcılardan değilim bunu
belirtmek istiyorum. Referandumda evet demek ile bu anayasa değişikliğini
boykot etmek arasında git-gel yaşıyorum ve henüz karar verebilmiş değilim.
Karar verme konusunda da AKP'nin seçim barajını indirme hususundaki tavrına
göre karar vermeyi düşünüyorum. Eğer seçim barajında anlamlı -CHP'nin iddia
ettiği gibi %7'ye değil de en az %5'e indirme konusunda bir esneme görürsem
evet diyeceğim. Görmezsem, diğer gelişmeleri izleyerek boykot edeceğim ve
seçime katılmayacağım. Bir süre daha gündemi izleyeceğim." (17
Temmuz tarihli BirGün gazetesi)
Referandum
konusunda şu ana kadar ortaya konulmuş olan tavırlar, belirli ana fikirlerin
etrafında oluştu. "Hayır"cılar, kendi içlerinde farklı nedenlerle
olmak üzere, bu referandumu AKP karşıtı bir güven oylamasına dönüştürme fikrini
esas alıyor. "Evet"çilere göre ise esas olan paketin içeriğidir ve bu
paket şu anki Anayasa'yı daha kötü değil, daha iyi bir duruma getirecektir.
"Yetmez ama evet"in mantığı da böyle.
Tam
çoğu kişi bu "evet/hayır"ın cenderesine sıkışmışken, bence bu olay
için en iyi siyasal mücadele aracı olarak, boykot fikri ortaya çıktı. Boykot
önerisini bu meselede neden en iyi tavır saydığımı açıklamaya çalışacağım.
En
önemli noktayı en önce söyleyeyim: Referandum meselesinde hem toplumun hem de
AKP'nin içinde bulunduğu süreci demokratik yönden sınamanın ve etkilemenin
birincil yolu boykottur. "Hayır"cılık, böyle bir olanağı baştan
kapatıyor ve AKP'ye demokrasi havarilerini oynaması için mükemmel bir fırsat
sunuyor: "Bakın, biz yolu açmak istiyoruz, onlar kapatıyorlar".
"Evet"
tavrı ise, AKP'ye açık çek veriyor. AKP'ye neden açık çek verilemeyeceğini, bu
referandumla ilgili gerekçeleriyle birlikte aşağıda açıklamaya çalışacağım. Bu
arada, "Yetmez ama evet"çilik de, yetmezlik durumunu AKP'ye söyletmiş
olmuyor, yalnızca kendisi söylemiş oluyor. Emanet oy veriyor yani. Emanet oy da
verilebilir elbette, eğer daha iyi bir yol bulunamazsa. Ancak, bu olayda daha
iyi bir yol var: Gencay Gürsoy'un dediğini demek, AKP'ye, senin kurduğun
sandığa gitmiyorum diyebilmek. AKP, oyunu yalnız başına oynadığı sürece bunu
hak edecektir.
İktidar
partisi AKP, paketi hazırlama sürecinde bir başına hareket etti, yani
antidemokratik davrandı. Şimdi Başbakan, diğer partilerin başkanlarıyla görüşme
politikası izlediğini söylüyor ama, BDP ile hâlâ görüşmüyor. Görüşmemek için
her seferinde bir başka bahane buluyor.
Bu
süreçte AKP'nin, demokratik ilkeleri değil, yalnızca kendi partisinin
çıkarlarını gözettiğini gösteren bir başka olgu şu oldu: Değişiklik paketinin
Meclis'e sunulan ilk halinde, AKP'nin ve onunla benzer siyasal konumda
olabilecek partilerin kapatılmasını zorlaştıran bir madde vardı. İlginç bir
biçimde Meclis'ten geçemeyen o madde, Meclis'in şu anki bileşimine göre AKP'yi
kapatılmaktan kurtarıyor, ama BDP'yi kurtarmıyordu. AKP pakete yalnızca kendini
kurtaracak bir madde eklemekte sakınca görmemişti.
Ancak,
tuhaftır, maddenin BDP'yi de kurtaracağını söyleyenler oldu. Hâlâ da oluyor. En
son, Oral Çalışlar, 18 Temmuz Pazar tarihli Radikal'deki yazısında, o maddeden
söz ederken "bu durumda BDP’nin kapatılamayacağını da hesaba
katarak..." diyordu.
Ben
o madde uyarınca BDP'nin kapatılamayacağı sonucuna nasıl varılabildiğini
anlayabilmiş değilim. Umarım ben yanılmışımdır da AKP paketin ilk halinde bile
olsa BDP'yi hesaba katmış, böylece geniş görüşlü bir adım atabilmiştir. Sonuçta
madde düşmüş bile olsa, bu girişim önem kazanır, AKP'nin olumlu puan hanesine
yazılırdı o zaman. Ama durum bu değil:
O
madde, partilerin kapatılmasını Meclis'in iznine bağlıyordu. İzin meselesini
görüşmek için, Meclis’te grubu bulunan her partinin 5 üyeyle katılacağı bir
komisyon kurulacaktı. Komisyonun üye tam sayısının üçte ikisi bir partinin
kapatılması için dava açılmasına ‘evet’ derse Anayasa Mahkemesi'nde kapatma
davası açılabilecekti.
Çalışlar,
bu hükmü Meclis'te şu anki yapıya uyarladığımızda, grubu bulunan 4 parti 5’er
üyeyle katılınca 20 üyeli bir komisyonun ortaya çıkacağını yazıyor. Doğru. 20
üyeden 14'ü ‘evet’ demedikçe kapatma davası açılamayacağı için en az üç
partinin ittifakı gerekiyor diyor, bu da doğru. Ancak, Çalışlar, "AK Parti
içindeki milliyetçi çekirdek, bu durumda BDP’nin kapatılamayacağını da hesaba
katarak, bu maddeye oy vermedi" diye devam ediyor ki, anlamadığım nokta da
bu: Maddeye göre BDP'yi kapatma izni verilmesi için gerekli olan en az üç
partili ittifak koşulu, AKP, CHP ve MHP'yi bir araya getiremez mi? Bence
rahatlıkla getirebilir ve AKP de o maddeyi bunu bilerek eklemiştir pakete. Ve
bu girişim, AKP'nin son süreçteki güvenilmezlik hanesini kabartan olgulardan
biridir.
İktisat hocam Sadun Aren'den öğrendiğim ve sonra da hep doğrulandığını gördüğüm bir ilke var: Dinamizm ya da süreç ilkesi. Aren'in söylediği kabaca şuydu: Hiçbir nesne ya da olguya kendi başına, kalıcı ve mutlak olarak 'iyi' ya da 'kötü' diyemeyiz. Dinamik açıdan, yani hangi eğilim içinde olduğuna bakarak değerlendirmemiz gerekir. Aren'in deyişiyle, iyiye giden bir kötü şey, kötüye giden bir iyi şeyden daha iyi olabilir.
Demokratik gelişmenin bir gereği olan her adım, hangi iktidarın attığına bakmaksızın desteklenebilir. Ancak, Aren'in dediği gibi, bir yandan da gidişata bakarak. AKP'nin gidişatı iyi (yani demokratik) değil. Şu haliyle, "hayır"dan da öte bir güvensizlik, bir yalnız bırakma göstergesi olarak boykotu hak etmektedir.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Çeviri olgusunun pek az akla gelen yönleri: İkincilleştirilmiş dillerden egemen dillere çeviri yapılırken neler olup bitiyor? Çeviri işinin etik yönleri ve bu konudaki tavırlar neler? Edebiyat eleştirisi ile çeviri arasında ne gibi ortak noktalar var?
Bu ve benzeri sorularla ilgili son derece aydınlatıcı bir çalışma:
Ayşe Ece, "Edebiyat Çevirisinin ve Çevirmeninin İzinde", Sel Yay., 2010.
===================================================================
===================================================================
Düzelti
___________________________________________________________________________
Geçen haftaki yazımın "Sergi" bölümünde yer alan "Karşı Sanat Çalışmaları'ndaki sergisiyle" sözünde "-ki" eki bir teknik hata sonucu ayrı çıkmış. Elbette bitişik olacaktı.
===================================================================
[29.7.2010 tarihli Radikal.]
Komşuma dokunma!
Yine tüm yazıları soruların doldurduğu günlere girdik. Dört başı bayındır bir provokasyonla karşı karşıya olduğumuz kanısı yaygın. Sorular ise provokasyonun kaynağına ya da kaynaklarına ilişkin.
Açıkça söylenen ya da ima edilen kaynaklar arasında, PKK, MHP ve ergenekon türü bir derin devlet olasılığı var. Çatışmalar PKK'ya, saldırgan sivillerin el hareketleri ve sloganları MHP ve Ülkü Ocakları'na, zamanlama ise Ergenekon türü, yani taktik amaçlarla kargaşa yaratmak isteyebilecek türden bir derin devlet hareketi olasılığına işaret ediyor.
Dünkü Radikal'de yer alan haberlere göre BDP Eşbaşkanı Kışanak, Dörtyol olayları için, elinde silah olanlar bahane edilerek sivil yurttaşlara saldırıldığına dikkat çekiyor. Kışanak'ın sözleri, sivil saldırı olaylarında PKK'nın payı olmadığı anlamına geliyor.
Aynı habere göre, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu ise "çok iyi tasarlanmış bir senaryo"dan söz ediyor ve "Senaryonun içinde PKK'nın da rolü var" diyor: "PKK'nın eylem biçimi de olan bitene hizmet ediyor".
Bence içinde bulunduğumuz koşullar için en önemli sorular da bu noktada ortaya çıkıyor: Kışanak mı haklı, yoksa devletin ve PKK'nın şimdiye kadar savaş mantığı temelinde yürüttüğü çatışma, şimdi iç savaş mantığına mı dönüştürülüyor? Öcalan "Çatışmaların şehirlere yayılması tehlikesi"nden söz ederken tehdit mi ediyordu, yoksa "tehlike" sözcüğünü gerçek anlamıyla mı kullanıyordu?
Ben bu soruların net yanıtlarını bilmiyorum. Çoğu kez görüldüğü üzere, devletin de PKK'nın da şahinlerinden ve güvercinlerinden söz edilebileceğini sanıyorum. Her ikisinin de denetleyemedikleri halde kendilerini sahip çıkmak zorunda hissettikleri "derin" iç yapılanmaları olabilir. Benzer bir durum, MHP ve SA'lar, pardon Ülkü Ocakları için de geçerli. Bunlar geleneksel olarak paramiliter zihniyetli güçlerdir.
*
Olup bitenlerin Abdullah Öcalan'ın "Çatışmaların şehirlere yayılması tehlikesi" sözünü hatırlatması boşuna değil. Bu tehlikeden pek çok kişi söz etti ama genellikle "tehlike" derken kastedilen gerçekten tehlike dediğimiz şeydi. Öcalan'ın sözleri ise gerçek anlamıyla bir "tehlike"den çok, tehdit olarak yorumlandı.
Geçenlerde Dicle Haber Ajansı yazılı olarak bir dizi soru yöneltmişti bana. Yanıtlarım 23 Temmuz günü dolaylı dille ve biraz fazla özetlenmiş olarak Günlük gazetesinde yayımlandı. Oradaki bir soru, Abdullah Öcalan'ın son çözüm önerilerini nasıl değerlendiriyorsunuz, biçimindeydi. Okumakta olduğunuz yazı açısından önem taşıdığı için, soruya verdiğim yanıtın aslını alıntılıyorum:
Abdullah Öcalan, benim kişisel olarak yakınlık duymadığım bir mücadele biçiminin, yani silahlı mücadelenin insanı. Onun söylediklerine ve yazdıklarına benim "savaş mantığı" dediğim mantık egemen. "Çatışmaların şehirlere yayılması tehlikesi"nden söz ettiği zaman, herkes haklı olarak bunu bir terör tehdidi gibi algılıyor. Benim bu mantığa katılmama imkân yok.
Ancak, izleyebildiğim kadarıyla Öcalan'ın çözüm önerilerinin [barış isteyen demokrat kesimlerin] talepleriyle ortaklaşan yanları da var ve bu bence iyi bir şey. Önerdiği yordamların ve önlemlerin bazıları barış için kafa yoranların yıllardır dile getirdiği fikirler. Sözgelimi, hakikatleri araştırma komisyonu gibi uygulamalar, çatışmalı dönemlerden geçmiş diğer ülkelerin deneyimlerinden öğrenip yıllardır dile getirdiğimiz yordamlardır.
Bu coğrafyanın tarihinde de "âkil adamlar" ve "ihtiyarlar heyeti" gibi gelenekler vardır. "Âkil" demek, aklına güvenilir demek. "İhtiyar" sözcüğü de bu bağlamda 'yaşlı' anlamına değil, 'hayrı, iyiliği çok olan kimse' anlamına gelir...
*
Şu an bu yanıt göze hayli naif görünebilir. Oysa dün öğle saatlerinde televizyonların canlı yayınlarında izlediğimiz, Hatay Dörtyol'da söz alıp konuşan ve sivil Kürt komşuları için "onlar bizim canımız, ciğerimiz, komşumuz, akrabamız; onların kılına halel gelmesi bize de halel gelmesidir" anlamında sözler söyleyen yurttaş mükemmel bir "âkil adam"dı ve barış bilincine verilebilecek yüksek bir bilinç örneğiydi.
Prof. Çiğdem Kâğıtçıbaşı da İnegöl olayları dolayısıyla konuşurken benzer şeyler söylüyor, ancak yanı sıra BDP'lileri "PKK'yı reddetmedikleri" için eleştiriyordu (NTV, 27 Temmuz Salı, öğlen haberleri).
Elbette canlı yayında kısa bir yorumda bulunuyorsanız, bu tür değerlendirmeleri yeterince geliştirme fırsatınız olmuyor. "PKK'yı reddetmek" sözü, belki bir fikir veriyor ama, pek net bir fikir değil aslında bu. PKK olgusu, başlayalı beri bin bir biçimde reddedilegeldi. "Terörist" sıfatı başta olmak üzere bin bir çeşit sıfat ve nefret sözleri, bu ret biçimlerinin başında geliyor.
Reddin bu biçimi kesintisiz 25 küsur yıl sürdü. Bir devlet politikasıydı ve suretihaktan görünmek isteyen herkes tarafından tepe tepe kullanıldı. Sonuçta parlamaya hazır bir kuru saman yığınına eşdeğer hınç birikimleri yarattı bu söylem.
Hınç birikiminde bu söylemin yanı sıra, devletin gelinen her kritik noktada savaş mantığını sürdürmesi, bir türlü gerçek bir barış politikasına geçmeyişi, Kürt varlığıyla ilgili olarak bütünsel bir bilinç yükseltme çabasına girişmemesi de rol oynadı.
Kürt sorunuyla ilgili savaş mantığı, her tür provokasyona açık bir yol. Ben bu yolu değil de barışçıl, silahsız mücadele yolunu seçtiği için BDP'lilerin de esas olarak PKK'yı reddeden bir çerçevede yer aldıklarını düşünüyorum. BDP'nin mücadelesi, nesnel olarak, savaş mantığına değil, demokratik mantığa, barış mantığına uygundur.
PKK'ya "terörist" demek, PKK'yı reddetmenin tek yolu ya da barışın ön şartı gibi sunuluyor. Oysa bu sıfatın PKK'ya tam olarak uymadığını herhalde en iyi bilenler, sivil ve asker devlet mensuplarıdır. Ancak, tıpkı diğer devletler gibi Türkiye Cumhuriyeti de bu sıfatı duruma göre kullanılan bir mücadele aracına dönüştürmüş durumda.
Çok yazıldı: Hangi devletin ne zaman, kime ve hangi örgüte 'terörist' diyeceği belli olmuyor. Devletleri bir yana bırakacak olursak dünya kamuoyunca oybirliğiyle 'terörist' sayılanlar ancak Baader-Meinhoff gibi yalnızca terör yöntemine başvuran ve halk desteği olmayan örgütlerdir. PKK ise, 'gerilla' terimi için verilen tanıma uyan ve zaman zaman da terör eylemlerine karışan bir örgüt. Bu niteliğiyle, daha çok FKÖ'ye ve IRA'ya benziyor. AB'nin, ABD'nin ve daha başka devletlerin bu örgütlere "terörist" demesi eminim yığınla pazarlık sonucu elde edilmiş birer sonuçtur. Devlet dışı varlıklar olarak bizlerin PKK'yı reddetmenin başka yollarını bulmamız gerekiyor.
*
Yazıyı bitirirken, İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın canlı yayındaki açıklamasını izliyorum. İnegöl'deki olayların herhangi bir hazırlıklı provokasyon olmadığını, spor amigolarının infialinden ibaret olduğunu söylüyor. Umarım söylediklerine kendisi de inanıyordur.
Bakan, hiç kimsenin devletin yerine geçerek suçluları cezalandırma ayrıcalığı olmadığını da söylüyor ayrıca. "12 Eylül öncesi"ni hatırlayacak yaşta olanlar, bu sözün, "devletin yerine geçerek suçluları cezalandırma ayrıcalığı" sözünün, hangi kesim için kullanıldığını gayet iyi bilir. Her provokasyon döneminin demirbaşıdır bu söz.
Bu kez cezalandırılmaya kalkılanlar ise, suçlular filan değil, düpedüz sivil Kürt yurttaşlar oldu. Kapısına çarpı işareti koymak yerine bayrak asmış asmamış mı diye bakan gruplar tarafından.
Öyle görünüyor ki önümüzdeki günlerin esası, "Komşuma dokunma!" fikri olacak.
[5.8.2010 tarihli Radikal]
"Devlet politikası"
Kendim izlemedim, internette yayımlanan Sesonline haber sitesinde okudum: Habertürk kanalında konuşan emekli Koramiral Atilla Kıyat, 1993-1997 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da işlenen "faili meçhul cinayetler" ve "gözaltında kaybedilenler" hakkında açıklamalar yapmış. O cinayetlerin "devlet politikası" olduğunu, o dönem yüzbaşı, üsteğmen olan kişilerin emir üzerine bu cinayetleri işlediklerini ve dönemin cumhurbaşkanlarının, başbakanlarının ve genelkurmay başkanlarının hesap vermesi gerektiğini söylemiş.
Haberde bir yanlışlık yoksa, Atilla Kıyat ünlü Fransız yazar Emile Zola'nın "Suçluyorum!" başlıklı yazısındaki cesaretin aynısını, belki daha da büyüğünü göstermiş demektir.
"Devlet politikası" terimi, yasaması yargısı yürütmesi ve askeriyesiyle tüm devlet kurumlarının katıldığı politika, anlamına geliyor.
Kıyat şöyle demiş:
"O zaman maalesef ülkeyi idare edenler, faili meçhulleri de terörizme önlem olarak gördüklerini düşünüyorum. Çünkü bir üsteğmen, 'Ben Hasan'la Mehmet'i bir halledeyim de bu terörizmi bitireyim' diyemez. Birileri emir verdi."
Kıyat o yıllarda yapılanların "bölgede ülkesine karşı kin kusan bir neslin yetişmesine sebep" olduğunu da söylemiş. Yalnızca o yıllarda mı? Daha öncesini ve 12 Eylül dönemini belki de artık herkes biliyor diye anmamıştır.
Kürtlerin 'inkâr ve imha' adını verdiği, 'kirli savaş' diye de anılan olaylardır bu suçlamanın konusu. Bir gün ibret dolu ciltler oluşturacak. Kıyat'ın açıklaması, karşılık bulsun ya da bulmasın o ciltlerde tarihsel, yüz akı bir davranış olarak yer alacak.
Şimdi sıra bu suçlamanın muhataplarında. İzleyip göreceğiz.
*
Televizyonlarda çokları habire Kürtlerle nasıl da bin yıllık kardeş ve akraba olduğumuzu, Rusların işgaline karşı ve Çanakkale'de nasıl da birlikte savaştığımızı vb vb anlatıyor. Ninni niyetine, günde üç öğün. Yarım hekim candan, yarım imam imandan edermiş: Kürtlere biz sizin adınızı önce güncel ortamdan, sonra siyasi coğrafyadan, en sonunda da sözlüklerden sildik, üstünüzde onyıllarca en acımasız devlet terörünü uyguladık demiyor hiç bu muhteremler.
Ve Fatih Altaylı, kirli savaştaki tecavüzlerden söz eden Avukat Eren Keskin'e taciz tehditleri savurduğu programına devam edebiliyor. Bir utanç dönemi geçirdiğine ilişkin belirti ne kendisinde var, ne de programına katılıp ona payanda olanlarda.
Ve Tansu Çiller, atlı-yatlı hayatının içine yayılmış, "kurşun atan"lara onay vermek, Madımak canilerini mağdur saymak gibi sabıkaları hiç yokmuş gibi rahat ediyor.
Ve eski General Kenan Evren hesap vermeden ölmek istiyor. Süleyman Demirel, kendisini ve Ecevit'i dört duvar arasına kapatan bu şahsı sırtlamaktan usanmıyor, herhalde Devlette Devamlılık adlı çok perdeli komedi uyarınca...
Böyle bir ortamda Kıyat'ın gerçekliğe gösterdiği saygı, ilaç gibi geliyor insana.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Cumhuriyetin ağır, zora dayalı asimilasyon politikalarına olgu olarak yığınla örnek verilebilir. Ayrıca, "temsil" adıyla dilde de yer bulmuştur bu politika.
Ahmet İnsel'in 3 Ağustos Salı tarihli Radikal'deki yazısında, Dipnot Kit. tarafından yayımlanan "Umumi Müfettişler Toplantı Tutanakları - 1936"dan söz ederken kullandığı "temsil" sözcüğünün bu bağlamdaki anlamı 'asimilasyon'dur. İnsel'in yazısında geçtiği yer şöyle:
"dönemin
Türkiye devleti yöneticilerinin imha ile 'temsil' yani 'Siz Kürt değil
Türksünüz' yönünde telkin politikaları arasında bocaladığı görülüyor".
Buradaki "temsil" işte tam o temsil: Arapça 'misl' (benzer/i) kökünden türemiş. Anlamlarından biri, "özümleme, alınan gıdanın uzviyete dâhil edilmesi, fr. assimilation" (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kit., 1993).
*
İşte dünkü gazetelerin haber verdiği, çiçeği burnunda bir 'temsil' örneği:
Van'da bir parka Feqiyê Teyran adının verilmesi valilikçe yasaklanmıştır. Gerekçe, ilgili yönetmeliğin 24. maddesi. Bu maddede şöyle bir hükmün yer aldığı anlaşılıyor:
"Mahalle,
sokak, cadde, bulvar, meydan ve benzeri yerlerin adları Anayasa'nın temel
ilkelerine, yürürlükteki mevzuata, genel ahlaka aykırı, ayrımcılığa ve
bölücülüğe yol açabilecek nitelikte tespit edilemez. Yabancı dil kurallarına
göre teşkil edilmiş kelime ve ifadeler ile müstehcen ve gülünç adlar
konulamaz."
Kendi yurttaşlarının adlarını ve kültürlerini yasaklayan bir devlet! Bu yasak ve yönetmelik hükmü acilen kaldırılmalı, devlet belediyelere ve kararlarına saygı duymalıdır.
===================================================================
===================================================================
Ayrımcılık
___________________________________________________________________________
TMK mağduru çocuklarla ilgili yoğun mücadelenin öncülerinden Mehmet Atak, yaş ayrımcılığı yaptığıma ilişkin iyi bir eleştiri yolladı. Dicle Haber Ajansı'nın, Günlük gazetesinde yayımlanan ve geçen hafta bu sütunlarda da değindiğim sorularına verdiğim yanıtlarda şöyle demiştim:
"Bence Tarık Ziya Ekinci, Gencay Gürsoy ve Büşra Ersanlı gibi barışa emeği geçen âkil kimseler başta olmak üzere, yaşına ve başına herkesin saygı duyacağı bir komisyon oluşturulabilir. Böylece 'açılım' sürecinin sivil yani devlet dışı kesimlerinin çabaları daha iyi toparlanabilir."
Mehmet Atak yaş ayrımcılığı konusundaki eleştirisinde haklı. "Âkil kimseler"den söz ederken işin içine yaşlarını da katmakla düpedüz tutuculuk etmişim. 'Herkesin saygı duyacağı bir komisyon' demek yeterli olurdu. Atak'a teşekkürlerimle.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
"İstanbul'da Farklı Dinlere Mensup Kadınlar" paneli
Moderatör: Doç. Dr. Oğuz İçimsoy
Konuşmacılar: Dr. Kornilia Bayvertyan, Melisa Çalımlı, Prof. Dr. Aynur Koçak, Karen Gerson Şarhon
Tarih: 7 Ağustos 2010 Cumartesi
Saat: 13.00
Yer: Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı,
Kadir Has Caddesi, Fener Vapur İskelesi karşısı,
Haliç, Fener / İstanbul
Tel. 0212 621 81 34 – 0212 523 74 08
===================================================================
===================================================================
İnsanlar
___________________________________________________________________________
İri bir pan yürüyor, bazen yavaşlasa da. Yüzünde fena gölge, siz tanımıyorsunuz. "Merhaba"sını duyup tanıyorsunuz birden, "A... merhaba!" Kıkırdıyor geçerken.
===================================================================
[12.8.2010 tarihli Radikal]
Bilgibilimsel bir sorun
'Türk' nedir?
Güncel kullanımda ve başvuru kaynaklarının çoğunda 'Türk' sözcüğünün tanımı ikilidir: 1) Türk kavmine (etnisitesine) mensup kimse; 2) Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı.
Türk sorunu, dil açısından, cumhuriyet boyunca devletin bu iki tanımı her fırsatta tekleştirmesinin adıdır. Başka bir deyişle devlet, 'Türk' sözcüğünün dile getirdiği olgular ile, o olguların algılanma ve sunulma tarzını birbirinden ayırt etmemiş, demagojik bir süreci yeğlemiştir. Bu sürece biraz yakından bakalım.
Yukarıdaki tanımlardan ilkinde, Türk dil ve lehçelerinden birini anadili olarak konuşan belirli kültürel-tarihsel topluluklar, yani olgusal bir gerçek esas alınıyor. Cumhuriyet öncesi Türkçesinde 'Türk' sözcüğünün anlamı bu birincisinden ibaretti; herhalde Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan tüm kavimlerin dillerinde de öyleydi.
O dönem 'Türk' sözcüğüyle ilgili olarak bugünkü Türkiye Türkçesinde gördüğümüz ikilik daha çok batı dillerinde vardı: Batılılar, buradaki devletten ve devlet yöneticilerinden söz ederken Osmanlı (Ottoman) diyorlardı ama, imparatorluğun tebaasından söz ederken 'Osmanlı' değil, 'Türk' diyorlardı. Avrupa tarihinde 'Osmanlılar geliyor' diye bir korku cümlesi yok, "Türkler geliyor" diye bir korku cümlesi var. 'Osmanlılar geliyor' sözü herhalde yalnızca sarayların kabul törenlerinde, elçilerin ve benzeri zevatın gelişi için kullanılmıştır. Korku öğesi olarak gelen "Türkler"in içinde ise herhalde çok çeşitli etnik kökenlerden insanlar vardı.
İkinci tanım ise, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranların projesidir: Birinci tanımdaki anlamıyla, yani etnik açıdan Türk olmayan yurttaşlara da Türk sayılma olanağını 'bahşeden' "Ne mutlu Türküm diyene" ilkesi. Doğal ya da tarihsel/olgusal bir gerçekliğe dayanmayan, bütünüyle siyasal/toplumsal bir proje.
Böyle bir projenin gerçekleşmesi ancak ikircimsiz bir siyasi irade, yüksek bir yurttaşlık ve demokrasi bilinciyle başarılabilirdi. Bunlar ise bugün bile ulaşılamamaış koşullar. Daha doğrusu, bugün yine toplum olmanın, demokrasi olmanın olmazsa olmaz koşulları bunlar, ama daha ilk elde, devrim koşullarının etkisiyle filizlenecekken, egemen gücün/iktidarın ağırlığı altında hızla ezildi.
Biz yurttaşlar şu "devlet politikaları"nın 'iç yüz'ünü inanılmaz gecikmelerle öğreniyoruz. 1915'i, 1938'i, 1942'yi, 1955'i, 1964'ü ve belki şu an hâlâ bilmediğimiz daha başka tarihleri okulda öğrenenimiz var mıdır?
İlkokulda "Biz kimleriz" sorusuna "Altaylardan gelen erleriz" yanıtını veren şiirler okuduğumuzu hatırlıyorum. Altaylar'dan gelen erler!
Bu tanım 'Türk' sözcüğünün yalnızca birinci tanımına uyuyor. Daha doğrusu, o tanımın yalnızca erkeklerine. Oysa şiirin bağlamı, 'biz' derken tüm yurttaşları kapsar gibi sunulmaktadır. Diğer kavimler ve biz kadınlar dışlanmıştık okuldaki "biz"den. Dışlanmayı içselleştirerek hem de! Demagoji=halkı aldatan söylem.
Devlet adamları zaman zaman "bizim Ermeni (/ Kürt/ Roman vb) vatandaşlarımızla hiçbir sorunumuz yoktur" gibi açıklamalar yapar. Oysa aynı devlet adamları "soydaşlarımız" dediklerinde yalnızca dış Türkleri, yani etnik Türkleri kastettiklerini herkes bilir. Bu konuda yıllardır tanık olduğum tek istisna, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün bir seferinde Irak Kürtleri için, "onlar da bizim soydaşlarımızdır, bizim yurttaşlarımızın soydaşlarıdır" demesiydi. Hakkını teslim etmiş olayım.
Ancak, tek istisna kaideyi bozmuyor. Hem bilgibilimsel, hem de birinci sınıf bir siyasal sorun olarak, yukarıda tanımladığım Türk sorunu devam ediyor. Kürt sorunuyla ikisi, aynı madalyonun iki yüzü.
Son bir not: Etnik olgu ırk olgusu değildir. 'Irk' kavramı biyolojik/ anatomik özgünlük fikrine dayanırken, 'etni/k' kavramı dil ve kültür ortaklığına işaret eder, kültürel ve tarihsel bir olgudur. Bunları dikkate almadan, "etnikçi, ırkçı" gibi sıfatları uluorta kullananlara duyurulur.
===================================================================
Söylem sorunları
___________________________________________________________________________
"Dünyanın her yerinde, yabancılar birbirleriyle sadece havalardan konuşur."
Tom Waits bir şarkısında böyle dese de, onun "dünya" dediği, Anglosakson dünyası. Bizim buralarda sözgelimi, 'üst sınıf'lardan 'alt sınıf'lara, kentlerden köylere doğru gittiğimiz ölçüde, yabancılar birbirleriyle nereli olduklarını, evli ve çocuklu olup olmadıklarını, ne iş yaptıklarını... Konuşurlar.
===================================================================
===================================================================
Sinema
___________________________________________________________________________
Inception
"Başlangıç" diye çevrilmesi bence de iyi olmamış. Filmde "inception"dan kasıt, etkin bir fiil: Bir fikrin aşılanması. Dolayısıyla, adı 'Aşılama' olabilirdi.
Ana öykü Hollywood sinemasının favori izleklerinden birine dayanıyor: Yas çalışması.
Filmine göre, ya çevrenin ve belki yeni bir aşkın yardımıyla 'hayat devam ediyor'un kabullenilmesi, ya da daha incelikli yönetmenlerin elinde, kaybın ve suçluluk duygusunun bilinç düzeyinde işlenmesi yoluyla o defterin kapatılması...
Başlangıç'ın ana öyküsü de bu şablon üzerinden, ama ruhbilimin diğer bazı temel kavramlarını da devreye sokmaya çalışarak, bir ailenin başına gelmiş uğursuzlukla uğraşıyor. Tıpkı bir önceki büyük seyirlik Avatar gibi, teknolojik gösterisi ve hızıyla etkileyerek. Ancak Başlangıç, Avatar'dan farklı olarak, ruhbilimi görselliğe doğrudan doğruya dahil etmeye çalışmak gibi bir yeniliğin peşinde. Sözgelimi yönetmen, 'gerçek' yaşamda var olan zaman-mekân sınırlarının rüyalarımızda ve bilinçdışımızda bulunmadığını gözümüzle görmemizi istiyor vb.
ABD'de müthiş rağbet görüyormuş film. Türkiye'de aynı sonucu elde edeceğini pek sanmıyorum. Sonuçta burası milletin 'psi'ye yani ruh doktoruna akın ettiği bir toplum sayılmaz. Filmi ise, ruhbilimin abc'sinden haberdar olmadan izlemek zor.
Belki abc'sinden haberdar olunca da izlemek zordur: 'Bilinçaltı'nı, aşağıya inince bulabileceğimiz, yalınkat bir katman gibi göstermenin bir kabalaştırma olup olmadığı gibi sorular tartışılmaya değer.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
UNICEF İyi Niyet Elçisi
Kübalı "
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin kabul edilişinin 20'nci yıldönümünde Türkiye'de (İstanbul, Eskişehir, Ankara).
Tarih: 16 ve 17 Ağustos 2010
Saat: 21.00
Yer: İstanbul Kadıköy Selamiçeşme Özgürlük Parkı
Tel: 0216 414 22 39
Düzenleyen: "José Marti" Küba Dostluk Derneği ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi.
Program Eskişehir ve Ankara'da devam edecek, 23 Ağustos'ta İstanbul'da Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde tamamlanacak.
Biletler: http://www.biletix.com/event.htm?id=LTNA4
http://www.biletix.com/event.htm?id=LTNA3
Eskişehir ve Ankara programı için:
http://www.kubadostluk.org
istanbul@kubadostluk.org
gulzerin@gmail.com
===================================================================
[19.8.2010 tarihli Radikal]
Hrant Dink "Türk düşmanı" mıydı?
Devlet, Hrant Dink'i "Türk düşmanlığı"yla suçlamaya devam ediyor.
Dink'in sağlığında kötü ünlü 301. maddeden ötürü aldığı cezaya karşı AİHM'de açtığı dava için hükümetin yolladığı savunmaya ilişkin haber, 15 Ağustos 2010 tarihli gazetelerde ayrıntılarıyla yer aldı. Hükümetin savunması aynı suçlamaya dayanıyor: Hrant Dink'i hedef yapan suçlama!
Katlin ardından Nokta dergisi Hrant Dink'in söz konusu yazısında gerçekte ne dediği konusunda benden, Feyza Hepçilingirler'den ve Yusuf Çotuksöken'den yorum istemişti. Derginin 1 Şubat 2007 tarihli sayısında üçümüzün yazılarından oluşan bir dosya yer aldı. Tıpkı mahkemeye sunulan bilirkişi raporu gibi Türkçeyle uğraşan bizlerin analizleri de iddianın geçersizliğine işaret ediyordu.
Gerçi Hrant Dink'i kişi olarak tanıyan ya da yazılarını az çok izleyen herkes bu iddianın ne kadar yersiz olduğunu dile getirmişti, hâlâ da dile getiriyor: Türk düşmanlığı ırkçılıktır ve Hrant Dink, ırkçılığın tam tersi her ne ise, işte tam odur. Ancak, onu ve yazılarını bilmeyenler için, yazısının dil açısından analiz edilmesi önemliydi ve gerek bilirkişinin gerekse bizlerin yaptığı da buydu.
Mahkeme nedense bilirkişiyi dikkate almamış, yöneltilen "Türk düşmanı" suçlamasını onaylamıştı. Ve acınacak birileri alet oldu, Hrant Dink o yazısı bahane edilerek katledildi. Bizim yazılarımız ise hükmün ve ne yazık ki Dink'in katledilmesinin sonrasına denk geliyordu.
Şimdi bu acı durmadan tazeleniyor. Hrant Dink'e mahkemenin yönelttiği suçlama şimdi de hükümet tarafından yineleniyor. Katillerin savunmaları ile hükümetin savunması aynı teze, aynı suçlamaya dayanıyor! Dolayısıyla, Nokta dergisindeki, Dink'in suçlama konusu yapılan yazısını analiz eden yazımı aşağıda sunmak gereğini duyuyorum. Başlık "Zor yazı"dır.
*
"Bir insan bütün canlılığıyla gözünüzün önündeyken, ölüm kavramı durmadan gelip bu görüntüye çarparak şimşekler çıkarırken, onun kaleminden çıkmış bir yazı üstüne açıklamalar üretmek fazlasıyla zor. Zor ama, aynı ölçüde de zorunlu. Hrant Dink'in ne dediğini anlamak istiyorsak elbette.
Gazeteci Hrant Dink'in 'Türk düşmanlığı'yla suçlanıp hüküm giyen sözü, sekiz yazılık bir dizinin sonuncusundaki giriş paragrafından ibaret.
Dizideki diğer yazıları okumamış biri için, irkiltici bir paragraf gerçekten de bu. Diğer yazıları okumuş olanlar için bile, başvurduğu eğretilemeye özel bir dikkat, değişmecelere özel bir duyarlık gösterilmediği sürece, yine irkiltici olacaktır.
Dink'in eğretilemesi, dizideki altıncı yazının başlığıyla birlikte oluşuyor ve son üç yazı boyunca devam ediyor. Bu başlık şöyle: Ermeni’nin 'Türk'ü.
Buradaki Türk sözcüğü, 'gerçek anlam' denilen anlamının dışına çıkarılmış, özel bir anlama büründürülmüştür, tıpkı 'Tanpınar'ın Bursa'sı' sözündeki gibi. 'Tanpınar'ın Bursa'sı' sözündeki 'Bursa' kavramı nasıl genel Bursa kavramından farklı ve anılarıyla, değerleriyle Tanpınar'a özgü bir imge ise, 'Ermeni'nin 'Türk'ü' sözündeki 'Türk' de bildiğimiz olağan Türk kavramı olmayıp, özgül, belirli bir imgedir: 'Ermeni'nin gözündeki, soykırımın faili fikriyle belirlenmiş, kirden ibaret gibi görünen 'Türk' imgesi.
Hrant Dink, ana konusu Ermeni kimliği olan yazı dizisinin bütününde bu özgülleşmiş 'Türk' imgesinden söz ediyor. Her seferinde böyle tırnak içinde ve tekil olmak üzere. Bu imgeden değil de bildiğimiz olağan Türk kavramından söz etmek istediğinde ise tırnak kullanmıyor ve sözcüğe çoğul eki getiriyor: 'Sonuçta Ermeniler’in bin yılı aşkın süre İslamla ve Türklerle yaşanmış bir biraradalığı mevcuttur. (...) Ermeniler ve Türkler birbirlerine bakışlarında klinik iki vaka durumundadırlar' örneklerindeki gibi.
Özetle, Hrant Dink'in yazı dizisinde Türk sözcüğü iki farklı biçimde ve iki farklı anlamda kullanılmış: Birincisi alışılmış, olağan anlamıyla, genellikle çoğul eki getirilerek, ikincisi ise, tırnak içinde ve tekil olmak üzere. Bu ikinci kullanımdan kasıt, yukarıda da belirttiğim gibi, ortalama Ermeninin kanına işlemiş, özel ve belirleyici bir 'Türk' imgesidir.
Dink dizi boyunca bu kurguya göre konuşuyor: Ortalama Ermeni kimliğini bir beden, canlı bir organizma gibi kurguluyor ve bu bedende dolaşan kanın, ortalama Ermeni tarafından üretilen özgül 'Türk' imgesinden oluştuğunu söylüyor. Kurguya göre 'Ermeni'nin damarlarında 'Türk' dolaşmaktadır ve bu, Ermeninin duyduğu nefretten ibaret, o nefretle kirlenmiş bir imge-kandır. Sonuncu yazının mahut paragrafında boşalmasından söz edilen kan, işte bu eğretilemeli imge-kandır.
Hrant Dink'in anlatımındaki zorluğu yaratan öğelerden birincisi bu özgül 'Türk' imgesi, ikincisi 'kan' sözcüğünün o güçlü olumsuz çağrışımı ise, üçüncüsü de 'boşalma' fiilinin kullanımıdır.
Bu 'boşalma' fiilinin üzerinde biraz duralım. Fiilin, şu örnekteki gibi kullanımlarını hatırlayalım: 'Giden öğrenciden boşalacak ön sıraya, en arkadaki öğrenciyi oturtalım.'
Öyle görünüyor ki Hrant Dink, 'Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerine' derken 'boşalma' fiilini bu örnekteki anlamıyla kullanmıştır.
Başka bir deyişle, ortalama Ermeni'nin kimliğinin bir parçasına dönüşmüş olan özgül 'Türk' imgesinden vazgeçilmesiyle boşalacak olan yere, tıpkı yukarıdaki iki öğrenciden boşalan ön sıra gibi, arkalarda kalmış olan 'asil damarında mevcut' 'temiz kan' konacaktır, diyor Hrant Dink. Buradaki 'temiz kan'dan kasıt, kurgunun ve eğretilemenin bütün öğeleri göz önüne alındığında, nefretten arınmış, olağan insan kimliğidir.
Okurun söz konusu paragrafı yukarıda açıkladığım gibi okuması için, dizinin bütününü, özellikle de son üç yazıyı her tür önyargıdan arınmış bir dikkatle izlemiş olması gerekir. Aksi halde, çiğ bir Türk düşmanlığıyla karşı karşıya olunduğu fikrine kapılması olasıdır. Oysa böylesine bir ırkçılığın Hrant Dink'e en uzak düşünce olduğunu bilmek için onu bir yazar olarak izlemiş, okumuş olmak yeter.
Hrant Dink belli ki, kendisini yeterli ölçüde izlememiş ya da önyargılarından kurtulamamış bir okurun bu paragraftan çıkaracağı ilk anlamın yukarıda açıkladığım anlam olmayacağını düşünmemiştir. Her yazarın başına gelebilen bir durumdur bu: Siz kendi zihninizdekini yazdım sanırsınız, oysa sizin kastınızdan bütünüyle farklı anlamlar çıkaracak okurlar her zaman vardır.
Okurun görevi, metne ve yazara hakkaniyetli davranmaktır. Nesnel ve bilimsel yorum, metni cümle cümle değil, oluşan bağlam içinde değerlendirmeyi gerektirir. Bağlam, ilgili cümlelerin yer aldığı metinsel bütün demek. Örneğin, mahkemenin atadığı bilirkişinin bu dikkati gösterdiği, görüşünü bildirirken metnin genel bağlamını göz önünde bulundurduğu anlaşılıyor. Ne yazık ki mahkeme farklı yönde karar vermiştir.
'İroni, mecaz, eğretileme' gibi söz sanatlarına başvuran yazıların anlaşılma şansı düşüktür. Özellikle de işin içine önyargılar ya da eşduyum kıtlığı girince.
Yahya Kemal, 'İnsan insanın ufkudur' demişti. Ufkumuza önyargısız bakmak insanlık görevimiz olsun."
[26.8.2010 tarihli Radikal]
İktisadi bağımsızlık
Geçenlerde bir televizyon programında kendisiyle söyleşi yapılan Vatan Kitap editörü Buket Aşçı, günümüz eleştirmenlerinin bağımsız olmadığını söylüyordu. Bağımsız eleştirmen örneği olarak, bir yayınevi kurup yönetmiş ve geçimini öyle sağlamış olan Fethi Naci'yi veriyordu. Başka bir deyişle, eleştirmenin iktisadi bağımsızlığından söz ediyordu Aşçı.
Fethi Naci elbette bağımsız bir eleştirmendi, her açıdan. Ancak, Buket Aşçı, olumlu ya da olumsuz, Fethi Naci'den başka ad anmadı ve böylece yaptığı örtülü bağımlılık genellemesiyle, adı eleştirmene çıkmış herkesi töhmet altında bırakmış oldu. Hatırlıyorum, birkaç yıl önce de benzer bir şey yaşanmış, o zaman sözlü değil de yazılı olmak üzere Semih Gümüş ve Zeki Coşkun tarafından, yine ad verilmeden, 'para karşılığı 'eleştiri' yazıldığı' öne sürülmüştü, Buket Aşçı ile benzer imalarda bulunularak.
O zaman da değinmiştim bu konuya: bkz. "Çıkar suçlaması", 8 Şubat 2004 tarihli Radikal İki. Orada söylediklerim konusunda ne Gümüş'ten bir açıklama gelmişti, ne de Coşkun'dan.
Oysa önemli konu bu 'bağımsızlık'. Peki eleştirmenin iktisadi bağımsızlığı dendiğinde neyi anlamalıyız? Kimden ya da hangi kurumdan bağımsızlık?
Bence, konu edindiği yapıtların yazarlarından ve yayıncılarından bağımsız olmaktır eleştirmen için söz konusu olan. Eleştiri, hatta tanıtım ya da değerlendirme yazanların, kendilerini bağımsız sayabilmeleri için, telif ücretini -alacaklarsa- yazdıkları eleştiri, tanıtım ya da değerlendirme vb yazısını yayımlayan kurumdan almaları gerekir. Eğer konu edindikleri yapıtın yazarından ya da yayıncısından doğrudan ya da dolaylı bir 'telif' alırlarsa, bağımsızlıklarını yitirdiklerinin resmidir.
Bence bu konudaki etik ilke böyle anlaşılmalı. Şimdi Buket Aşçı'yı da önceki benzerleri gibi ortaya konuşmamaya, neyi ve kimi kastettiğini açıklamaya çağırıyorum. Töhmet iyi bir şey değil. 'Suçlama' anlamına geliyor; 'vehm'den (Arapça)...
*
1960'lı yılların gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemlerde kilit kavramlarından biriydi, 'iktisadi bağımsızlık'. Matematik/mutlak bir anlamda değil, adalet ve özgürlük çerçevesinde düşünülmesi kaydıyla, çağın etiğini temsil eden kavramlardan biridir bence, tıpkı 'eşitlik' gibi.
İktisadi bağımsızlığı sömürü kavramından ayrı düşünmek zor. Sömürüyle ilişkili olmayan bağımlılık türleri mesele edilmemiştir. Yine de, sömürüyle ilişkili olmayan bağımlılık türlerinin de sömürü gizilgücü taşıdıkları kabul edilirse, bağımlılıkları azaltmanın her zaman ferahlatıcı olduğu söylenebilir. Hoca boşuna dememiştir, "parayı veren düdüğü çalar" diye; çalar, ya da bir gün bir biçimde çalmak isteyebilir.
Ruhbilim 'bağımlı kişilik bozukluğu' diye bir hastalıklı durumdan söz ediyor. Bu bağımlılığın belirtileri arasında, kendine güvensizlik, çaresizlik duygusu, kendini hak sahibi sayarak başkalarını kendi üzerinde egemenlik kurmaya itmek vb sayılıyor. İlginç olan, bağımlı kişiliklerin bu ilişki içinde iktisadi açıdan sömürülen konumunda olabildikleri gibi, sömüren konumunda da olabilmeleri...
İşin iktisadi bağımlılık yönünü ölçüp biçmek her zaman daha kolay. Mal, para ve hizmet, kimden, hangi kurumdan ya da hangi ülkeden, kime, hangi kuruma ya da hangi ülkeye aktarılıyor? Bu aktarmaların oranı ve zaman/mekân içindeki seyri nasıl? Bunlara bakarak sömürüyü somut olarak görebiliriz.
Gerçi kişiler de, devletler de bu "sömürü" sözcüğünden hoşlanmazlar, bunun yerine bir yığın başka terim dolaşımdadır: Ödemeler dengesi, dış ticaret hadleri, ücret, fiyat, maliyet, bazen dayanışma vb vb. Gerçi bu terimler de işe yaramaz değildir, olup biteni çeşitli açılardan saptamayı kolaylaştırırlar, ancak hepsi dolaylıdır. Ayrıca bir bölümünün iş çevreleri dışında pek öğrenilmemesine dikkat edilir.
Batı dillerinde sömürü kavramını anlatan sözcük her zaman saydam değildir: Exploitation. 'Exploitation' sözcüğü ile 'sömürü' sözcüğünün anlam alanları birbirine tam olarak denk gelmez. Maden yataklarının işletilmesi de 'explotation'dır sözgelimi, ama Türkçede işin bu teknik yanına 'sömürü' demeyiz. Maden işletmek deriz. Madenlerin işletilmesinde sömürü olabilir de, olmayabilir de. Kurduğum şu son cümleyi batı dillerinde aynı rahatlıkla kuramayız, bazı açıklamalar eklemek gerekir. Gerçekten de 'sömürü', Türkçenin en iyi sözcüklerinden biridir. Hep bir tarafı gönendiren o berbat ilişki tarzını kusursuz bir biçimde dile getirir. Ve neyin sömürü olup neyin olmadığını düşünmek, insanı ahlak sahibi kılar...
Kavramın Arapçası olan 'istismar'ı ise Türkçeye almışız ama, günümüzde anlamı daralmış, 'kötüye kullanma'dan ibaret kalmış ve daha çok iktisadi olandan farklı ilişkiler için kullanılıyor; batı dillerindeki 'abuse'un karşılığı olarak.
Bir de 'duygu sömürüsü' terimi var, demagojinin bir türü.
*
1960'larda iktisadi bağımsızlık kavramının ön plana çıkması, İkinci Dünya Savaşı sonrasında eski sömürge ya da yarı sömürge ülkelerin siyasi bağımsızlıklarını kazanmasıyla ve Marksizmin artan saygınlığıyla ilgiliydi.
Elbette bir de, kadınların özgürleşme hareketleriyle: Çünkü kadınlar, iktisadi bağımsızlığın özgürlük babında oynadığı rolün bilincine varmaktaydılar. Yıllar ve yüzyıllar boyu zorla çalıştırıldıktan sonra, tam da bu 'çalışma' denen şeyi kendi lehlerine çevirebileceklerini fark etti kadınlar. 'Çalışma'yı aşmaya başlamışlardı! Yıllar ve yüzyıllar boyu örtünmeye zorlanan kadınların da bu durumu kendi lehlerine çevirebileceklerini fark etmeleri gibi.
Son olarak erkeklerle ilgili bir sorgulama: Haberlerde görüntülerini izlediğimiz bütün o resmî törenlerde, BDP dışındaki siyasi partilerin toplantılarında ve basın açıklamalarında, iktidar zevatının etrafına el pençe divan dizilmiş ya da sokulmaya çalışanların görüntüsü kimde nasıl bir duygu uyandırıyor acaba? Bu kimseler arasında neredeyse hiç kadın göremeyişimiz, iktidar ve iktisadi bağımsızlık meseleleri konusunda kadınların önde olduğunu mu gösterir, arkalarda kaldığını mı?
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Türkçe bir bağlaçlar cennetidir. Yalınını mı istersiniz, bileşiğini mi... Bir de yeni moda bağlaçlarımız vardır.
Bundan önceki son moda, 'tabii ki de' idi. 'Tabii' yetmemişti, buna önce 'ki' bağlacı eklendi, son yıllarda da 'de' bağlacı.
Şimdi yeni moda: 'illaki'. Bu bağlaç eskiden öznel bir ısrarı ya da inadı anlatırdı. Bunlara ek olarak, 'elbette', 'kesinlikle' makamında da kullanılır oldu.
===================================================================
[2.9.2010 tarihli Radikal]
Kürtlerin yalnızlığı
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, "Açılım" politikasının bir yıkım politikası olduğunu söylüyor. Bundan kastı, açılımın yürütülmesindeki beceriksizlik değil; fikrin bütünü yıkıcıdır Bahçeli'ye göre; Kürtlerin yüzüne seksen küsur yıl önce kapatılmış olan kapı ebediyen kapalı tutulmalıdır.
Bahçeli ve daha pek çok kişi bu kapı hâlâ kapalıymış gibi konuşuyor. Oysa Kürtler bu kapıyı hep zorladılar, hiçbir zaman tam olarak kapattırmadılar, asimilasyona direndiler ve sonuçta MHP'yi bile "bin yıllık kardeşlik"ten söz etmek zorunda bıraktılar. Bugün MHP ve benzerleri için tam bir çıkmaz söz konusu: "Kürt kardeşlerimiz" söylemi bir yanda, kapalı kapı arzusu diğer yanda. AKP ve CHP hiç değilse kapıyı açmak istermiş gibi yapıyor. Aslında kapama yönünde ittiriyorlar, o başka.
Bu konuda şimdiye kadar en açık sözlü davranan kamu kişisi, emekli General Armağan Kuloğlu oldu: Özerklik, bağımsızlık, demokratik cumhuriyet gibi seçenekler konusunda açıkça şöyle dedi Kuloğlu: "Bunlar konuşulMAmalı" (12.8.2010 Perşembe, NTV). Konuşulması, böyle fikirlere "alışılması" sonucunu verebilirmiş.
Bunun anlamı, 'şimdiye kadar Kürtleri yok saydığımız gibi şimdi de Kürt sorununu ve çözüm zorunluluğunu yok sayalım' değil midir? Medyadan bile silelim, gerekirse bu sorunu yazıp çizen ve tartışanları da tıpkı zihnimize kazınan o fotoğrafta gördüğümüz, uzayıp giden bir sıra halinde dizilmiş, elleri kelepçeli bin küsur Kürt kamu kişisi gibi sıralara dizelim, kollarına kamp numarasını dövmeyle... Şey, ne diyorduk?
*
Vırt zırt Kürt sorunundan söz edenlerin adı "Kürtçü"ye çıkıyor. Gelgelelim, silahlısı ve silahsızıyla sürüp giden bütün bir varolma mücadelesini, onun sonucunda ölüp ölüp dirilenleri, bundan da öte, diliyle, kültürüyle bütün bir toplumsal-tarihsel varlığı görmezden gelerek, matris dışı tutarak nasıl yaşanır, nasıl düşünülür, nasıl bilim, eğitim ve siyaset yapılır, anlamak zor. Belki çok da zor değil.
*
Kürt varlığı bir türlü kayda (örgün ve yaygın eğitimin tümüne, kültüre, yasalara) geçirilmiyor. Türkçe kültürde Kürtlük, "Kürtler ne istiyor" sorusuna indirgenmiş durumda. Bunun adı yalnızlaştırma, yani tecrit politikasıdır. Bana kalırsa, "demokratik özerklik" kavramıyla dile getirilen son hedefte, bu tecrit politikasının yarattığı derin güvensizliğin payı vardır. Kürtler bu kadar tecrit edilmeselerdi, coğrafi sınıra dayalı bir çözüme kolay kolay ihtiyaç duymayacaklardı ve sorun "demokratik cumhuriyet" kavramı çerçevesinde çözüm yoluna girebilecekti. Ancak, bunun gerçekleşebilmesi için Kürtleri ve diğer kültürel varlıkları içeren kapsamlı bir bütünleşme programına ihtiyaç vardır. Oysa şimdiye kadar devlet katında böyle bir programın, bırakınız kendisini, niyetini bile göremedik. Buna son anayasa değişikliği paketi de dahil.
*
Kürtler 'halkoylaması' meselesinde de yalnızlaştırılıyor. Özgürlükçü ve sosyalist sol kesimlerin de katkısıyla. Bu kesimler boykot konusunda ya hiçbir şey söylemeyip habire 'evet/hayır' tartışıyorlar, ya boykotun mantığını anlamamış gibi yapıyorlar, ya da açıklamalarının sonunda, Kürtlerle sınırlı kalması kaydıyla boykota bir selam çakmakla yetiniyorlar.
Bu son tavrın anlamı, düpedüz, Kürtler açısından bakınca başka bir perspektifi, batı bölgelerinden bakınca başka bir perspektifi geçerli saymaktır. Tipik bir örnek için, DSİP Genel Başkanı Doğan Tarkan'ın, "Neden yetmez, neden evet?" başlıklı yazısına bakılabilir (8.8.2010 tarihli Radikal İki). Tarkan bu yazısında hem Kürt sorununun Türkiye toplumu için belirleyiciliğinden söz ediyor, hem de boykotu yalnızca "Kürt bölgelerinde doğru" buluyor. Kürt sorununun çözümü yalnızca Kürtlerin işi olabilirmiş gibi. Peki, "dil, din, cins, ırk, etnik köken, inanç, yaş, bedensel farklılık vd" ayrımcılık türlerinin tümünde, ama tümünde kendimizi dolaysız muhatap saymadıkça yol alabilir miyiz?
*
'Halkoylaması' büyük ölçüde AKP'ye güven/sizlik oylamasına dönüşmüş durumda. Boykot oylarını da, "hayır" oylarını da hiç kimse "biz Anayasa'nın şu halinden memnunuz" biçiminde yorumlayamaz, çünkü bu konuda söz alan istisnasız herkes, yeniden yazılmış bir anayasa istediğini açıklamış durumda, AKP ve diğer evetçiler dahil. Ancak, mecliste grubu bulunan partilerden yine AKP dahil ve BDP hariç hiçbiri Kürtleri tecrit politikasından anayasal düzeyde vazgeçtiğinin net bir işaretini vermiş değil.
AKP, güvenoyu alamamış ya da yeterince alamamış bir hükümet durumuna düşme tehlikesi karşısında, "evet" için bütün gücüyle yükleniyor. Gelgelelim, kendisinin demokratlığına güvenilmesini sağlayabilecek taleplerin hiçbirini benimsemiyor. Bu partinin demokratikleşme dinamiğinin şimdiye kadar ortaya çıkan kısmında, kendi bekasını garantiye alacak önlemleri aşan bir perspektif genişliği göremedik. Bunun en açık göstergelerinden biri baraj meselesidir.
AKP, seçim barajına sıkı sıkıya yapıştı. Hak etmediği oyların üstünde oturmayı reva görüyor. Ve Kürt sorunu dahil yeniden en gerilere düşmek pahasına, demokratikleşmenin önüne baraj çekiyor. CHP'nin son atakları belki de bu gerilemeyi nihayet fark edip öne atılmak istemesiyle ilgilidir. Ya da öne atılıyor taklidi yapıp yerinde sayan pandomimcileri oynamasıyla.
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
"Zengin çocuğu olduğu için hayatında hiç dayak yememiş, abuk sabuk konuşuyor."
Bu cümle, Sabah gazetesinde yazan Engin Ardıç'ın 23 Ağustos tarihli yazısından.
Demek Ardıç'a göre, abuk sabuk konuşmanın çaresi dayaktır: Dayak yemediyseniz, abuk sabuk konuşursunuz. İbretlik gerçekten.
Ardıç'ın yalnızca 'fikri' değil, zikri de bütünüyle ibretlik. Kendisini ilk kez okudum. Ve herhalde son kez. Engin Ardıç, en ağırından bir maçoluğun ve maçoculuğun medyada rastladığım dördüncü belirtik örneği. Bu kimseler toplumda bir karşılık bulduklarını sanıyor olmalılar. Belki de her türden destek mesajını karşılık biliyorlar.
===================================================================
===================================================================
Duyuru
___________________________________________________________________________
7. Konya Uluslararası Mistik Müzik Festivali'nin programında, Türkiye'deki ilk 'vîna' konseri ve ilk 'gamelan' gösterisi dahil olmak üzere, İran, Endonezya, Tayvan, Hindistan, Pakistan, Mali müzikleri, geleneksel Tuva müziği ve Yunanistan'dan Ortodoks Kilise Müziği ile Tropos Bizans Korosu var. Festival, Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu'nun dinletisiyle sona erecek.
Tarih: 22-30 Eylül 2010
www.mistikmuzikfest.com
===================================================================
[9.9.2010
tarihli Radikal]
Yarım
gerçekler
Mehmet
Metiner, Başbakan Erdoğan'ın millet tanımının ırka ya da etnisiteye
dayanmadığını söylüyor. Gerçek bu değil:
Erdoğan'ın
ilkesel bir millet tanımı yok. 'Millet' ya da 'ulus' sözcükleri Türkiye'nin
genel siyasal yaşamında nasıl modern öncesinin etnik içeriğini koruduysa,
Erdoğan'ın söyleminde de koruyor. Bunun en tipik örneği, daha önce de yazdığım
üzere, Başbakan'ın Azerbaycan ziyaretinde ya da Azerbaycan'la ilgili
açıklamalarında her seferinde "biz bir millet, iki devletiz"
demesidir.
Azeriler
ve Türkler, modern anlamıyla aynı millete/ulusa mensup değiller. Aynı dilin iki
ayrı şivesini konuşmak, modern bağlamda "bir millet" olmayı
sağlamıyor. İktisadi, kültürel ve tarihsel bir birlik söz konusu olmadıkça
millet/ulus saymıyor modern dünya sizi. Hiçbir Fransız devlet adamı,
Belçikalılar ya da Kanadalılar Fransızca konuşuyor ya da aynı etnik kökendendir
diye onlar için "biz bir millet, iki devletiz" demeyi aklından
geçirmez. Kazara demiş olsa, tefe koyup çalarlar o kişiyi.
Modern
bağlamlarda millet/ulus, ülke sınırlarıyla tanımlanıyor. Siz de eğer modern
dünyanın bir mensubuyuz diye düşünüyorsanız, kavramınızı böylece oluşturup
yerleştirmek, Osmanlının milletlerini tarihte bırakmak zorundasınız.
Ama
böyle bir kaygınız yoksa, biz modern dünyanın bir mensubu filan değiliz
diyorsanız, bunu açıkça belirtmekte yarar var. Bir toplum pekâlâ ben
modernleşmek istemiyorum diye karar verip bunu ilan edebilir. Kendine başka bir
yol çizmeye çalışabilir. Ancak, ne yaptığını bilmek kaydıyla.
Cumhuriyetin
resmî "millet" anlayışı ne modern ne feodal; tam bir yamalı bohça.
Hâlâ öyle. Bütün dışlayıcı sonuçlarıyla birlikte. Etnik Türklük ağır basıyor ve
diğer etnik varlıkları dışlıyor. Herhalde bu durumun biriktirdiği tepkiyledir,
Kürtlerin söyleminde de "ulusal" sıfatı şu son zamanlarda gitgide
daha çok etnik bir niteliğe büründü. Farklı ülkelerde yaşayan Kürtler arası
toplantıların bazılarında modern bir tavırla "uluslararası" sıfatı
kullanılıyor, bazılarında ise "ulusal" sıfatı: "Ulusal
Konferans", "Ulusal Kongre" vb. Tam bir etki-tepki meselesi.
*
Başbakan Erdoğan, gerçekleşen özgürlüklerden söz ediyor. Bu arada Dicle Haber Ajansı'nın neden dışlandığını, Azadiya Welat gazetesinin neden kapalı kaldığını açıklamak gereğini duymuyor. "Biz kimseyi tehdit etmedik" diyor ama, "bitaraf olan bertaraf olur" sözünü açıklamıyor. "Bitaraf" tarafsız, "bertaraf" ise yok edilen demek. Erdoğan'ın, bu sözüyle ilgili sorulara verdiği yanıtlar, sözün tehdit içeriğini iptal etmekten uzak, bulanık yanıtlar.
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir'in söz ettiği sandık denetimini tehdit sayıyor Erdoğan. Bu arada, AKP Mersin İl Başkanı Mekin Merter Salt'ın da kendi üyelerinin mitinge gelip gelmediğini denetleyip kayda geçiren bir barkod sistemi kurduğundan herhalde haberi olmadı. Bir kitle partisinde bu fişleme neden?
*
Erdoğan ayrıca, boykotu kastederek, sandığa çarpı koymanın milli iradeye çarpı koymak olduğunu söylüyor. Oysa başka pek çok alanda olduğu gibi demokrasi alanında da bir olguyu yorumlamak için hem biçime (=usule) hem de içeriğe (=esasa) bakılır. Bu halkoylamasını boykot etmek, paketin hem hazırlanma biçimini hem de sunulan halini kabul etmemek anlamına geliyor. Yurttaşlar olarak bizler "Ya evet dersin ya hayır" biçimindeki bir dayatmayı, sunulandan ibaret bir "demokrasi"yi, kabul etmek zorunda değiliz. Milli iradeye çarpı koyan, boykotçular değil, %10'culardır.
*
Halkoylaması
güvenoylamasına dönüştüyse, bunun öznesi sol değildi. (Burada elbette CHP
kastedilmiyor.) Sol bu güvenoylaması durumunu kucağında buldu ve boykot kararı
almayı zamanında akıl edemedi. BDP boykot kararı aldığında ise sol, sırf
PKK'nın kuyruğuna takılmış görünürüm korkusuyla, bu seçeneği değerlendiremedi.
Böylece solun jakoben eğilimli kesimlerine "hayır" şıkkı,
yararcılıkta acele eden özgürlükçü kesimlerine "evet" şıkkı kaldı.
Yazıyı,
konuyla ilgili en bilgili ve kapsamlı çalışmalardan birini anarak bitireyim:
İbrahim Ö. Kaboğlu, "Halk Neyi Oylayacak", İmge Kitabevi, Ağustos
2010.
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
Adalet Ağaoğlu'na ve diğer "evet" forumu konuşmacılarına yapılan yumurtalı ve yumruklu saldırı bence de düşünce özgürlüğüne yapılmış bir saldırıdır. Düşünce özgürlüğü, hangi toplum koşullarında olursak olalım ihtiyaç duyduğumuz ve duyacağımız en temel özgürlüklerden biri, belki de birincisi. Yumurta atmak, yumruk atmak, boyalı sıvılar dökmek gibi davranışlar birer saldırı türüdür, dolayısıyla düşünce özgürlüğüne dahil değildir. Umarım son günlerdeki saldırganlıklar, eğer verilen kolektif adları doğruysa "Öğrenci Kolektifi"nin, "Halkevleri"nin ya da ÖDP'nin tüm mensuplarınca onaylanmıyordur.
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
İmla sorusu: "ABD Irak'dan çekiliyor" mu, "ABD Irak'tan çekiliyor" mu? "Mamak'da olup bitenler" mi, "Mamak'ta olup bitenler" mi?
Dilcilerin oybirliğiyle saptadığı imla kurallarına göre, bu iki örnekte de ikinci şıklar geçerlidir. Kuralın adı, ünsüz uyumu: Sert ünsüzle biten sözcüklere ünsüzle başlayan bir ek getirildiğinde, ekin başındaki ünsüz de sert (Ç, T ya da K) olur. Söz konusu sözcük bir özel ad olduğunda da durum değişmez.
Kural böyle, ancak uygulamada, özellikle özel adların yazımında farklılıklara ve farklı yorumlara rastlanıyor.
"Irak'da kalanlar/ Irak'dan gidenler/ Mamak'da olup bitenler" vb diye yazanlar ya ses uyumu kurallarından habersizdirler ya da sevmiyorlardır bu kuralları. Üçüncü bir olasılık da, kesme işareti (=apostrof; öğrencilerin deyişiyle 'yukardan virgül') konusundaki bilgi yetersizliğidir.
Kesme işaretinin bu kullanımı, özel adın yazılışını bozmadan ekleriyle bitiştirilmesini sağlar. Başka bir deyişle, biz her ne kadar kesme işaretiyle "ayırmak"tan söz ediyorsak da, gerçekte bu işaretle yaptığımız iş ayırmak değil, bitişik yazmaktır.
Bu nokta önemli, çünkü sanıyorum pek çok kişi, hatta bazı deneyimli yazarlar, kesme işaretinin ayırmaya yaradığını sanıyor. Bakıyorsunuz, bir 'de' ya da 'ki' bağlacı, bir özel addan sonra kesme işareti kullanılarak yazılmış; sözgelimi, "Tanpınar'da bu yazarlardan biridir" biçiminde. Oysa bu sözün "Tanpınar da bu yazarlardan biridir" diye yazılması gerekir.
Yineliyorum: Kesme işareti (apostrof) ayırmaz, bitiştirir. Ve bitiştirdiği özel adın olduğu gibi korunmasını sağlar. "Irak'a" diye yazar, "Irağa" diye okuruz. Amaç, özel adın asıl biçimini gösterebilmektir.
*
Kural böyle ve naçizane benim de bu kurala bir itirazım yok. Gelgelelim, Münir Nurettin Selçuk gibi bazı sanatçılar, sert ünsüzle yumuşak ünsüzü bir arada öyle bir telaffuz ederler ki ("gitdi" vb), tadına doyum olmaz...
===================================================================
[16.9.2010
tarihli Radikal]
Haritanın
dışlayıcılığı
Oylama
sonuçlarını iki renkle gösteren o harita 12 Eylül 2010 akşamı televizyonlarda
saatlerce sergilendi, haberler verilip yorumlar yapılırken hep ona bakıldı.
Ertesi günün gazetelerinde de en çok o harita sergilendi, zihinlere çakıldı.
Oysa tam bir aldatmaca vardı o haritada.
Sorumlusu
kimdir, mesele dikkatsizlikten/ kolaycılıktan/ toptancılıktan mı ibarettir,
bilemiyorum. Gerçek şu ki, o harita, çok az yorumcunun dikkat çektiği üzere,
illeri mutlak evetçi ve mutlak hayırcı olarak ikiye ayırmıştı. Hayırların
içindeki evetler, evetlerin içindeki hayırlar, ve en önemlisi, boykotun yer yer
büyük çoğunluklara ulaştığını gösteren veriler dışlanmıştı o haritadan.
Evet
biliyoruz, eğilim haritası diye bir şey yapılabilir, yapılıyor, yapılmalı da.
Sonuçların yorumlanmasına yarayan birkaç haritalık ya da grafiklik bir veri
grubu içinde elbette işe de yarar. Ama söz konusu iki renkli harita, bir eğilim
haritası değil. Üç ana tavırdan üçünü de gösteren bir haritanın yokluğunda, iki
renkli bir haritaya eğilim haritası diyemeyiz. Olsa olsa bir göz boyama aracı
diyebiliriz.
*
Kürt
olgusunun bu kadar dışlanması nedendir? Neden boykotun verilerinden bile
kaçılıyor?
Bu
sorunun bireysel ve kolektif korkularla bir ilgisi olduğunu sanıyorum. Devlet
kazara Kürtlere cesaret verirsem bölünürüm diye korkuyor ve o ölçüde de
korkutuyor. Onyıllardır içimize işlemiş korkulardır söz konusu olan. O korkular
yüzünden bir çoğumuz Kürt sorununu düşünmekten kaçıyor. Bazılarımız ise,
sözgelimi ben, korktuğum için durmadan düşünmeye çalışıyorum.
Ya
yirmi altı yıldır süren bu çatışmalar bir türlü bitmezse, daha da yaygınlaşırsa
diye korkuyorum.
Her
gün kederden kahrolan şehit ailelerini görmeye ve "namırın" olanların
ailelerini görmemeye devam edersek diye korkuyorum. Hepsinin nasıl da pekâlâ
kaçınılabilecek bir trajediden kaçınmayı bir türlü beceremediğimiz için öldüklerini
anladıkça asabımız daha çok bozuluyor, bundan korkuyorum.
Kentlerin
varoşları zorunlu göçlerin işsizleriyle dolup taşarken, boşaltılmış köylerin
azar azar uğursuz tapulara aktarılmasından korkuyorum.
Yerinden,
bedeninden, gençliğinden edilenlerin hıncından korkuyorum. Bu hıncın ne
olabileceğini bilmeyenlerden korkuyorum.
Hangi
yaşta olursak olalım birbirimizin yüzüne bakamaz hale gelmemizden, 'Bunlar
bunlar olurken sen ne yapıyordun' sorusuna 'bilmiyordum' ya da 'elimden bir şey
gelmiyordu' ya da 'korkuyordum' yanıtını vermek zorunda kalmaktan korkuyorum.
*
12
Eylül günü 48 imzalı bir ortak çağrı yayımlandı. Metnin ve imzaların bütünü 13
Eylül günü t24 haber sitesinde yayımlandı. 14 Eylül Salı günü de Milliyet
gazetesi çağrıyı kısaca haber yaptı.
Metin
"Çözüm istiyoruz, hemen, şimdi" diye başlıyor. Tamamı şöyle:
"'Düşük
yoğunluklu savaş'ı PKK durdurdu, devlet durdurmuyor, operasyonlara devam
ediyor.
Öldürülen PKK'lılar şehirlerde kitlesel
protestolara neden oluyor, devlet göstericilere ateş ediyor, bu ateşle yeni
gençler ölüyor, 13 yaşındaki Vedat Turan'lar ölümcül yara alıyor. Tıpkı
toplumun bütünü gibi.
Hiçbir sorun olduğu gibi kalmaz, ya çözülür
ya ağırlaşır. Kürt sorunu ve PKK sorunu da öyle, çözülmedikçe gitgide
ağırlaşmakta, en ağır aşamaya yaklaşmaktadır.
Bizler silah çözüm değildir derken yalnızca
PKK'nın silahını kastetmiyoruz. İçinde bulunduğumuz durum öyle ki, silah ne PKK
için çözümdür ne de devlet için. Artık hiçbir şiddet kullanılmamalı,
operasyonlar durdurulmalı ve referandumun sonucu her ne olursa olsun, bütün
kayıplarımızın onuru için, özgür ve uygar bir Türkiye'nin yolu
açılmalıdır."
Çağrıda bulunanlar: Ahmet İnsel, Ahmet İsvan, Akif Kurtuluş, Ali Akay, Aydın Engin, Ayşe Buğra, Ayşe Demirbilek, Ayşe Erzan, Baskın Oran, Bülent Usta, Büşra Ersanlı, Cihan Aktaş, Çağatay Anadol, Doğan Tarkan, Enis Batur, Enver Ercan, Ergin Cinmen, Esra Mungan, Fuat Keyman, Gencay Gürsoy, Gülseren Yoleri, Hakan Tahmaz, Hidayet Şefkatli Tuksal, Hilâl Kaplan, İrem Aksu, Melek Taylan, Meltem Oral, Murat Çelikkan, Müge İplikçi, Müge Sökmen, Necmiye Alpay, Neşe Yaşın, Nükhet Sirman, Orhan Göztepe, Orhan Silier, Osman Kavala, Oya Baydar, Ömer Türkeş, Özden Dönmez, Roni Margulies, Semra Somersan, Şenol Karakaş, Ümit Kardaş, Volkan Akyıldırım, Yıldız Önen, Yıldız Ramazanoğlu, Yücel Sayman, Zeynep Gambetti.
Ve destek devam ediyor: Neşe Erdilek, Ayşegül Sönmez, Özkan Erdem...
===================================================================
Ayıp
___________________________________________________________________________
Hem oylamada sandık başına gitmemeyi seçenlere de saygı duyduğunuzu söyleyeceksiniz, hem de o para cezasını uygulamaya devam edeceksiniz.
Tamam, özgürlüklerimiz için özveride bulunmak alnımıza yazılmıştır, ama şu 22,5 lira tam bir Deli Dumrul cezası değil mi? Yani, haraç?
===================================================================
===================================================================
Barış
___________________________________________________________________________
19 Eylül Pazar günü saat 13'te Türkiye Barış Meclisi’nin İstanbul Kadıköy'de mitingi var. Barış Meclisi İstanbul Girişimi, "Özgür, eşit ve demokratik bir ülkede bir arada yaşamdan yana olan herkesi", "operasyonların durması ve müzakerelerin başlaması için omuz omuza olmaya" çağırıyor. Umarım artık bu mitinglerin kitle desteği Kürtleri aşan bir bileşime kavuşur ey "Yetmez ama evet"çiler! İstiklâl'e sığmadığı için Kadıköy'de oluyor bu mitingler!
===================================================================
===================================================================
Dil meseleleri
___________________________________________________________________________
Yayımladıkları kitaplara dizin ekleyerek kullanışlılık düzeyini artıran yayınevlerinin sayısı arttı. Özellikle az çok başvuru kaynağı niteliği taşıyan yayınlarda dizinlere ihtiyaç duyuyor insan. Ama iki sorun var:
1) Küçük harf meselesi
Bazı dizinlerde tüm öğeler büyük harfle başlatılıyor. Oysa sözlük ve ansiklopedi gibi dizinsel kaynaklarda madde başlarının özel ad olmadıkları sürece küçük harfle başlatılması gibi yerleşik bir uygulama vardır. Boşuna değildir bu uygulama: Zihnimiz bir listede büyük harfle başlatılmış bir sözcük gördüğünde bunun özel ad olacağına hazırlanır. Özel ad değil de bir terim ya da kavramla karşılaşınca gereksiz yere tadımız kaçar.
2) Kısa çizgi meselesi
Dizinlerde ilgili madde başlığının geçtiği yerler için sayfa numarası verilirken, ardıcıl olanlar dahil tüm numaraların tek tek verildiğine ve bu yüzden sayfa numarası yığılmalarının oluştuğuna rastlanabiliyor. Örnek:
Diyelim "Nietzsche" adını madde başı olarak dizine aldınız ve bir sürü sayfada geçiyor bu ad. Bunlardan hiç değilse ardıcıl olanlarını, sözgelimi "48, 49, 50, 51, 52, 53" biçiminde değil, kısa çizgi denen olanaktan yararlanarak "48-53" biçiminde göstermek gerekir. Bu kısa çizgili gösterim, 48. sayfa ile 53. sayfa arasında yalnızca Nietzsche'nin konu edinildiği anlamına gelmez, o aralıktaki tüm sayfalarda 'Nietzsche' adının en az bir kez geçtiği anlamına gelir.
===================================================================
[26.9.2010 tarihli R2]
Övünme
kültürü
Halkoylaması boyunca eski bir geleneğe, güreş öncesi övünme
geleneğine sadık kalındı. Amaç, rakibin moralini bozmak, ruhsal üstünlük
sağlamak, cesaret kazanmak vb. "İcraatın İçinden" gelen övünmelerdeki
robotikliğin tersine, meydanlardakiler atışmacı, dalaşmacı, seyirlik
övünmelerdi, geleneğe gitgide daha uygun. Genel seçimler yaklaştığına göre,
bunun çeşitlerine tanık olacağız demektir. Bari o vakte kadar anayasa ve Kürt
sorununda tutarlı bir barış iradesi sergilense de, gerek Başbakan, gerekse
diğer sorumlular halk önünde övünmeyi hak etseler.
'Övkünmek/ ökünmek/ övgünmek'... Türkçenin çeşitli
ağızlarına ait olan bu fiillerin anlam alanı, "kabadayılık yapmak"tan
"öykünme"ye ve "öykü anlatma"ya (öykülemek) kadar gidiyor.
Kültürel uzantıları hayli derin.
Tevazuyu esas alan Hıristiyanlıkla ilgisi var mıdır,
bilmiyorum: Övünmek Avrupa kültüründe fena halde ayıptır. Politikacılar orada
da övünürler ama, bir tür 'şov bizines' atmosferi geçerlidir o anda, ve onların
o halleri bıyık altından gülünerek karşılanır. Diyebilirim ki politikacıların
en zavallı halleri övünme anlarıdır.
Övüngenlik bizde de erdem sayılmaz aslında pek. Gündelik
dilde 'şişinmek' diye bir fiil bile vardır. Bizim ailede, büyük övünmeciler
için "bacak kadar atıyor" deyimi kullanılırdı.
Gerçekte övünme işini çoğu zaman pek farkında olmadan, daha
doğrusu, hafiften fark etsek bile elimizde olmadan yaparız. Başkalarında tanık
olsak ayıplayacağımız övünmelerden kendimizi alamadığımız olur. Benliğimizi
okşayacak sözlere ihtiyacımız yüksekse, o sözleri başkaları etmediğinde
kendimiz etmek gereğini duyarız sanki.
Belki de bu nedenledir, yarı şaka övünmeleri rahatlıkla
hoşgörürüz. Olur ki bu olanak bize de tanınır diye. Ama bizim toplumumuzda
övünmekten utanmamak yarı şaka olanlarla sınırlı değil. Siyasetçilere özgü de
değil. En çiğ övünmelerin saygın sayılan kalemlerden döküldüğü oluyor.
En tuhafı da budur belki, konuşma için önceden hazırlanmış
ya da yazılı olan övünme türleridir. Yazılarımızın, hele basılarak
çoğaltılanların, genellikle üzerinde düşünülerek geliştirilmiş sözler olduğu
kabul edilir. Dolayısıyla, asgari bir özeleştirel süzgeçten geçmiş olduğu
kanısıyla okuruz basılı yazıları. Bu nedenle olmalı, deneyimli yazarlarda
rastlanan övünmeler daha şaşırtıcı, daha can sıkıcıdır.
Ama onlar arasında en çok şaşırdığım övünme türü, ünlü biri
öldüğünde hemen ardından yazılması ya da yapılması gelenek olan açıklamalarda
rastlanan, 'beni severdi, beğenirdi, filanca yazısında/ mektubunda/ toplantıda
benim için şunları şunları demişti' içerikli olanlardır. Aşağıda çeşitli
yazarlardan övünme örnekleri vereceğim, bazıları bu türden olmak üzere.
Yazarlarının adları lâzım değil.
*
"Ben bir guruyum."
*
"Bana (...) Ödülü'nü getiren bu kitapla..."
*
"... ömrüm boyunca devrimci mücadelede yer tutmuş
biriyim. Yazdığım kitaplar yüz binlerde insana gitmiş (...) 68'in kırkıncı yılı
diye haberler çıkarken adım bile geçmedi... 'Türkiye'de Toros Dağları' yoktur
demek gibi bir şey bu."
*
"60. yaş günümle ilgili 'muhasebe' yazıma o kadar çok
mesaj aldım ki! Hepsine tek tek cevap vermem olanaksız. Bu mesajların anlamlı
olan bazılarını sizlerle paylaşmaya karar verdim. Hepinize, herkese çok çok
teşekkürler.
'yazınız çok güzel anlamlı ve duygu yüklü... Ben sizi yazılarınızdan
ve babam ile annemin size olan sevgisinden dolayı zaten çok seviyorum.'
'Türk siyasi hayatında önemli yeri olan bir gazeteci ve
siyaset adamı olarak size bence önemli görevler düşüyor. Bilgi ve
tecrübelerinizi olgunlaşmanıza paralel olarak yeni kuşaklara aktarmalısınız..'
'Bugünkü yazınızı zevkle okudum. Yazdığınız bir kitabınızın
içinde saklayacağım. Sağ olun, var olun.'
'Çoğu zaman sizin kadar olumlu düşünmeyi, her konuda iyi
niyetli olmayı beceremeyen (...) Bugünkü yazınız çok içten, zevkle okudum...'
' yazınız çok güzel anlamlı ve duygu yüklü... Ben sizi
yazılarınızdan ve babam ile annemin size olan sevgisinden dolayı zaten çok
seviyorum.'
'Doğum gününüzü kutlar, uzun bir ömür dilerim. Türkiye'de az
da olsa sizin gibi fikir insanlarının bulunması sevinç verici.'
'Bugünkü yazınızı keyifle okudum. Hep hedef koyup ardından
koşan bir yaşam ile ulaştığınız ...'
'Bugünkü yazınızı okumaktan büyük bir zevk aldım....'
'Her aydın sizin kadar idealist, yürekli, ilkeli, çalışkan
ve üretken olsaydı bu gün bu halde mi olurduk?'
'... yazınız şu günlerde gazetede okuduğum en güzel
(tanımlayacak başka bir sıfat bulamıyorum) yazı...'
'Ne mutlu bizlere ki sizin gibi gerçek demokrat, cesaretli
bir yazara sahibiz.' "
*
"Dünyanın şanslı insanlarından biriyim. Çünkü... Şöyle
anlatayım:
Bir kez, Sevgili
Fazıl Hüsnü Dağlarca, yazılarım üzerine cömertçe övgüler sıraladıktan sonra,
'Biliyor musunuz, ben dün akşam ne yazdım?' diye sordu... Bilmeme olanak
yoktu... Kendi yanıtladı: 'Sizin için bir şiir yazdım.' ..."
*
"İlk kitabım (...) yayımlandığında göklere çıkardınız.
Çevrenizdekilere ya hediye ettiniz ya da aldırdınız. Nasıl şaşırmıştım...Yıllar
sonra Bostancı'daki meyhanelerden birinde adım geçmiş ve siz övgüyle söz
etmişsiniz benden."
*
"... diye buyurdu, 'Bunu senden başka kimse yapamaz ve
ben de sen olmazsan bu projeye girmem!'... Ben telefonda son yazdığım bölümler
hakkında bilgi verdikçe, tıpkı burada yaptığı gibi coşuyor, 'Sen olmasaydın, bu
projeyi asla gerçekleştiremezdim!' diye bağırıyordu."
*
"Okurum söze, (...) iltifat ederek girmiş. Aşağıda
ifadeye çalışacağım bir üslubun gereği olarak, ben mektupların bu faslını
atlarım."
*
Yukarıdaki son örneğin yazarı gibi ben de bu yazıda, örtük
bir biçimde, övünmeyen biri olmakla övünmüş oldum.
* * *
Eski bir bilmecedir: Kâh orada kâh burada kâh kapının
arkasında.
Yanıt 'süpürge'dir ama, benim Radikal'deki yazılar da
olabilir pekâlâ. On yıl önce Kitap ekinde başlamıştım yazmaya, o vakit bu vakit
bana yer ve bölüm beğenilemedi. Oradan oraya dolaştırıldım. Bir göçmen çocuğu
olarak bundan çok da şikâyetçi olduğum söylenemez. Yerleşik gazete köşelerine
dair ağır laflar etmişliğim de vardır geçmişte. Lâkin şu üç kuruşluk ücretin
azalması zor...
[3.10.2010 tarihli Radikal İki.]
Açmazlar
çağı
Tophane saldırısı elbette GalataPort etrafında oluşmaya
başlamış bir rant mekanizması tarafından kışkırtılmış olabilir. Büyük
olasılıkla öyledir. Ama o mekanizmanın kışkırtılabilecek bir kitle bulabildiği
de aynı derecede açık. Yürürlükteki ideolojiler açısından bakarsak, kadınların
sokak ortasında alkol gibi bir haz kaynağını erkeklerle eşit koşullarda
paylaşır görünmesi bile "civar halk"ın tepkisini çekmeye yetebilir.
Dışlanmışlığın hıncı ve 'entel' adı altında bin bir kanaldan beslenen o entelektüel
düşmanlığı da düşünülünce...
Oysa camları kırılan sanat galerilerinde, egemenlere karşı
bazen köklü ve cesur düzeylerde seyreden bir toplumsal eleştirinin ürünleri
sergileniyor. Civardaki dahil, 'halk'la ilke olarak belirli bir düzlemde aynı
saflarda yer aldığını düşünebileceğimiz yapıtlar.
Burada bir açmaz yatıyor.
'Civar halk'ın halklığı ve yapıtların sanatlığı ne kadar
tartışma konusu edilirse edilsin, ilk elde adı halk ve sanat olan iki taraf
karşı karşıya. Halk ('kamu' ya da 'izlerçevre [publicum]' değil, demos)
demokratikleşmekte zorlandıkça, açmaz da kendini çeşitli biçimlerde ortaya
koyuyor.
&
Diğer bir güncel açmaz, örtü yasakları. Burada türban,
Fransa'da çarşaf ve burka. Fransa'daki yasak, mağripli çocukları banliyölerde
arabaları ateşe vermeye iten karşılaşma türünün ürünlerinden biri. Çerçeve
aynı. Çarşaflı genç kadınlar gösteriler düzenleyip örtü yasağının özgürlüklere
ve insan haklarına aykırı olduğunu, batının seküler/laik anlayışının bütün
içyüzüyle açığa çıktığını haykırıyor, tıpkı bizim burada kamusal alanlardan
dışlanan türbanlı kadınların haykırışı gibi!
İran, Afganistan vb örneklerde ve bizim buralarda geleneksel
bazı ataerkil ailelerde kadının örtünmeye mecbur tutulduğunu biliyoruz. Bu
koşullardaki kadınlar, örtünmek konusundaki kararı kendileri vermek istiyorlar.
Tıpkı örtü yasağı karşısında örtünme özgürlüğü isteyen kadınlar gibi. Açmazın
en açık olduğu örneklerden biri bu mesele. (Konuyla ilgili diğer ayrıntılar
için, bkz. 28.12.2003 tarihli Radikal İki'deki ve 26.6.2008 Radikal'deki yazılarım.)
&
Açmazlar çağının en "çarpıcı" belirtisi herhalde
11 Eylül'dü.
"11 Eylül'de ne oldu?"
Olayın hemen ardından başlayarak pek çok kez denedim: Bu
soruyu kime sorup hemen yanıtlamasını istediysem, aldığım yanıt hemen her
seferinde "New York'taki ikiz kuleler vuruldu" oldu. "Pentagon
vuruldu" yanıtını bir tek kişi verdi. Tek bir kişi! Oysa, koskoca bir
imparatorluğun savunma bakanlığı binası vurulmuştu. O dururken, ne kadar
heybetli olurlarsa olsunlar, iki işhanının akla gelmesi olağan mıdır? Yanıt açık.
Ama ilk sorunun o yanıltıcı yanıtı, şaşmaz bir biçimde yinelenip duruyor.
İmparatorluk o darbeyi gözlerden gizleyebilmek ve hızla sönümlendirebilmek için
daha ilk andan itibaren olayı güncel söylemin içine "ikiz kulelerin
vurulması" biçiminde yerleştirmek taktiğine başvurdu, ve elhak başarılı
oldu.
Oradaki açmaz, silah bile denemeyecek üç beş âletten başka
bir şey taşımayan birkaç kişinin, dünyanın en büyük savaş makinesinin merkezini
vurabilmesiydi. İmparatorluk bu açmazı ancak gizleyerek, saptırarak ve kendi
ezici savaş araçlarını doğrulamak istercesine seferber ederek imparatorluk
lehine çözmek için saldırıya geçti ve bugün hâlâ aynı kafayla hareket ediyor.
&
Tophane'de kışkırtıcılar olmasa belki saldırmayacaktı
"civar halk". Buz gibi bir tavırla yalnızca seyredecekti. Bir diyalog
çabası görse bile kolay ısınmayacak şimdi. Yine de, bir ucu diyelim kendisine,
kendi çocuklarına, gençlerine yarar getirecek gibiyse yapılanların,
"hayırhah" bir suskunluğa bürünebilecek. Bu yönde ilginç bir deneyim
olarak, İzmir Akköy'de yıllardır kütüphane kurup bir yığın dergi çıkaran
inanılmaz Güven Pamukçu'nun çabaları var, birkaç yıl önce biraz tanıklık
etmiştim, kimse bu açıdan inceledi mi, bilmiyorum. Pamukçu'nun dergilerini
"civar halk"ın okuduğunu pek sanmıyorum. Kütüphaneye okullu birkaç
gencin uğradığını söylüyordu Pamukçu. Köyün kadınlarına el sanatları yoluyla
bir etkinlik kanalı açılmıştı. Köyün erkekleri açısından ise buzlar, yani en
temeldeki açmaz çözülmekten uzaktı.
28 Eylül tarihli Taraf gazetesinde yazan Korhan Gümüş,
"kamusallığın yeniden inşa edilmesi" gereğinden söz ediyordu.
Açmazları yeniden düşünebilmek ve çözebilmek için böyle bir ana fikre dehşetli
ihtiyaç var.
&
Kürt sorunuyla ilgili yaygın bir klişe var ki, bir açmaza
işaret eder gibi yapıp, ortaya sahte bir açmaz koyuyor. Şöyle:
Operasyonlar dursun diyemezsiniz: Hangi devlet kendisine
karşı silah çekene operasyon yapmaz da elleri kolları bağlı durur?
Burada kurulan bağıntının sahteliğini daha iyi görebilmek
için durumu devlet-örgüt düzeyinden alıp bireyler düzeyine taşıyacak olursak,
günümüzün hayli alışılmış manzaralarından biri ortaya çıkar: Yurttaşın birinin
öfkesi tavan yapmış, eline bir silah geçirip ortalığı tehdide başlamış,
birilerini de vurmuştur. Şimdi soru şu: Böyle bir durumda, elinde silah olan
öfkeli birey silahına davranmadığı sürece, olaya koşup gelen güvenlik
mensupları için onu vurma hakkı doğar mı, doğmaz mı? Benim bildiğim,
yürürlükteki hukuk anlayışına göre insan öldürmenin bağışlanabilen tek biçimi
nefsi müdafaa yani kendini koruma durumudur. Silahlı kişiden dolaysız bir
tehdit gelmedikçe güvenlik güçleri ateş edemez, önceki suçu her ne olursa
olsun...
Şimdi şu sıralar PKK ateş etmeyi durdurdum dediğine göre,
güvenlik güçlerinin de ona ateş etmeyi durdurması, sorunun çözümü için diğer
yöntemlere yer açması gerekir. Zaten gelişmelerin de bu yönde olduğu görülüyor.
Yani hukukun ilkesi bu kez nihayet işletilecek gibi duruyor. Kürt meselesinde
bir açmaz varsa, bu noktada değil o. Yukarıda sıraladıklarıma benzer yönlere
bakmak lazım.
[10 Ekim 2010 tarihli Radikal İki]
Sivil
olan
"Sivil anayasa" nedir? Siyasi parti
temsilcilerinin ağzından, özellikle de CHP'lilerden bu sözü işitmek iyi
geliyor. Yine de kuşkuluyum; acaba yeterince açık mı bu sözün anlamı?
Benim bildiğim, siyaset disiplinine ait bir terim olarak
"sivil anayasa"nın iki anlamı olabilir:
1) Askerî yönetim dönemine ait/ militarist olmayan anayasa;
2) Devlet dışı yurttaşların etkin
katılımıyla yapılan ve tüm toplumsal kesimlerin yurttaşlık haklarını güvenceye
alan anayasa.
Terimi kullananların çoğunluğu bu niteliklerle bir bütün
olarak ilgilenmiyor. Çoğunluk için, askerî yönetim dönemine ait olmamak
sivillik için yeterli; militarizm dahil diğer bileşenlerin matriste yeri yok.
Bununla birlikte, yeni bir anayasa hazırlamak için uzun süredir çaba gösteren
epey devlet dışı örgüt yani sivil toplum örgütü var. Sendikalar, odalar,
dernekler. Yanı sıra, kalıcı olmayan, salt bu amaçla bir araya gelen
gruplaşmalar var. Bunların etkinliği ve etki oranı artarsa, yeni anayasa ancak
o zaman tam anlamıyla sivil olabilecek.
*
Sivil gruplaşmalar yerleşik devletten ve artık iyiden iyiye
devletleşen AKP'den ne kadar uzak durabilecek bilemiyorum, ama AKP'nin
seçimlere kadar yeni anayasa fikrinden uzak durmak istediği belli oldu.
Gerekçe: Vakit yok. Belki gerçekten yoktur vakit. Ama yeni anayasa konusundaki
ana fikrini söylemek için de mi vakit yok? Yürürlükteki Anayasa'nın
"Başlangıç" bölümü ve 2., 4., 42., 136. vb maddelerindeki ideolojik
sınırlar, etnik etiketler, belirli maddelerin değiştirilmesinin dahi teklif
edilemezliği gibi Kuzey Kore usulü lafızlar, yığınla ayrımcı içerikli hüküm
konusunda ne düşündüklerini net olarak bilmeden neyi tartacak seçmenler? Bunlar
olmadan hangi parti hangi ilke temelinde oy isteyecek? Anayasa, son biçimi
verilemese bile, önümüzdeki ayların en yaşamsal konusu olmak zorunda değil mi?
*
"Sivil anayasa" diyenlerin ne dediği gerçekten
belli değil. Peki, "sivil memur" diyenin ne dediği belli mi?
"Sivil memur" tamlaması, Diyanet İşleri Başkanı
Ali Bardakoğlu'na ait. Anadolu Ajansı'nın 3 Ekim tarihli gazetelerde yer alan
haberine göre Bardakoğlu, "Din görevlisi devlet memurundan öte, toplumla
iç içe yaşayan sivil memurdur" demiş.
Ben bu "sivil memur" sözünü ilk kez duyuyorum.
Bardakoğlu İngilizcedeki 'civil servant' teriminden etkilenmiş olabilir mi?
Akla gelebilecek iki açıklamadan birincisi bu. Eğer bu açıklama geçerliyse,
İngilizce terimdeki "civil" sıfatını çoğu kişi gibi Bardakoğlu da
Türkçeye iyi çeviremiyor demektir. 'Civil servant' düpedüz 'memur' demek.
Türkçede "sivil memur" diye bir terim yok. Askerlere zaten herhangi
bir biçimde "memur" demeyiz. Polislere deriz 'memur bey' diye. Ancak,
"sivil memur" sözünü polisler için de kullanmayız. 'Sivil polis'
deriz üniformasız olanlara. Bardakoğlu "sivil memur" derken acaba bu
yönde bir dil sürçmesi mi oluştu? Din görevlilerini normal devlet memurlarından
ayrı bir kategori gibi görmek istemesi gerçekten ilginç.
İmamların, kanaat önderliği gibi özel bir görev taşıyan
"sivil memur"lar olması... Umarım bu yalnızca bilinçdışı bir arzudur
vb diyecekken, televizyonda Bardakoğlu'nun açıklamasını izliyorum, bunun beş
yıl önce başlattıkları bir proje olduğunu söylüyor ve ekliyor: "Çok iyi
geri dönüşler almaya başladık".
Haberin gazetelerde yer alan bölümü doğruysa Bardakoğlu
ayrıca şöyle demiş: "Diyanet İşleri Başkanlığı resmi kurum değildir. Zaten
din ile devlet bürokrasisinin ayrı tutulmasının anlamı da bu olmalıdır".
Din ile devlet bürokrasisinin nasıl ayrı tutulduğunu ben anlayamadım. İlgili
yasaya bakıldığında görülecektir ki Diyanet İşleri Başkanlığı, Başbakanlık'a
bağlı bir devlet kurumudur. Dolayısıyla, mensupları düpedüz devlet memurları
olmalıdır. Diyelim eğitimciler, hariciyeciler, sağlıkçılar vb tüm etkinlik alanları
birbirinden ne kadar ayrı tutuluyorsa, diyanet mensupları da o kadar ayrı
tutulur. Ama Bardakoğlu, Diyanet'in resmî bir kurum olmadığını söylüyor...
Evet, bu işte bir karışıklık var. Bardakoğlu'nun ya da bağlı
olduğu makamın, durumu açıklaması gerekiyor.
Diyanet'le ilgili daha geniş bir değerlendirme için, Ahmet
İnsel'in 4 Ekim Salı tarihli Radikal'deki yazısı kaçırılmamalı.
*
Necmettin Erbakan, epeydir dar bir çevrede yaşadığından
mıdır nedir, eski diplomatik zamanlarına oranla çok daha içi dışı bir.
Partilerinden ayrılan Numan Kurtulmuş'la ilgili olarak konuşurken, kendi
ilkeleri arasında "itaat"i başa koyuyor, mutlak bir itaatten söz
ediyor ve "taraf olmayan bertaraf olur", pardon "sürüden
ayrılanı kurt yer" diye ekliyor.
____________________
Açıklama.
Bir arkadaşım benim adımı evetçiler listesinde gördüğünü
söyledi. Ben görmemiştim, şaşırdım. Gerçekten de, 10 Eylül 2010 tarihli BirGün
gazetesinde Mustafa Sönmez imzasıyla yayımlanan "'Yetmez ama evet'çiler
kimlerdir?" başlıklı yazıdaki listede benim adım da yer alıyor. Mustafa
Sönmez bu listeyi nereden aldığını belirtmemiş; yazısında bir imza metni de
yok. Yalnızca bir liste ile evetçilere eleştiri var.
Radikal'deki perşembe yazılarımda birkaç kez yazdığım üzere
ben halkoylamasında evetçi değil, boykotçuydum. O halde Sönmez'in yazısındaki
liste nereden çıktı?
Benim düşünebildiğim tek açıklama, Sönmez'in bu listeyi
Adalet Ağaoğlu'nun da katıldığı "evet" konulu basın toplantısında
konuşmacılara saldırılmasını kınayan metinden almış olduğudur. Ben o basın
toplantısına katılmamıştım ama, saldırıyı kınayan metni imzalamıştım. Saldırıyı
kınamak ve kınayan metni imzalamak için, saldırıya uğrayanlarla aynı görüşte
olmanın gerekmediği yeterince açıktır sanıyorum. Yoksa açık değil mi?
[17.10.2010 tarihli Radikal]
Anadili
söylemleri
Anadilinde eğitim gitgide daha güçlü bir talep olarak
kendini dayattı ve yeni anayasa tartışmalarının yaşamsal konularından biri
hâline geldi. Anadilinde eğitim olanağı sistemde yer bulacak mı, bulacaksa
bunun biçimi ne olacak?
Konu o kadar uzun bir süre inkârların, yasakların ve
baskıların altında ezildi ki şimdi tam bir bilgi yoksunluğu ve önyargı
fazlalığı ortamındayız. Başbakan Erdoğan, Kürtlerin anadilinde eğitim talebi
konusundaki soruya Türkiye'nin resmî dilini hatırlatarak karşılık veriyor. Ne
demek istiyor, belli değil: 'Anadilinizin resmî dil olmasını istemeyin de ne
isterseniz isteyin' mi? 'Para basma yetkisinin yalnızca devletlere ait olması
gibi, eğitim dili olma yetkisi de yalnızca resmî dile aittir' mi? Bir geçiştirme
cümlesinden ibaret de olabilir elbette o söz.
Bu arada erkeklerden oluşan konuşmacı gruplarının habire
türban konusunu tartışması gibi, dilbilimcilerin ve eğitbilimcilerin olmadığı
ortamlarda habire anadili konusu tartışıldığından olmalı, 'anadil/ anadili'
farkı silinip gidiyor. Sözlükçüler herhalde farkındadır, 'anadil' sözcüğü bir
süredir 'anadili' anlamında kullanılan bir galatımeşhura dönüştü. Bu, dilbilim
açısından aynı zamanda bir iç sorun, bir terim sorunu anlamına geliyor, çünkü
"anadil" demek, dil doğuran dil demek. Latince bir anadildir ve
Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuştur. Oğuzca bir anadildir
ve Türkiye Türkçesi, Türkmence, Azeri Türkçesi gibi bir dizi lehçe/dil
doğurmuştur. Oğuzcanın anası Ana Türkçe, onun da anası "İlk
Türkçe"dir vb (bkz. Talat Tekin ve Mehmet Sönmez'in "Türk
Dilleri" adlı kitabı, Simurg Yay., İst., 1999).
Şimdi tutup bu "anadil" terimini
"anadili" anlamında, yani bireyin 'annesinden [ya da anne işlevi
gören kişi/ler/den] edindiği ("öğrendiği" değil, edindiği) dil'
anlamında kullandınız mı, terime ikinci bir anlam yüklemiş oluyorsunuz. Dünya
literatüründe yerleşik iki terimi tutup tek terime indirgemek bir terbiye
yokluğuna işaret. Dilbilimcilerin ya da eğitbilimcilerin onyıllarca konuşamamış
olduğuna işaret de diyebiliriz. Düşünce özgürlüğünden yoksunluk tam böyle bir
şey.
Arada bir uyaran çıksa bile hâlâ birbirine karıştırılan
diğer bir terim çifti de, 'anadilinde eğitim' ile 'anadil eğitimi' ya da
'anadilin öğretilmesi' oluyor. Bir öncekinden farklı bir karışıklık biçimi bu:
Onun kadar masum değil ve şimdiye kadar çoktan ortadan kalkmış olması
gerekirdi. Öyle ki, ikisini çorba eden bazı yazarlar için, 'anadilinde eğitim'
demiş olmamak için kurnazlık mı yapıyor diye kuşkuya kapılıyor insan. Kötü yüreklilik
bu ya!
Belki konunun konuşulabilmesine yine de şükretmek ve bunca
yılın yasaklarından sonra bu acemilikleri gerçekten olağan karşılamak lâzım.
Hatta, öğretmenlerin bunca çabasına rağmen eğitbilimcilerin hâlâ ortalıkta
görünmemesi, konuyu yazıp çizmeye başlamamaları, yalnızca baskılardan değil,
onun bir sonucu olarak cahil kalınmış olmasından da kaynaklanmaktadır
diyebiliriz. Sorun eski, ama tam bir devekuşu politikasıyla görmezden gelinmiş.
Şimdi bütün bir dünyanın deneyimi var incelenecek, yığınla yazı okunup
yazılacak, eğitbilim (varsa) yenilenecek... Büyük iş. Hele bir de siyasi oklar
tam ters yönü işaret etmeyi sürdürürken, pek şans yokmuş gibi bile görünebilir.
Bu konuda genel düzlemi aşan tek inceleme, anadilinde
eğitimin maliyeti ne olabilir konulu bir yazıydı. Hangi ilkelere dayalı bir
eğitimin maliyeti hangi yönteme göre hesaplanıyor belli değildi ama, sonuç
kesindi: Bu maliyetin altından kalkılamaz!
MHP'li politikacılar "bu bir pedagoji sorunu
değildir" ya da "bunlar PKK'nın talepleridir" diyor. Anadilinde
eğitim PKK'nın talepleri arasında da yer alıyorsa, bunda şaşılacak bir yön
olmasa gerek. PKK bir Kürt hareketidir. Ancak, herhangi bir gelişme sırf PKK
talep etti diye yürürlüğe konmayacaksa durum zaten vahim demektir.
Üstelik, anadilinde eğitim meselesi, adı üstünde, öncelikle
bir pedagoji sorunu; pedagoji sözcüğü eğitim bilimi (eğitbilim) anlamına
geliyor çünkü! Anadilinde eğitim çokboyutlu bir sorun ve pedagoji bunların en
temel önemde olanlarından biri. Siyasal boyut da var elbette, tıpkı
ruhbilimsel, dilbilimsel, toplumdilbilimsel, kültürel, hukuki, iktisadi,
altyapısal, tarihsel, iletişimsel vb boyutlar gibi.
Konuya biraz eğilenler ve bu arada öğretmenler, anadilinin
uzun süre bir kırmızı çizgi konusu olamayacak kadar ivedi ve çokboyutlu
olduğunu biliyor ya da seziyor. Yasin Ceylan'ın 3 Ekim tarihli Radikal İki'de
yazdığı özyaşamöyküsel tanıklığın benzerleriyle her an karşılaşabiliyor onlar.
Zora dayalı bir asimilasyonun dolaysız aracı olmak ya da olmamak ikilemiyle karşı
karşıyalar. Özellikle de artık "bilmiyordum, meseleyi göremiyordum"
deme olanağının kalmadığı günümüz koşullarında.
Asimilasyonun bir insanlık suçu olduğunu söyleyerek tarihe
geçen Başbakan Erdoğan ise geçen gün, tam da anadilinde eğitim talebi konusunda
Türkiye'nin resmî dilini hatırlatmakla yetinmesinden birkaç gün sonra,
Almanya'da Türkçeyi kastederek anadilinde eğitim talebinde bulunuyordu. Acaba
Türkçe Almanya'da resmî dil olsun mu demek istiyordu Başbakan?! Her neyse, bu
tavır bir çifte standart olarak yeterince eleştirildi (bkz. 10.10 tarihli
gazeteler).
Şu an Türkiye okullarında eğitim Türkçe başta olmak üzere
yedi dilde veriliyor. Bunlardan üçü, yurttaşların anadilleri: Türkçe, Ermenice
ve Rumca. Diğer eğitim dilleri, yani İngilizce, Fransızca, Almanca ve
İtalyanca, bazı yurttaşların anadili oldukları için değil, dünyanın egemen
dilleri oldukları için rağbet görüyor.
Ve bütün bunlar bir anayasa sorunu oluşturuyor. Başka bir
yazıda devam etmek üzere.
* * *
Duyuru
Kadın Yazarlar Derneği (KYD), yeni bir derleme yapıtın
hazırlıklarına başladı. İlk ortak projelerinin adı "Tanıklıklarla 12
Eylül"dü ve başarıyla gerçekleştirilip kitap aynı adla yayımlanmıştı.
Şimdiki projenin adı "Öteki Kadın Öyküleri" olarak
duyuruldu. Derlemeye yine yalnızca kadınlar katılabilecek. Son teslim tarihi: 5
Ocak 2011. Diğer koşullar ve iletişim için:
kydotekikadin@yahoo.com.tr
http://www.kadinyazarlardernegi.org.tr/web
[24.10.2010 tarihli Radikal İki.]
Yüzleşmeler
Artık biz de kanser olmak istiyoruz, tüberküloz olmak
istemiyoruz.
Bölge halkının ağzından bu sözü aktaran, geçen haftasonu
Diyarbakır'da yapılan II. Mezopotamya Tıp Günleri'nin Onursal Başkanı Dr.
Mahmut Ortakaya. Tüberküloz bir yoksul hastalığıdır, kanserse durumu az çok iyi
olanlara özgü. Bölgede kanser hastalığının görülme oranı göreli olarak düşükse
de, Mezopotamya Tıp Günleri'nin bu yılki konusu kanserdi.
Bu toplantıya çağrıldığımda önce bir yanlışlık var dedim,
ben hekim değilim. Ancak, mesele hekimleri ilgilendirdiği kadar, dilcileri de
ilgilendiriyordu. Dil, tıpkı eğitim gibi sağlık hizmetlerinin de belirleyici
boyutlarından. Haziran 2010'da Diyarbakır'da yapılan anadili konulu çalıştayda
iki hekim katılımcıdan dinlediklerim sayesinde daha iyi kavrayabilmiştim bunu
(bkz. 17.6.2010 tarihli Radikal'deki yazım).
Çokdillilik ihtiyacı eğitim alanındaki gibi sağlık alanında
da meslek mensuplarını kendi göbeklerini kendileri kesmeye itmiş. Türk
Tabipleri Birliği 27 Mart 2010'da "Anadil ve Sağlık" konulu bir
sempozyum düzenlemiş ve sempozyum bildirilerini kitapçık halinde yayımlamış.
Kürt hekimler ise işi hem bu yanıyla, hem de Kürtçenin gerek
tıp, gerekse bilim dili olarak geliştirilmesi ihtiyacıyla, çalışma dili Kürtçe
olan Mezopotamya Tıp Günleri dahil bir dizi çaba içindeler. Fikir babası, dünyaca
ünlü cerrah, organ nakli uzmanı, Hannover Üniversitesi öğretim üyesi Prof.
Hüseyin Bektaş.
Bektaş, dil meseleleriyle yakından ilgili bir entelektüel.
Anadili sorunlarıyla ilgilenmesi ise kendi yaşamından kaynaklanıyor. Binlerce
benzeri gibi o da Türkçeyle ilk kez okula başladığında, yedi yaşındayken
karşılaşmış. Doğup büyüdüğü bir dağ köyünde, o karşılaşmanın yarattığı
tedirginliği, öğretmeninden yediği tokadı unutmuyor. Babasının işçi olarak
çalışacağı Almanya'ya gittiklerinde on yedi yaşındaymış. Sonrası, hâlâ süren,
günde on iki saat çalışmaya dayalı bir yaşam. Ve ipek gibi bir kişilik.
Prof. Bektaş, yazdığı bir anatomi kitabının arkasına bir de
Kürtçe tıp sözlükçesi eklemiş. Kürtçe tıp terimleri sözlüğü için ilk adım olmuş
bu. Şimdi hekimler arası bir terim çalışma grubu, sözlük için çaba gösteriyor.
Genellikle Latincesi kullanılan o tıp terimlerini de Kürtçeleştirme eğilimi
ağır basıyor grupta. Yüksek öğrenimin daha çok İngilizce olduğu Kuzey Irak'tan
gelen hekimlere böyle bir talep de yöneltiliyor: Bir sonraki Mezopotamya Tıp
Günleri, Erbil'de düzenlenecek.
Bu yıl bildiri sunanların büyük çoğunluğu Kurmançi
konuşuyordu. Oran %80 olarak hesaplandı. Geçen yılki sunumların %30'u
Kurmançiymiş. Ve bu yıl ilk kez bir tıp bildirisi, UNESCO tarafından tehlikedeki
diller listesine alınmış olan Zazaca sunuldu, Dr. Tülin Savaş tarafından.
Türkçe ve İngilizce dahil, dört dilde eşanlı çeviri yapılıyordu...
Yüzleşme meselesine gelince. Bu yılki program
"Yüzleşme" konulu bir bölüm de içeriyordu. Prof. Cem Kaptanoğlu'nun
konuyla ilgili psikiyatrik sunumunu herkesin okuyabilmesini dilerim. Ancak,
tahmin edilebileceği üzere bu bölümün konuşmacıları yalnızca hekimler değildi.
Bir toplumsal bilinç yükseltme çalışması olarak yüzleşmenin öncülerinden Orhan
Miroğlu, kitapları temelinde esaslı bir konuşma yaptı. Yazılarını Radikal'de ve
Radikal İki'de okuduğumuz Prof. Şükrü Hatun'un konuşması da, Türkiye'nin
batısında yaşayanların Kürt sorunuyla karşılaşma deneyimi açısından önemliydi.
*
Ve 18 Ekim Pazartesi günü İstanbul Beyoğlu sinemasında,
ülkenin bu yakasındaki yüzleşme başarılarından birini daha izledik: "Oğlun
Erdal" belgeseli.
Mezopotamya Tıp Günleri için Diyarbakır'a giderken, belki
pazartesi günkü KCK duruşmasını izlemeye de kalırım diyordum. Ancak, bu kez
Kürtlerin yalnız bırakılması şöyle dursun, duruşmayı izlemeye gelenlerin o
salona asla sığmayacak kadar kalabalık olduğu bilgisi, her tür haberin elektrik
hızıyla yayıldığı Diyarbakır'da daha 16 Ekim Cumartesi gününden kesinleşmiş
durumdaydı.
Dolayısıyla, gönül rahatlığıyla döndüm ve aynı gün
İstanbul'da ilk kez gösterilen "Oğlun Erdal" belgeselini
izleyebildim. Bu salonda da tıpkı KCK duruşmasındaki gibi iğne atsanız yere
düşmeyecek bir kalabalık vardı, çokları dışarda kaldı.
Yaşı yetip de Erdal Eren adını duymamış olan herhalde
yoktur: 12 Eylül'ün kıydığı canlardan, daha doğrusu bilerek seçtiği
kurbanlardan biridir Erdal Eren, o tarihlerde lise öğrencisi.
Belgesel onunla ilgili ve sunuşta da belirtildiği üzere,
asla yalnızca onunla ilgili değil. Erdal, ODTÜ öğrencisi Sinan Suner'in polis
tarafından katledilmesini protesto için düzenlenen gösterilerde er Zekeriya
Önge’yi vurup öldürmekle suçlanmış, yargılanmış ve idam edilmişti. İdamı
protesto edenlerden Ercan Koca da işkencede ölmüştü...
Belgeselde işte bu cinayetler dizisinin tüm yönlerine
bakılıyor, süreçle yakın bağlantısı olan herkesle konuşuluyor, otuz yılın
arıttığı bir bakış berraklığıyla, bütünü de, ayrıntıyı da kaçırmayan bir
titizlikle.
Şebinkarahisar, Erdal'ın doğduğu ev, ailesi, komşuları,
arkadaşları, bugün genç bir kadın olan kızkardeşi, çok benzediği annesi, süreci
ta içinden yaşamış avukatı... Sonsuzca değerli tanıklıklar. Savaş Ay da kendi
gördüklerini anlatıyor.
Ve davaya bakan -şimdi emekli- asker yargıç, asılmasına
tanıklık eden bir subay, Erdal'ın öldürdüğü ileri sürülen dokuma ustası er
Zekeriya Önge'nin babası... Yüzleşme asıl onların gösterdiği yüksek etik ve
bilinç düzeyinde yatıyor. Aydınlanmış vicdanlar konuşuyor kameraya.
Mamak Cezaevi'nin tecrit hücreleri, demir kapıları, dar
koridorları, her şeyi somutlaştırıyor. Beyaz perdede ve salonda cezaevi
arkadaşlarım. Hıncahınç kalabalıktaki herkes gibi, Erdal'ın çocuk yüzünden
iyice sırçalaşmış bir yürekle, bu bütün açılardan eşsiz belgeseli ilk fırsatta
yeniden görmek isteğiyle çıkıyorum sinemadan. Hazırlayan, Sosyal Araştırmalar
Vakfı, 74-83 Araştırma Grubu. Röportajları Tevfik Taş, müzikleri Ayşe Tütüncü
yapmış. Yöneten Tunç Erenkuş.
Evet, yüzleşme deyip durduğumuz şey tam olarak nedir, bunu
bize hiçbir şeyi boğuntuya getirmeden anlatan kitaplar ve belgeseller var
artık. Kutlayabiliriz.
necmiyealpay@gmail.com
[31.10.2010 tarihli Radikal İki.]
Açmazdan
çıkmak
Türban açmazı da her açmaz gibi, birbiriyle çelişen
'doğru'ların varlığından kaynaklanıyor: Türban, aynı zamanda hem yasaklara hem
de dayatmalara maruz kalan bir nesne. Hem dinsel ve siyasal bir simge, hem de
İslami bir ritüel. Bu iki yanlı 'doğru'lar birbirini dışlamaya çalıştıkça
çıkmaza giriliyor.
'Açmaz (paradoks)' kavramı daha çok felsefe alanına ait.
'Çıkmaz' da (aporia) öyle ama, öncelikle felsefidir diyemeyiz bu ikinci kavram
için. Felsefeye gelmeden önce, 'çıkmaz sokak'tan tutun, 'çıkmaz ayın son
çarşambası'na kadar yığınla 'çıkmaz'a rastlarız. Açmazlardan daha tanıdık
durumlardır çıkmazlar.
Şu anki iktidar ve muhalefet partilerinin liderleri çıkmaza
girince yüzgeri ederek skandal yaratıyor, sonra da birbirlerini tutarsızlıkla
suçluyorlar. Böyle vakalar bir değil beş değil, türban da bunlardan biri.
Sorunların başında, türban yasaklarına karşı mücadelede
'türban özgürlüğü' kavramının kullanılması geliyor. Bu kavram, açmazın çıkmaza
dönüşmesinin nedenlerinden biri. Türban yalnızca yasaklarla karşı karşıya
kalsaydı, çıkmaza girmezdik; yasakların kalkması için mücadele etmek yeterli
oldurdu ve talebimizin adı 'türban özgürlüğü' olabilirdi.
Oysa, yukarıda da belirttiğim gibi türban yalnızca
yasaklanan bir nesne değil. Aynı zamanda dayatılan bir nesne. 'Türban
özgürlüğü' kavramı ise, yalnızca yasaklar karşısındaki talebimizi içeriyor;
dayatma karşısında ihtiyaç duyulan özgürlük fikrini içermiyor; türban kullanmak
isteyip de kullanamama durumuyla sınırlı; türbanın dayatıldığı, kadınların
istemeden örtündüğü durumları anlatmıyor.
Ve bu durumlar yalnızca belirsiz bir geleceğe ait değil:
Bugünün bir gerçeği olarak hem dünyada hem de bizim toplumumuzda var ve
iktidarlara ait bir biçim olduğu ölçüde dayatma konusu olma potansiyeli de
yükseliyor.
Bu nedenle ben 'türban özgürlüğü' yerine 'kıyafet özgürlüğü'
demeyi seçiyorum.
Erişkin kadınların örtünüp örtünmeyeceğini, örtünecekse
bunun hangi biçimde ve hangi mekânlarla ilgili olacağını devletler, devlet
benzeri yapılar ya da 'aile büyükleri' değil, bir birey olarak kadının kendisi
kararlaştırmalı. Talep edilen özgürlük, kadınların özgürlüğüdür.
Zaten kadınların kıyafeti konusunda başkalarının karar
vermesi durumunda, o başkalarının kullandığı şeye 'özgürlük' değil, 'yetki'
denir. Eğer özgürlükten söz ediyorsak, kamuya düşen tek işlev, özgürlüğün
engelsizce kullanılmasını, yani örtünün yasaklanmamasını ve dayatılmamasını
sağlamaktır.
Biz kadınlar kıyafet özgürlüğüne neden ihtiyaç duyuyoruz?
Birçok nedenle. Onlardan biri, türbanın gündelik siyasete perde ya da kalkan
olarak kullanılmasıdır. Bu olanak ortadan kaldırılmadıkça kıyafet özgürlüğü
konusunda yol almak zor.
Şu an İslamcı cenahta özgürlüğe ihtiyacı olan yalnızca
türban değil. İslamcı akımların büyük bir kesimi serbestçe konuşamıyor.
Kalabalık ayinler yapabiliyor, dinin dolaysız vecibelerini konuşabiliyor, ama
'din esasına dayalı bir toplum' fikrini serbestçe savunamıyor. Sayın erkekler,
kendi düşünce özgürlükleri için mücadele etmek ve açık konuşmak yerine,
eşlerinin ya da yakınlarının kıyafeti üzerinden sinsice politika yapmak
fırsatçılığına düşüyorlar.
İslamcı erkekler kendi düşünce özgürlüğünü, karşıtları da
din devleti düşüncesine yönelik yasakları, kadınların üzerinden tartışıp
uygulamaktan vazgeçsin. Kadınları rahat bırakın, ayıp oluyor artık.
__________________________________
İstismar müptelası
Akif Beki'nin 26 Ekim Salı günkü Radikal yazısının başlığı,
"Bırakın, istismar müptelası olsun halk". Yazı baştan sona
"istismar" savunması ve övgüsüyle dolu. Nedir bu böyle?
Gerçi Akif Beki "çoğunluk sultası"nı da övmüş bir
yazardır. 17.3.2010 tarihli Radikal'de, demokrasi için ısrarla "çoğunluğun
sultasıdır" diye yazmıştı. Bunu 25.3.2010 tarihli Radikal yazımda
eleştirmiştim: "Sulta" sözcüğü baskı ve otorite kurmak anlamına
gelir, 'sultan' ve 'saltanat' ile aynı kökten (Arapça) türemiştir, vb.
Yanıt gelmemişti. Sultacılığa 13.5.2010 tarihli Radikal'deki
yazımda bir kez daha değinmiştim. O vakit bu vakit, Beki'de soruyu ortadan
kaldıracak bir açıklık belirmedi. Şimdi de bu istismar övgüsü...
Beki 'istismar' sözcüğünün eski anlamlarına güvenmiş
olabilir. Günümüz Türkçesinde sözcüğün anlamı teke inmiştir oysa: Kötüye
kullanmak. Görevin istismarı, siyasetin istismarı, çocuk istismarı gibi
kalıpsözlerde kullanılır. Eski anlamları arasında 'sömürmek' ve 'yararlanmak'
da vardır ama, günümüzde bu eski anlamlar iyi sözlüklerde 'esk.' notuyla
verilir.
Beki, uzun istismar övgüsünde sözcüğün eski ve yeni
tanımlarını vermek zahmetine katlanmamış. "Sömürü" demiş yalnızca ve
sömürüyü de olumlamaya çalışmış.
"Siyasi istismar" sözü ise bir galat-ı meşhur,
yaygın bir yanlış kullanımmış Beki'ye göre. Alakası yok.
Mesele şurada ki, Beki'ye göre siyasetin varlık sebebi,
"halkı edebildiği kadar istismar etmek"tir. Tam tamına böyle yazıyor
kendisi. Günümüz Türkçesine çevirirsek, siyasetin varlık sebebi, halkın
güvenini kötüye kullanmaktır demiş oluyor. Evet, Beki'ye göre siyasetin varlık
sebebi buymuş.
Buna belki de açık sözlülük demek gerekir. Bu siyaset
yazarı, kendi siyaset ilkesini de açık etmiş oluyor.
İstismar/ kendini satmak/ çift taraflı sömürü/ birbirinden
yararlanmak/ araç olarak kullanmak.
Bu beş terim, Beki'nin yazısında aynı konumda, yakın anlamlıymış
gibi kullanılmış. Verilen hükümlerden biri şu: "Demokratik siyaset, özünde
bir istismar yarışıdır. (...) Çözüm isteyen, istismar edilmek istiyordur
çünkü."
Bu inanılmaz yazıda bir de tevil kapısı var: Seçmenin talep
ve beklentilerine kim cevap veriyorsa oyu da o alır, demiş yazar, ve
"siyasi istismar buysa, bilelim ki halk-siyaset ilişkisi karşılıklı
istismardan ibarettir" diye devam etmiş. Siyasi istismarın, yani siyaseti
kötüye kullanmanın bu olduğunu her kimden işitip inanmışsa!
Beki balık avlıyor ama, bulanık su bile diyemiyorum ben bu
ortama.
[7.11.2010 tarihli Radikal İki. En sondaki yeşil cümle
atılmış.]
Sözlüklerdeki
ırkçılık
Bir saniye için, 'bezirgân' nedir, zihninizi yoklamanızı
diliyorum. Ben yokladım ve şu iki karşılığı buldum: Terim olarak, 'tüccar';
deyim olarak, 'çıkarcı'. Ve elbette, çocukluk oyunlarımızdan kalan bir
tekerleme: "Aç kapıyı bezirgânbaşı..."
Konuya dikkatimi çeken, bir okur oldu: AKDTYKTDK'nın
"Büyük Türkçe Sözlük"ünde "bezirgân" sözcüğünün
karşılıklarından biri, "Yahudi" olarak veriliyor. Burada bir sorun
yok mu, diye soruyor okur. Çok haklı.
Benim bildiğim, 'bezirgân' sözcüğü bir başına
kullanıldığında "Yahudi" anlamına filan gelmez. Karagöz'deki
tiplerden biri "Bezirgân Yahudi"dir ama, "Kuyumcu Ermeni",
"Arnavut Bekçi", "Acem Tüccar" ile aynı dizi içinde.
Bellidir ki sözcük dolaşıma girdiği ilk zamanlarda herhangi
bir olumsuz anlam taşımıyordu. Zamanla belirdi, önce olumsuz, giderek de ırkçı
kullanımlar. Ama hangi dönemlerde ve nasıl, iyi bir araştırma gerektiriyor bu
konu. Gerektiği gibi araştırılmadığı sürece de, en çok Meydan Larousse 'Büyük
Lûgat ve Ansiklopedi'de açığa çıkan kargaşa sürecek demektir.
Meydan Larousse'taki "bezirgân" maddesinde ilk
tanım olan "tüccar, esnaf"ın ardından Pir Sultan Abdal'ın iki dizesi
örnek veriliyor ve bezirgânlık olumsuzlanmıyor: "Ulu bezirgânım kumaş
satarım/ Gökyüzünde uçan kuşu tutarım."
Gelgelelim, son tanım olarak burada da "Yahudilere
verilen ad" denmiş. Ve bu bölümün ardından gelen "ÇEŞ. DEY."
(çeşitli deyimler) başlığı altında, "Korkak bezirgân, korkak kimseler
için, Musevilere telmihen kullanırlar" tanımını okuyoruz.
Pir Sultan'dan bu tanımlara nasıl gelindi? Tarihsel
dönemlere ve toplumsal kesimlere göre farklılaşma nerede, ne zaman ve nasıl
oldu? Bunlar yansımıyor maddeye ve biz birbiriyle çelişen bilgiler okuyoruz.
Aynı maddenin "ANSİKL." bölümü, "Türk halk masallarına konu olan
bezirgânlar çeşitli din ve kavimlerden olurdu. (...) Ermeni Bezirgân, Mamas
Bezirgân, Zor Bezirgân bunlardandır" diyor.
Evet, durum açık: Dil tarihçilerini bekleyen esaslı bir
araştırma daha var.
Bu arada, Yaşar Çağbayır'ın Ötüken Türkçe Sözlük'ü,
"esk." (=eskimiştir) notu filan düşmeden, bilinen tanımlara
"Korkak" ve "(Aşağılayıcı ifadeyle) Yahudi" tanımlarını
ekliyor.
Benzer bir özgüleme işlemi, AKDTYKTDK'nın Tarih Terimleri
Sözlüğü'nde de var:
"Eskiden Yahudiler için efendi ve ağa yerine kullanılan
bir söz." Buradan da sanki "bezirgân" sözcüğü yalnızca Yahudiler
için kullanılırmış anlamı çıkıyor, bu kez olumsuzluk belirtilmeksizin.
Bir de Dil Derneği'nin Türkçe Sözlük'üne bakalım. Durum
burada da vahim, çünkü "esk." notu yalnızca birinci tanım için
düşülmüş: "1. esk. Tüccar". Bu durumda, dördüncü tanım olarak verilen
"Yahudilere verilen ad" bilgisi, günümüz Türkçesine ait genel geçer
bir bilgi diye sunulmuş oluyor.
Son olarak, AKDTYKTDK'nın Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü'nde
'bezirgân' sözcüğünü içeren ya da bu sözcükten türetilmiş olan beş adet söz
bulunduğunu ve bunların hiçbirinin 'Yahudi' sözcüğünü içermediğini söyleyeyim.
Başka bir deyişle, "Yahudi" ya da "Yahudilere verilen ad"
genellemesini haklı çıkarabilecek bir veri burada da yok. Genelleme keyfî...
*
Sözlüklerle ilgili olarak daha önce "Kürtçe" ve
"Çingene" sözcükleri tartışma konusu olmuştu. "Kürtçe"
sözcüğü AKDTYKTDK tarafından sözlükten önce atılmış, sonra sessiz sedasız
yeniden alınmıştı. Kürtler gibi, dillerinin adı da yok sayılmıştı bir dönem.
"Çingene" sözcüğü ise sözlükte bir yığın ırkçı ve
ayrımcı deyimle bir arada yer aldıktan ve kurum bu nedenle eleştirildikten
sonra, sözcükle ilgili ayrımcı deyimler çıkarılıp atıldı. Şimdi sözlükler bu
açıdan arı duru. Darısı gerçek hayattakilerin, en başta da Selendi Romanlarının
başına. Faşizm 2010 başlarında onlara Selendi'yi dar etmişti. Şimdi,
sürüldükleri Salihli'de 21 ailenin kışa perperişan girdiği haberleri geliyor.
Oysa sürgün sırasında, iş, aş, okul sözleri verilmişti (bkz. Serkan Ocak'ın
27.9.2010 tarihli Radikal'deki haberi).
Evet, dilinizi ve sözlüğünüzü düzeltmeniz her zaman
toplumsal bilincinizi de düzeltmeniz anlamına gelmiyor.
Yine de, sözlüklerin olgulara sadık olması, sözlükçülüğün en
genel ilkelerinden biri. Bir haysiyet meselesi. Bu ilke uyarınca, 'bezirgân'
sözcüğünün olumsuzlayıcı anlamıyla "Yahudi" yerine kullanılması gibi,
gerçekten olduysa bile belli ki yer ve zaman açısından sınırlı kalmış dil
olgularını sözlüklere genelmiş gibi aktarmamak, tarihsel kullanımın sınırlarını
belirtmek gerekir.
Yukarıda andığım sözlüklerde kendini açık eden bir yaygınlık
iddiası var ki, bu iddia antisemitizm anlamına geliyor ve büyük bir sorumluluk
olarak, sözlüğü yapanların ideolojik hanesine yazılıyor. Umarım ilk fırsatta
düzeltilir.
*
Fransızcadaki 'tête de turc' (Türk kafası) deyimi, ünlü
ırkçılık örneklerinden biridir. 'Bezirgân' konusunda sözlüklerdeki ırkçılıkla
uğraşırken, Fransızca sözlüklerde 'tête de turc' nasıl veriliyor diye bakayım
dedim ve iki şey keşfettim.
Birincisi, 'Türk kafası' deyiminin tarihsel kökeni. 1866'ya
tarihlenen bir olgu olarak, Fransa'daki panayırlarda erkeklerin güçlerini
ölçmek için vurdukları dinamometrelerde kullanılan, türban takmış kafalara
verilen admış bu. Gelenin geçenin vurduğu kafa!
İkinci keşfim, Tahsin Saraç'ın Büyük Fransızca-Türkçe
Sözlük'ünde 'tête de turc' için verilen "abalı" ve "günah
keçisi" tanımlarına, "kürt memet"in de eklendiği oldu, her iki
sözcük de böyle küçük harfle başlatılarak.
Ben "Kürt Memet" sözünü uzun bir deyimin bileşeni
olarak bilirim, "alavere dalavere Kürt Memet nöbete" biçiminde.
Türkçedeki ırkçılıktan söz eden yazılarda anmışlığım vardır. Tahsin Saraç'ın
kurduğu bu aydınlatıcı bağlantıyı ise fark etmemiştim. Sözlükçü şairi saygıyla
anıyorum.
[14.11.2010 tarihli Radikal İki.]
Sessiz
"Çoğunluk"
ABD'nin Irak saldırısı öncesinde kiminle konuşsam karşıydı
bu müdahaleye, saldırının olmaması için elimizden geleni ardımıza koymama
havasındaydık, Kemalistinden İslamcısına, solcusundan mahalle esnafına kadar.
Kimse sessiz kalacak gibi değildi. Diğer ülkelerde de benzer havalar esiyordu.
Oysa hatırlayan hatırlar, ABD Irak'ı zahmetsizce işgal etti.
Bombardıman diye gizemli birtakım duman ve parıltılar gösterildi ilk günler.
Saddam ve adamları çok sonra bulundu, direniş çok sonra başladı. Demir ökçe
açıkça Irak'ın yüreğini ezmişti.
Yalnızca Irak'ın yüreğini mi? Daha önce muhalefet duygumuzun
ortaklığından etkilendiğim ayakkabı tamircime işgal filan diyecek olduğumda,
"ama ABD çok kuvvetli" diye yineleyip durmuştu. Halinde tam bir boyun
eğmişlik vardı. Teslim olmuşluğu, önceki muhalefet duygusundan daha kesindi:
Gücün tartışılır tarafı yoktu...
Seren Yüce'nin filmi "Çoğunluk"taki babanın aman
vermez gücü bana pek çok şeyin yanı sıra bizim ABD'yle olan bu Irak maceramızı
hatırlattı. Onun halıcı arkadaşını, büro çalışanlarını vb civar erkekleri
içeren iktidarı son derece tanıdık geldi. Olay bir 'sert baba' görüngüsünden
ibaret değildi.
Batının öğretici filmlerindeki sert baba/ kötü baba/ aileyi
küstüren baba, istisnai bir kötülük olarak sunulur; Yüce'nin filminde o sunuluş
iptal ediliyor. Sıfır numara erkeklik üzerine kurulmuş olan o ezici katılığın
yumuşatılmış versiyonunu kurma fikri ufukta görünmüyor filmde, çünkü o fikir
işin aslını değiştirmeyecek.
Bu nedenle olmalı, filmin adı bende ayrıca neredeyse
kaçınılmaz bir biçimde 'sessiz çoğunluk' deyimini çağrıştırdı. Bunda filmdeki
söz kıtlığının da rolü olabilir. Genellikle olumlu bir içerikle kullanılan
'sessiz çoğunluk' deyiminin içeriğindeki tekinsizliği belirginleştiriyor film.
Söz kıt. Güç sahibi erkekler ağızlarını yalnızca tehdit ve
yöneltme sözleri için açıyorlar, tıpkı orduların erkekleri gibi. Ve orduların
erkekleriyle aynı sözleri sarf etmek üzere. Ordulardaki gibi bir söz
hiyerarşisi geçerli.
Filmdeki dört kadının bu söz hiyerarşisindeki yeri önemli.
Tam bir yelpaze oluşturuyor bu kadınlar. En sessizi, evin temizlik işçisi.
İkincisi, anne.
Ses çıkaran kadınların sayısı da iki. Birincisi oğulun
sevgilisi Esma. Ama onu sessizleştirmek isteyen güç sayısı bir değil, iki;
çünkü işe kendi ailesinin erkekleri de karışıyor.
Ses çıkaran diğer kadın, oğulun sevgilisiyle aynı evde kalan
ve bizim çok az, yalnızca oğulu azarlarken gördüğümüz genç kadın. Tepkimizin
filmdeki temsilcisi. Filmde biz izleyicilerin özdeşleşebileceği iki kişi varsa
o da bu iki genç kadındır: Yükselen cinsin ve yükselen bilincin temsilcileri.
Onlar, çoğunluk dışı. Sessiz çoğunluk olmaktan çıkışın göstergeleri.
Arada bir evde bir iki sıcak söz dilenen anne, babanın
duvarını aşamıyor ve bir gün, yüzü yaralı olarak çıkıyor karşımıza. Ve oğulun
karşısına.
Oğulun konumu sözün güç/iktidar ile olan ilişkisi açısından
"it ite, it kuyruğuna" hiyerarşisinin tipik bir örneği. Çocukluğunda
evdeki temizlik işçisi kadının kullandığı elektrik süpürgesini fişten çektiğini
gördüğümüzde, bunun çocukça bir şaka olarak sunulmasına hazırızdır. Gelgelelim,
ardından gelen tekmeyle, bunun oyun olsun diye değil, temizlik işçisine eziyet
olsun diye yapıldığını anlarız: Oğulun ilk erkeklik icraatlarındandır bu iki
edim. Sonrası adım adım gelecektir.
Filmdeki iktidar sahibi erkekler, bir söz tasarrufu içinde
yapacaklarını yapıyorlar; baba olsun, onun arkadaşları olsun, oğul olsun,
oğulun sevgilisinin ağabeyi ya da akrabaları olsun. Taksi şoförü ve inşaat
işçisi gibi emekçiler ise, bir itiraz duygusunun yükselişiyle kıvranıyor ama
kıvranmakla kalıyorlar. Silahlanan ya da zaten silahlı olan, işçiler değil,
işveren oluyor.
Film bütün bunları ve oğulun sosyalleşme sürecinde ruhunda
zaman zaman beliren ikiliği ta içeriden anlatmayı başarıyor bize. Oyuncu,
"İhtiras Tramvayı"nın Marlon Brando'sununkini andıran eril
erotizmiyle bu erkek 'büyüme'yi çok iyi temsil ediyor.
*
Filmi görmeye gittiğimde salonun tenhalığına şaşırdım. Bir
cumartesiydi, 14.30 gibi herkesin yetişebileceği bir seanstı ve hava insanı
dışarıya çekecek kadar güzel değildi. Bu "çifte ödüllü" filme
insanların akın etmemesi neye bağlanabilir?
Belki, 'sıkıcılık' meselesine. Günümüzde kolayca sıkılıyor
insanlar. Nuri Bilge Ceylan ile Reha Erdem'in filmleri gibi, "Seren
Yüce"nin "Çoğunluk"u da çoğunluk tarafından sıkıcı bulunmuş
olabilir. Temposundan çok, yüzleştirildiklerimiz yüzünden sıkıcı belki de.
Çünkü ibadullah zor bir film değil "Çoğunluk", gayet okunaklı.
Belki de bu "okunaklı" sıfatında yatıyordur
sıkıcılık. Bazı filmlerin, seyretmenin yanı sıra okumayı da gerektirmesinde.
Okumayı, yani, aldatıcı bir biçimde tanıdık gelenleri bile yorumlamayı.
"Çoğunluk" filminin 'sıkıcılığı' böyle bir film olmasında yatıyor:
Dolayımının sıkılığında.
* * *
31.10.2010 tarihli Radikal İki'de yayımlanan yazım gazetenin
internet sitesine konulmadı. Yazıyı bulabileceğiniz internet sitesi:
http://necmiyealpay.blogspot.com
[21.11.2010 tarihli Radikal İki]
Yeni
Radikal
Boyut
İyi Yüreğim: - Boyutlar kullanışlı. Fransa'nın Libération'u,
Britanya'nın The Guardian'ı gibi muhalif gazeteleri andırıyor.
Kötü Yüreğim: - Mizanpajın abur cuburluğu yüzünden, batının
bulvar gazetelerini çağrıştırıyor.
*
Bölümler
İyi Yüreğim: - "Ekonomi, Hayat" gibi bölümler
ayırılıp paylaşılabiliyor, bu da kullanışlılığa dahil.
Kötü Yüreğim: - Kültür sanat sayfaları "Hayat"ın
içinde kaynadı. "Hayat"a biraz "Kelebek" karıştı.
*
Yazarlar
İyi Yüreğim: - Yıldırım Türker, Ertuğrul Mavioğlu, Pınar
Öğünç gibi, Radikal'i okutan nedenlerden bazıları hâlâ orada.
Kötü Yüreğim: - Okumak istediğim bazı yazarlar yok oldu. En
son Erkan Goloğlu ortalıkta görünmüyor.
*
"Sokak gazeteciliği" mottosu
İyi Yüreğim: - Bu ilke, katalizör işlevi gördü, yazarlarda
bir dinamizm hasıl oldu.
Kötü Yüreğim: - Yeni Genel Yayın Yönetmeni, sinema yönetmeni
gibi görünüyor: Köşe yazarları dahil, rolleri o dağıtıyor, nasıl oynanacağını
belirliyor vb. Ancak, sanat filmlerindekinden çok, gişe filmlerindeki, hatta TV
dizilerindeki gibi: Oyuncular, pardon, gazeteci ve yazarlar ürünlerinin fazlaca
önüne geçiriliyor. "Asıl haber biziz" gibi bir şey.
*
"Savaşma konuş" kampanyası
İyi Yüreğim: - İyi bir zamanlama. Tam PKK eylemsizlik
demişken, seçimler yaklaşırken ve birtakım görüşmelerin sürmekte olduğu
söylenirken, konuşmanın desteklenmesi çok iyi bir fikir. Ayrıca, 68 ruhunu
çağrıştıran bir doğrultu çiziyor.
Kötü Yüreğim: - "500 bin radikal aranıyor" sözünün
reklam içermesi, işin içine satış duygusunu katıyor. "500 bin konuşan
aranıyor" dense daha inandırıcı olurdu.
*
"Özgürlükçü sol" iddiası
İyi Yüreğim: - Ahmet İnsel'in, Baskın Oran'ın, Tarhan
Erdem'in, Altan Öymen'in yazdığı bir gazetenin "özgürlükçü sol"
iddiasında bulunma hakkı vardır.
Kötü Yüreğim: - Bu iddianın altı kaval üstü şişhane: Siyasi
otoritelerin icazeti eleştiriden önce geliyor. Ekonomi sayfalarına biraz
sosyalleştirilmiş bir liberalizm egemen. Eski Radikal'de de öyleydi ama, hiç
değilse başka türlü bir iddia yoktu. Yeni Radikal için kullanılabilecek
niteleme sıfatı ancak 'popüler sol' olabilir.
*
Ekler
İyi Yüreğim: -
Radikal İki ve Radikal Kitap yola devam ediyor.
Kötü Yüreğim: - Radikal İki'nin sayfa sayısı azaltıldı,
puntoları şişkinleşti...
[28.11.2010 tarihli Radikal.]
Davalar
diyarı
Ergenekon, Susurluk, "Hayata Dönüş", KCK, TMK
mağduru çocuklar, Devrimci Karargâh, Hrant Dink, Pınar Selek, İsmail Beşikçi,
protestocular, gazeteciler, çizerler, yazarlar... Bu siyasi dava bolluğunu
yadırgamaya başlıyoruz.
Egemen Avrupa ülkelerinden birinde olsak herhalde çoktan
yadırgamış olurduk. Oralarda siyasi davalar son kırk elli yılın çabaları sonucu
bütün türleriyle adım adım seyrekleşti çünkü. Özellikle fikir suçu kavramı
neredeyse kölelik kadar arkaik bir kavram sayılır oldu. Hele bizim buradaki gibi
'terör' adı altında fikir suçu yaratma girişimleri kolay kolay gözlerden
gizlenemiyor. Güney Amerika'daki, Afrika'daki ve kendi bölgemizdeki
benzerlerimizde bile buradaki kadar çok siyasi davaya rastlanıyor mu, sormaya
değer.
Biz son iki randevuda -hatta umarım üçüncüsünde- paçayı
kurtardığımız halde darbe ortamından çıkabilmiş değiliz. Davaların bir bölümü
zaten yeni bir darbe için ortam hazırlama suçlamasına dayanıyor, bir bölümü ise
öncekilerden kalma zihniyetlere.
Siyasi nitelikli davalarda yargı mensuplarının siyasi
zihniyeti dolaysız bir biçimde devreye girmez mi? Savcılar, yargıçlar,
avukatlar ve bakanlık görevlileri, bu davalarda hangi temel ilkelere
uymaktalar? Daha doğrusu, var mı, "hukuk devleti" iddiasını haklı
çıkaracak türden bazı yerleşik ilkeler? Eğer yoksa, yargıcılar da herkes gibi
siyasi görüş sahibi kimseler olduklarına göre, karşılarına gelen sanıkları o
görüşlerin tartısına vurmaları tehlikesi yok mudur dersiniz? Hatta, bırakınız
karşılarına gelen sanıkların yargılanmasını, bir kimsenin sanık haline gelip
gelmemesi bile adalet mensuplarının siyasal görüşlerinden etkilenme tehlikesi
altında değil midir? Adalet mensuplarının, ve elbette onları etkileyebilecek
her tür başka 'etmen'in.
Sonuçlananıyla ve sonuçlanmayanıyla verili davalar öyle
gösteriyor ki Türkiye'nin bir davalar diyarı olmasında iddianamelerin
kolaylıkla hazırlanıp kolaylıkla kabul edilmesinin de payı vardır. Savcılar
genellikle iddianame üretmek konusunda fazla girişimci, yargıçlar da yine
genellikle, savcılıktan gelen iddianameleri kabul edip davayı açmakta fazla
gönüllüdürler.
Personel sıkıntısının ayyuka çıktığı bir devlet hizmetinde
biraz tuhaf değil mi bu üretkenlik? Gerçi mevzuatın, yani yürürlükteki
yasaların, savcıları ve yargıçları dava açmaya yönelttiğinde kuşku yok. Ve
başta Anayasa olmak üzere bu yasalar hâlâ esas olarak son darbenin artığı.
Ancak, 'takdir hakkı' diye bir ilke de var...
Benim anlayabildiğim kadarıyla bu açıdan bir yaptırım
yokluğu hüküm sürmektedir. Bazı ülkelerde savcılar ve yargıçlar için açtıkları
davalarda iddianame kusuru işleme oranına bir üst sınır getirilmiş olduğu
şeklinde bir bilgi hatırlıyorum. Bunun anlamı şu:
Ceza davaları için hazırlanan iddianamelerin belirli bir
oranından fazlası yargı süreci sonunda kusurlu çıkarsa, bu hem savcının hem de
yargıcın meslek siciline olumsuz puan olarak kaydediliyor. Kabul edilen
iddianamelerin yüzde yirmisinden fazlası diyeceğim ama, emin olmaksızın.
Sanıyorum bizim burada olmayan önlemlerden biri budur. Şimdi
301'in izne bağlanmış olması belki bir miktar denetim getirdi. Ancak, her an
kötüye kullanılabilecek bir denetim türü bu. Ve en iyi gazetecilerin en çok
taşıdıkları sıfat gitgide daha fazla 'sanık' sıfatı olmaya başladı. Gerçi
'maktul'den daha iyidir ama, yine de kabul edilir değildir, ikide bir 'sanık'
olmak. Üstelik maktullerimiz de hiç ender değilken ve sanıklıktan maktullüğe
geçmişken...
Buraya kadar işin daha çok nicel yanından, yani dava
çokluğundan söz etmiş oldum. Belki daha da korkuncu, zamanaşımına uğramış ya da
beraatla sonuçlanmış olanlar dahil, neredeyse hiçbir siyasi davanın vicdanları
rahat ettirecek bir biçimde yürütülmemesidir. Yukarıda andıklarım başta olmak
üzere bu davaları tek tek düşündüğümüzde durumu açıkça görebiliyoruz:
Ergenekon davası, darbe hazırlıklarına bulaşanların yargılandığı
dava olarak sunuluyor. Esas olarak, elbette öyle. Gelgelelim, darbe
hazırlıklarını yönetenlerin yargılanmakta olanlarla tam olarak örtüşmediği,
bazıları cezasız kalırken bazılarının şimdiden fazla cezalandırılmış olduğu,
yaygın kanılar arasında.
Bazıları cezasız kalıyor, evet: Tam tamına aynı izlenim,
Susurluk yapısı ve faili meçhuller için de geçerli. Ve Ağar ya da Veli Küçük
gibilerin 'feda' edilmesiyle geçiştirilebilecek bir izlenim değil bu.
Devlet komünizm sorunu, Ermeni sorunu ve Kürt sorunu gibi
başa çıkamadığı tarihsel miraslar karşısında çapsızlıktan hukuksuz işlere
girişiyor. Ve Sabahattin Ali, Kemal Türkler, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Muammer
Aksoy gibi 'eski' ve Hrant Dink ile yüzlerce Kürde karşı işlenen nispeten daha
yeni 'faili meçhul'ler, ve Sivas ve "Hayata Dönüş"... hem devletin
genel siciline ekleniyor, hem de devlet mensuplarının kişisel sicillerine.
Ama bu arada, Sivas yangınından ve 'Susurluk' gibi
çetelerden sorumlu eski Başbakan Çiller, çıkınındakilerle açıkladığı paracıklarıyla
müteahhitlik yapmakla meşgul. "Hayata Dönüş" kıyıcılığının sorumlusu
Hikmet Sami Türk, fikirlerinden yararlanılmak için TV programlarına çağrılıyor.
Diğer yanda ise pek çok dava "terör" yaftasıyla açılıyor: KCK, İsmail
Beşikçi, protestocular, gazeteciler, çizerler, yazarlar...
"Terör" yaftası başlıca üç olguyu gizlemeye
yarıyor: 1) Yargı mekanizmasının bir gözdağı verme aracına dönüştüğünü; 2)
Fikirlerin yargılandığını; 3) Şimdi ara vermiş olan gerilla savaşını.
Yargıyı bir siyasi mücadele aracı olarak kullanmak, siyasi
hasım sayılanı bertaraf etmek için gözaltına almak, yurttaştan çok devlet
mensuplarını ve devletin faşizan çekirdeğini korumak...
Yürürlükteki siyasi davaların pek çoğu için yaygın kanı
böyle. Bu dönem, biraz daha gayretle, tarihe adalet duygusunun en çok hiçe
sayıldığı bir dönem olarak geçebilecek.
Dolayısıyla ivedilik kazanan soru şu: Bir siyasi davalar
diyarı olmaktan nasıl kurtulacağız?
[5.12.2010 tarihli Radikal]
Hedef
gösterilenler
Orhan Pamuk, Orhan Miroğlu, Oral Çalışlar, Murat Belge... Bu
yazarlar son yıllarda her yerde korumayla dolaşmak zorunda bırakıldı. Son anda
vazgeçmeyip gelseydi Naipaul korumasız dolaşabilecek miydi bilmiyorum.
Acaba bu durumdan utanmak gerekmiyor mu? Bizim toplum açıkça
'korumalı hayat' diyebileceğimiz yeni bir ceza türü yarattı. Ben bunda herkesin
sorumluluğu olduğu kanısındayım.
Eskiden yalnızca devlet vb kurumlarda yüksek makam
sahiplerinin korumaları olurdu. Onlara yine koruma veriliyor, hem de artık koruma
ordularından söz ettirecek miktarda; çünkü bu devletlülerin yaptıkları işin
öfke yaratabilen özellikleri var; durmadan birilerinin aleyhine kararlar vermek
gibi. Ve öfkelerin miktarı arttıkça, korumaların sayısı da habire artıyor.
Ama belki bundan da çok, devletlerin kendi şeflerini korumak
gereğini gitgide daha çok duymaları, 'siyasi cinayet' denen hukuk dışı siyaset
aracından bir türlü vazgeçmemeleridir.
Devletlülerin korunması öyle. Peki ya andığım yazarları
korumalı hayata mahkûm eden nedir? Zaman geçtikçe alıştığımız pek çok başka
bela gibi buna da alışmamız ne anlama geliyor?
İlk sorunun yanıtı biliniyor: Bu yazarlar dolaysız ve
ısrarlı bir tehdit altında oldukları için kendilerine devlet tarafından koruma
veriliyor. Hrant Dink sözgelimi, devlete bakılırsa tehdit edildiği halde koruma
istemediği için korunamamıştı...
Tehdidin nedeni de biliniyor: Bu yazarların dile getirdiği
fikirler, kötü ünlü 301. madde gibi maddelerden yargılanarak 'Türklüğe
hakaret'le damgalanıyor ve bu yolla, öldürme güdüsünün ırkçı türü harekete
geçiriliyor. Güvenliğimizi sağlamakla görevli mekanizmalar ise, elbirliği
ederek tehdidi ortadan kaldırmak yerine, 'koruma' sağlamak yoluna başvuruyor.
Gerçekten devletin ve toplumun gücü bu dolaysız sistematik
tehditleri önlemeye ve ortadan kaldırmaya yetmiyor olabilir mi?
Bu soru şu anki koşullarda yersizdir, çünkü devletin ve
toplumun bu tehditleri önlemeye gücü yetiyor mu diye sorabilmemiz için, önleme
iradesinin var ve yeterli olması gerekir. Devletin ve toplumun yürürlükteki
tehditlere gerçekten karşı olduğu ve bütün gücüyle karşı durduğu söylenebilir
mi?
Çok yazık ki söylenemez. Bildiğim kadarıyla yazar örgütleri
dahil hiçbir çevreden bu tehditler karşısında ses getiren bir çıkışa, kararlı
ve sürekli bir protestoya tanık olmadık. Oysa bir yazarı tehdit altında tutmak,
onun kanalıyla bütün yazarları tehdit altında tutmak anlamına gelir. Bu ise
herhalde en esaslısından bir baskı ortamı demektir. Bugün Türkiye'de egemen
olan atmosfer böyle. Ama biz herhalde kirli havaya alışmış, zehiri fark etmez
olmuşuz ki, etkin bir biçimde karşı durmuyoruz.
Eğer bugüne kadar, zıt fikirlerin savunucuları dahil tüm
yazarlar ve yazar örgütleri tehdit altındakileri savunmayı iş edinseler,
tehditler bütünüyle ortadan kalkıncaya kadar her tür çabayı gösterseler, en
azından bu yönde bir irade ortaya koysalar, bu utanç verici durum bu kadar uzun
sürmez, eleştiri özgürlüğü de az çok nefes almaya başlamış olurdu.
Bir kimseden nefret etseniz bile, sizin nefretiniz onun
tehdit altında yaşamasına neden olmalı mıdır? Bunu kabul edebilir misiniz?
Bırakalım böylelikle düşünce ve eleştiri özgürlüğüne yönelen önsel
sınırlamaları, geniş ya da dar anlamdaki 'suç ve ceza' meselesi açısından bile
kabul edilebilir bir durum mudur bu?
*
Hilmi Yavuz, Naipaul meselesinde kendisinin linç
edildiğinden söz ediyor. Bir fiilî linçler ülkesi için hiç uygun bir metafor
değil. Bildiğim kadarıyla, potansiyel olanı dahil, kendisine yönelmiş herhangi
bir tehdit yok.
Yavuz'un Naipaul tartışmasındaki başlıca dayanağı Edward
Said'di ama, kendisi Said'in yapmaya çalıştığı şeyin tam tersini yaparak
"Batı"yı mutlak bir bütünlük, "Batılı"yı da mutlak ve
homojen bir tip yerine koyuyor. Daha önceki bir yazısında da (13 Ekim tarihli
Zaman) "sömürge entelektüeli" saydığı Naipaul, Orhan Pamuk ve Llosa
gibi yazarları, yine Said'e göndermeyle, "Batı kültürel geleneğinin
dışında" durmamakla suçluyordu.
Bu "dışında durmak" meselesi önemli. Hilmi Yavuz
bu anlamdaki "dışarı"ya doğru bir adım atmak istemiş ama ayağı havada
kalmış biri gibi gelir hep bana. Naipaul tartışmasına en iyi katkılardan birini
yazmış olan Bülent Somay'ın 28 Kasım 2010 tarihli Radikal'de Hegel'in
"aufhebung" kavramını hatırlatması boşuna değil:
"Aufhebung" demek, içererek aşmak demek: Şu modern çağlarda yaşayan
dünya insanları olarak, her adımda hedeflememizde yarar olan zihin durumu. Ve
ben böyle bir iddiada bulunup da her uğrakta başarmış bir kimse bilmiyorum.
Bazı uğraklarda başarılabiliyor en fazla...
Bülent Somay'ın, aslında 21 Kasım tarihli Radikal'de
başlamış olan katkısındaki "efendinin dili" meselesinde de tartışmak
istediğim bir nokta var. Ama o konuyu sonraya bırakıp, koruma meselesine
dönmeliyim. Dünkü (30 Kasım tarihli) Taraf gazetesine bakılırsa, korumayla
dolaşan yazar arkadaşlarımızdan Orhan Miroğlu'na yeni bir tehdit yönelmişe
benziyor çünkü.
Taraf gazetesinin haberine göre HPG internet sitesindeki bir
yazı, Miroğlu'na en olmayacak, en yakışmayacak sıfatlar kullanarak ağır
tehditler yöneltmiştir. Öyle bir metnin yazılmasına mı üzülürsünüz,
yayımlanmasına mı, Miroğlu gibi sonsuzca değerli yazıların ve kitapların yazarı
olan birinin her anlamda harcanmaya kalkılmasına mı...
Miroğlu böylelikle çok yönlü tehditlere maruz kalmış oluyor.
Ve eleştiri dediğimiz o birincil önemdeki insan etkinliği bir kez daha çapraz
ateş altında.
Oysa hiç istisnası yok: Eleştiri özgürlüğüne birinci sırada
yer vermeyen hiçbir özgürlük hareketi uzun erimde kalıcı bir başarıya
ulaşamıyor. Bizim kuşağın ömrü bile buna tanıklık etmeye yeter.
[12.12.2010 tarihli Radikal]
Kürt cenahında sürecin biçimlenişi
Kürt cenahı şu an bizim toplumun bütünü için tarihsel bir
örnek işlevi görüyor. Cenahın kendi içinde süreç birbirine zıt iki işleyişin
yer yer çatışarak birlikte yol almaya çalıştığı bir biçime büründü. Bu iki
işleyişten biri kabaca 'tabanda' sivil toplumun oluşup gelişmesi, diğeri ise
'tepeden gelen' katı bir hiyerarşinin egemenlik iradesi olarak tanımlanabilir.
Sivil dediğim, 'tepe'nin (=Öcalan'ın) ve 'militer' olanın
(=PKK'nın) dışında kalan oluşumlardır. Yolları sık sık kesişen, birbirlerini ne
bütünüyle dışsallaştırmış, ne de içselleştirebilmiş iki kesim söz konusu. İç
içe geçmiş, aynı bir büyük genel sürecin bileşenlerini oluşturan iki alt-süreç.
Bu ilişki çok geniş bir ara bölge üretmiş durumda. BDP'den
belediyelere ve sivil toplum örgütlerine, hatta AKP'ye oy verenlere kadar
alabildiğine çeşitli oluşumlarda ve kişiliklerde hayat bulan bir etkileşim
yürürlükte. Alabildiğine geniş bir yelpaze. Yelpazenin bir ucunu savaş mantığı
tutuyor, diğer ucunu her tür iktidarın dışında olmakla tanımlanan halk, demokrasinin
umudu olan 'demos'.
Sürecin bu yapısı elbette yeni değil; benim gibi az çok
yakından ama dışarıdan izleyenlerin yıllardır karşılaşabildiği ya da
sezebildiği bir gelişme. Şimdi özellikle Öcalan'ın son çıkışları ve HPG
sitesindeki bir yazıdan Orhan Miroğlu'na yönelen tehdit vb, bir patlak verme
görüntüsü ortaya koyuyor.
Son birkaç yıla kadar devletin ağır baskıları nedeniyle
sivil toplum oluşamıyordu. Her ne kadar Kürt özgürlük hareketi PKK ile
başlamadıysa da, önceki hareketlerde sivil bilinç düzeyi bugünkü ölçülerde
yükselebilmiş değildi. Önceki isyanların tümünde daha çok kendiliğindenliğin ve
tepkisellliğin ağır bastığı herhalde açıktır.
Bugün ise artık "demokratik" kavramının içini
doldurmakla meşgul bir halk hareketiyle karşı karşıyayız. Yalnızca PKK
etkisindeki kesimleri değil, bu etkinin dışındaki hatırı sayılır kesimleri de
kapsayan bir hareket bu. Silahlı mücadeleye gönül borcu hissedenler de,
hissetmeyenler de gerçekte aynı özgürlük talebiyle mücadeleye baş koymuş
insanlar. Baydemir ve ardından Miroğlu olayında patlak veren gerilim türü bence
bu genel çerçeve için yeterince tartışılmamış bir sorunsalın işareti. Bu
sorunsalı ortaya koyabilmek için, kendi anılarımdan bir kesit aktarmalıyım.
Yirmi yıl kadar önceydi. Eski bir yoldaşımla karşılaşmıştım,
konuşup tartışıyorduk. Devrimci ya da demokrat hareketleri ilgilendiren bir
bela olarak yakından tanık olduğumuz kariyerizmden söz ederken, yoldaşım bu
sorunun çözümü emek-değer teorisine göre hareket etmektir dedi. Bu formülden
kastı, kişilerin hareketteki yeri, o kişinin mücadelede harcadığı toplumsal
emek miktarına bağlıdır gibi bir şeydi.
Yoldaşım gerçekte hakkaniyetli bir formül bulduğunu
düşünüyordu. Sanıyorum, formülünü dile getirirken, yer paylaşma denen şeyin
bizzat kendisinin nasıl da bütün o eşitlikçi ve özgürlükçü iddialarımıza aykırı
olduğunu henüz düşünmemişti. Henüz diyorum, çünkü daha sonraki bir
karşılaşmamızda yeniden konuşurken, kazara devrim olsa iktidarın tarafında
değil, muhalefette olmamız gerekir diye fikir birliğine varmıştık...
Baydemir ve Miroğlu olaylarında, kimlere nasıl bir saygı
gösterileceği konusunu bile merkezî bir dağılıma tabi tutmak isteyen Stalinci
anlayışın izlerini görmemek olanaksız. İtibar hesapları, atamalar, dışlamalar,
tecrit etmeler vb vb. Bütün tarihsel devrim ya da demokrasi süreçleri bu tür
vukuatla dolu. Öyle görünüyor ki Kürt özgürlüğüyle ilgili mücadele de bu açıdan
bir istisna oluşturmuyor. Etik mesele belki meselelerin en büyüğü. Ve ne yazık
ki en az üstünde durulanı.
Baydemir'in silahlı mücadele dönemi sona ermiştir sözüne
benzer cümleleri ben dahil pek çok kimse yeri geldikçe söylemiştir. Ben
buradaki "silahlı mücadele" teriminin yalnızca gerilla mücadelesi
için değil, devletin silahlı mücadelesi için de kullanıldığını anlıyorum.
Devletin otuz yıldır, hatta seksen beş yıldır seçtiği mücadele yöntemi de
sonuçta silahlı mücadeledir.
Baydemir'in dile getirdiği, benim anladığım kadarıyla,
silahlı mücadeleye iki taraflı olarak son verilmesi fikridir ve aklın
gösterdiği yoldur...
Kürtler DTK gibi çerçeveler kurup toplumsal ihtiyaçlar
konusunda kendi göbeğini kendisi kesme yolunu seçerek bu çelişkili süreci
aşmaya çalışıyor. Şimdiye kadar olan gelişmeler yerel davranma eğilimini haklı
olarak artırdı. Şu anki koşullar Kürtler için gerçek bir demokratik atılımın
zeminini yaratıyor. Ama aynı zamanda Kürt Bonapartizmine gidebilecek Stalinist
bir eğilim de kendini göstermekle meşgul. Bu ikinci eğilimin karşısındaki en
önemli güçlerden biri, sürecin cinsiyetçilik karşısında kadınlar eliyle aldığı
olağanüstü yoldur sanıyorum. Kürt kadınları sürecin en büyük şansı.
* * *
AYIP
Bülent Arınç, Devlet Bahçeli'nin kendisini "sokak
yurttaşı", "lalettayin bir vatandaş" yerine koymasından
yakınıyor.
Arınç herhalde zamanını şaşırmış, bizim toplumu 'esnaf
(=sınıflar)' adı verilen lonca sisteminin geçerli olduğu Osmanlı döneminde
sanıyor.
Burası, henüz yeterince bilincinde olmasak bile, kastlarla
değil, yurttaşlıkla tanımlanmış bir toplum. Dolayısıyla, Arınç'ın sözleri en
az, sivil bir meselede "Diyanet'e sorun" demek kadar yadırgatıcı.
Eşit yurttaşlar toplumunda, kendini üst bir kademeye yerleştirip "sokak
yurttaşı" gibi alt yurttaş katmanları yaratmak olacak iş midir?
[19.12.2010 tarihli Radikal İki]
Kürtçe
bir 'anadil' değildir
İster ayrı yazılsın ister bitişik, 'anadil' teriminin
anlamı, 'dil doğuran dil'dir. Yüz kere yazdığım üzere, anadiller, kök
dillerdir: Latince, İlk Türkçe, Ana Oğuzca, vb. Ve bu anlamda, ne Türkçe bir
anadildir, ne de Kürtçe. Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Çince vb her dil anadilidir
ama, her dil anadil değildir.
Son yılların güncel tartışmalarında "anadil"
denerek sözü edilen şeyin bilimsel adı, 'anadili'. Anlamı: Her bireyin
annesinden ya da anne kadar yakın her kimse ondan edindiği dil. Dolayısıyla, şu
güncel sorunumuzun adı da, "anadilde eğitim" değil, "anadilinde
eğitim"dir.
Bütün bunları neden anlatıyorum? Çoğu dil olayı gibi bu
karışıklığın da hiç masum olmadığını her geçen gün daha iyi anladığım için.
'Dil olayı' terimi, dil kullanımında görülen farklılaşma
anlamına geliyor. Bir sesin ya da öğenin zaman içerisinde gösterdiği
farklılaşma. 'Anadili' teriminin yerine yaygın bir biçimde 'anadil' denmesi de
bir dil olayı. Ve ben bu olayın kökeninde masum bir karışıklığın değil,
tektipçi devlet politikasının yattığı kanısındayım. Amaç ise, tekdilci
politikayı daha rahat yürütebilmek için, 'anadili' terimini gözlerden gizleyip
'anadil' sözcüğüyle idare etmek.
Bu amaçla, bir çağrışım mekanizmasından yararlanılıyor.
Şöyle:
Türkçe bilen, ama dil terimlerini yakından bilmeyen
insanlar, "anadil" dendiğinde sözcüğü yabancılamıyorlar ve hemen
anladıklarını sanıyorlar. Çünkü "anadil"in ilk eldeki sessel
çağrışımları, 'anayol, anafikir, anayasa, anayurt, anakara' dır. Bu sözcük
dizisinin oluşturduğu anlam ise, 'başlıca, en önemli' vb.dir.
Başka bir deyişle, dilci olmayan yurttaşlar
"anadil" sözcüğünden 'ortak dil' ya da 'resmi dil' gibi bir şey
anlamaktadır. Amaçlanan da zaten buydu. Kısacası, "anadil/ anadili"
karışıklığı, asimilasyon uygulamasının bir parçası olarak iş gördü. Anadilleri
konusunda her zaman bilinçli davranan öğretmen sendikaları ile son bir iki
yıldır zahmet ya da cesaret edip konuyu gündemlerine almaya başlayan
üniversiteler, ufak ufak yayımlamaya başladıkları rapor ve broşürlerinde,
gerektiği üzere, "anadili" diyorlar.
Terimi, bilmedikleri için yanlış kullanıp yanlış anlayanlar
açısından bu olay bir yanılsamadır. Cumhuriyet boyunca bu yanılsamayı yaratmak
için çaba harcayan devletin yaptığı ile, yanılsamayı düzeltmek için çaba
harcamayan dilbilimcilerin yaptığı ise asimilasyona katkıdan başka ne olabilir?
Sözgelimi, o kötü ünlü yasa hükmü, 1983 tarihli ve 2932
no.lu yasanın 3. maddesi, "Türk vatandaşlarının anadili Türkçedir"
derken ne yapmış oluyordu?
AKDTYKTDK dahil pek çok kurumun mensupları ortalığı aynı
söylemle donatageldiler. Bugün bile yer yer donatmaya devam ediyorlar.
Devletin ve ona bağlı kurumların Türkçe dışındaki
anadillerini silme çabası doğrudan doğruya devlet yönetimiyle ilgili, yani
siyasal bir olgudur. Bir toplum mühendisliği arzusunun, tektipçi siyasetin
sonucudur. Tektipçiler şimdi gelinen yeri tanımakta ve gördüklerine inanmakta
güçlük çekiyorlar. "Açılım" kavramını henüz kendileri de
kavrayabilmiş görünmüyorlar.
Akademik kuruluşlardan bazıları son bir iki yıldır, "bu
pedagojik bir sorundur" önermesini esas alarak işi bir ucundan tutma cesaretini
göstermeye başladı. Bakalım önümüzdeki zamanlarda bilimle olan ilişkilerinde
Galileo'yu örnek almaya devam mı edecekler, yoksa 1960'lı ve 1970'li yıllardan
bu yana öğretmenlerin gösterdiği kararlılıktan esinlenmeyi başabilecekler mi?
*
AHMET KAYA NOTU
11 Aralık Cumartesi günü Eğitim Sen şubesinin anadili konulu
paneli için Mersin'de olduğumdan, Ahmet Kaya'yı anma toplantısına gidemedim.
Kaya ile ilgili olarak kayda geçmem gereken bir anım var.
2004 yılı yazında o olağanüstü öncü kadınlardan, Kürtlerin
kadın belediye başkanlarından Songül Abdil'in yönetimindeki Munzur Festivali
için Tunceli'ye gidiyordum (ilgili yazım için, bkz. 8.8.2004 tarihli Radikal
İki). Dersim'de havaalanı olmadığından, uçakla Diyarbakır'a gittim, orada
karşılamaya gelenler, festivale giden bir grupla birlikte bir minibüse
doldurdular bizi, Tunceli'ye doğru yola çıktık. Minibüste Gülten Kaya da vardı,
tanıştık, birlikte yolculuk ettik.
Yol dört beş saat sürüyordu. Bir ağaç ve bitki bolluğu
içindeki yükseltiler içinde, kalabalık bir kebapçıda mola verdi minibüs.
Yemek sırasında masanın etrafında fır dönen bir garson, beni
biraz uzaktaki el yıkama yerinden dönerken yalnız yakaladı ve biraz sırdaş bir
tavırla, bir soru sormak istediğini söyledi. Şaşırdım ama, halinde en ufak bir
saygısızlık yoktu, dolayısıyla sormasını söyledim. "Abla" dedi,
"biz biliyoruz, bir de senden duyalım: Ahmet Kaya yaşıyor, değil mi?"
Şöyle bir durdum. Garson, dikkatle yüzüme bakıyordu.
Böyle bir soruyla ilk kez karşılaşıyordum. Delikanlının
kendine özgü bir dünyası olan o güzelim insanlardan biri olduğu duygusuyla,
"Elbette ki o bizim yüreğimizde yaşıyor, ama biliyorsun bedeni yurtdışında
bizi terk etti" dedim.
Benden beklediği yanıt bu değildi. Kafasını sallayarak,
"Yok yok dedi, o aslında yaşıyor, geçenlerde en son İtalya'da
görmüşler..."
Ne diyeceğimi bilemedim. Bir efsanenin doğumu bu tanık
olduğun, dedim kendi kendime.
Gülten Kaya'nın yanına döndüğümde pes perdeden durumu
anlattım. Gülten Hanım'ın yüzünde, çok alışkın olduğumuz durumlara uyan bir
anlatım vardı. "Bana bu soru her gün üç beş kez soruluyor" dedi.
Başlangıçta o da benimkine benzer yanıtlar veriyormuş ama, başa çıkamaz olmuş,
olumsuz kipten vazgeçmiş, öyleyse öyledir gibi kabullenici sözler etmek zorunda
kalmış.
Mecazlarla efsaneler arasındaki enerji bağı müthiş.
[26.12.2010 tarihli Radikal İki]
Silvan'daki
İstanbullu
Büyükşehir ile taşra arasında yer değiştiren genç kadın.
Türkçe edebiyatta bu izlek temelinde ortaklaşan köşe taşı niteliğindeki
yapıtlara bir üçüncüsü eklendi: Filiz Aygündüz'ün "Kaç Zil Kaldı
Örtmenim?" adlı romanı.
İlki, Reşat Nuri Güntekin'in 1922 tarihini taşıyan
"Çalıkuşu" adlı romanıydı, ikincisi Yıldız Ramazanoğlu'nun
"Zilha Günü" adlı öykü kitabı. Konuya ilk kez bu ikinci yapıt
dolayısıyla, 1.1.2009 tarihli Radikal'de yayımlanan "Bir anahtar
kitap" başlıklı yazıda değinmiştim: "Zilha Günü"ndeki öykülerden
"Gece Kuşu"nun başkişisi, söze "Babamın ölümüyle birlikte"
diye başlayan bir genç kadındı. Onunla "Çalıkuşu"nun Feride'si
arasındaki benzerlik çarpıcıydı: İkisi de yalnız yaşamak üzere yer
değiştiriyordu ama, ters yönlerde. Feride merkezden taşraya doğru gidiyordu,
Ramazanoğlu'nun "Gece Kuşu" ise, zihnen kopmuş olduğu taşradan,
merkeze doğru. Feride'nin kendisi öğretmendi, "Gece Kuşu"nun ise,
ölen babası, fizik öğretmeni. İkisi de, yola çıktıklarında babasız. Feride
annesini ve babasını çocukken kaybetmiş zaten...
Şimdi Filiz Aygündüz'ün başkişisi olan genç kadın, tıpkı
Feride gibi öğretmenlik yapmak üzere merkezden taşraya gidiyor. (Romanın bir
yerinde anılıyor ayrıca "Çalıkuşu" -s. 52.) Ama o, yola bir başına
değil, babası ve annesiyle birlikte çıkıyor...
Aygündüz'ü daha çok kültür-sanat editörlüğü yapan bir
gazeteci olarak tanıyoruz. Bir söyleşisinde, bu ilk romanının bir miktar
özyaşamöyküsel olduğunu belirtmiş. Kendisi matematik mezunu, başkişisi ise
fizik bölümünden. İkisi de, toplumsaldan ilk elde uzak görünen disiplinler.
Aygündüz'ün başkişisi olan İstanbullu genç kadın,
öğretmenlik yapmak üzere Diyarbakır'a cumhuriyetin ilk elli yılı içinde gitmiş
olsaydı ebeveyni yine ona eşlik etmek gereğini duyar mıydı? Büyük olasılıkla
hayır. Zaten, "terör" diyor yazar, romanın ikinci sayfasında:
"Terör denince ilk aklıma gelen şehrin Diyarbakır olması..."
Tipik bir orta sınıf ailedir söz konusu olan. Dolayısıyla,
ilk sayfadaki "80 ihtilali" sözü ve ardından gelen
"terör"lü söylem, yerine oturmaktadır. Romanın başlangıç zamanı,
"1995 yılının sıcak mı sıcak bir eylül sabahı"dır.
Okur, bu seferki genç kadının babalı olması ve anneyle
babanın onu gideceği yere götürüp kalacağı yere sağ salim yerleştirmek gereğini
duymaları karşısında, "baba" figürünün taşıdığı bütün metaforları
yorumuna dahil etmekten kendini alamayacaktır. Belki bu kez gidilen yerde
yaşanacakları görmeye asıl ihtiyaç gösteren, babanın, ve elbette annenin, ta
kendisidir.
Gerçi adı "Ali", soyadı "Aydın" olan
"mavi gözlü" bir genç adamın (s. 13) bu konudaki katkısı açıktır ama,
belki de artık genç kadınlar, babalarına dünyayı göstermek çağına girmişlerdir.
Bunu derken, romandaki genç kadından çok, romancıdan söz ediyorum: Kitabını
"Babama..." diyerek adamış ve Diyarbakır'a, başkişisinden önce onun
babasını buyur etmiş olan Filiz Aygündüz'den.
Baba, Diyarbakır'a bir "keşif gezisi" yapmışsa da,
Jameson'ı haklı çıkarırcasına, "Niye bilmem Kürtlerden ve Kürtçeden hiç
söz etme"miştir. Alttan alta sezdirilir bize: Başkişi, başta kendi
kendisini olmak üzere, yoğun bir keşif ve deneyim sürecine girmiştir ("maaşa ihtiyaç durumu yok",
"Daha önce hiç hissetmediğim bir direnç var içimde" vb).
İlk gözlemlerinin ardından, ailesi ve kendisi konusunda şu
saptamada bulunur genç öğretmen: "Öyle eksik ve öyle masumduk ki..."
İçerideki duygu böyle oluyor gerçekten. Ama buradaki gibi net bir cümleyle dile
getirilince, bir itiraz sorusunu da beraberinde getiriyor: "Eksik"
olduğumuz doğru da, "masum" muyduk gerçekten? "Terör"ün
gerçekten sağı solu yok muydu? Yoksa, iyice korunmaya alınmış iç dünyalarımızda
bulunmuş, bulunması kuvvetle arzu edilmiş bir tuhaf masumiyet midir bu? Yazar
bize durmadan böyle kurcalamalar bırakıyor.
Kurcalamalardan biri şu: 1995 yılında Diyarbakır'da 23
yaşındaki bir öğretmen adayının, duyduğu ilk Kürtçe sözcükler karşısında
"Ne yani, burada insanlar, anlamadığım bir dilden mi konuşuyor?" diye
şaşırmasını, bugünün (2010 sonunun) okuru olarak ilk anda inandırıcı
bulmuyoruz. Ancak, olayın vahameti kısa sürede bütün ağırlığıyla üzerimize çöküyor:
Öyle ya, 1990'lı yıllarda toplum şimdikinden çok daha mutlak bir yarılmanın
içindeydi. Bir yanda Kürt olma özgürlüğü adına kan gövdeyi götürürken diğer
yanda bunun üstü, ne idüğü belirsiz bir hastalık adı gibi "terör"
sözcüğüyle örtülüyordu. 'Kürt' sözcüğünü belirli bir rahatlıkla telaffuz
edebileli şunun şurasında kaç yıl oldu ki?
"Kaç Zil Kaldı Örtmenim?", bunun gibi çok sayıda
ve değerli okur deneyimi sağlıyor. İlk anda sanılabileceği gibi "Bir Dil
İki Bavul"u çoğaltan çalışmalardan biri değil. Yolları elbette o yapıtla
da kesişiyor ama, hepsi o kadar. Her biri ayrı değerde yapıtlardan söz
ediyoruz.
*
OUTLET'TE NECLA RÜZGÂR
Necla Rüzgâr, resmin olanaklarıyla en hayati çelişkilerimizi
sergiliyor. "Hasar Tespiti" sergisi, 29.1.2011'e kadar İstanbul
Outlet Galeri'de:
Kadirler Yokuşu No. 69, Tophane.
Oraya gidemeyenler için:
www.necla-ruzgar.blogspot.com
*
ÜÇ YÜZÜNCÜ KEZ
Cumartesi Anneleri 25 Aralık'ta 300. (üç yüzüncü) kez
İstanbul Galatasaray Meydanı'ndaydı...
İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi ile birlikte
yaptıkları açıklamaya göre kayıp yakınları, 27.5.1995-13.3.1999 arasında 200
(iki yüz) hafta boyunca her cumartesi Galatasaray Meydanı'ndan kamu vicdanına
seslendiler. Ergenekon kapsamında yargılanan bazı isimlerin gözaltında kayıp
vakaları ile yakın ilgilerinin olması, Jitem itirafçılarının adres
gösterdikleri asit kuyularında, derelerde, çukurlarda kayıp insanlara ait
kemiklerin bulunması, resmi ağızlardan itirafların gelmesi nedeniyle 31.1.2009
Cumartesi günü Galatasaray Meydanı'nda oturmaya yeniden başladılar. Çoğumuzun
da tanıklık ettiği üzere.
Bu insanlar, gözaltında kaybedilen evlatlarının, eşlerinin,
kardeşlerinin, anne ve babalarının akıbetlerinin açıklanması, sorumlularının
yargılanmasını talep ediyor. Üç yüzüncü kez...
[2.1.2011 tarihli Radikal İki]
Genelkurmay'ın
faksları
Barış Meclisi'nin 25.12.2010 Cumartesi günü İstanbul'da
düzenlediği "Medya ve Kürt Sorunu" başlıklı çalıştay tarihsel
önemdeydi. Toplantının geniş bir özeti 27 Aralık tarihli Milliyet gazetesinin
"Okur Temsilcisi" köşesinde yer aldı.
Çalıştayın en önemli verimlerinden biri, katılımcılar
arasındaki deneyimli medya mensuplarının yıllar boyu uygulanmış olan baskıyı
somut örnekleriyle dile getirmeleriydi. Baskı derken söz konusu edilen yalnızca
hapisteki gazeteciler ve yasalardaki 301 benzeri maddeler değil. En az bunlar
kadar önemli olmak üzere, Genelkurmay'dan gelen fakslar yoluyla, medyanın şoven
ve çatışmacı söylemlere, nefret söylemlerine âlet olmaya zorlanmasıdır. Zorlama
sonucunda medya mensubu, ya dayatılan söylemi benimsemekte, hatta içselleştirip
normal bulmaya başlamakta, ya da işinden olmaktadır.
Editörsünüz, size bir metin geliyor, metinde tam 27 kez
Abdullah Öcalan yerine "bebek katili" sözü geçiyor. Sözün içerdiği
nefret dozunu bir yana bıraksanız bile, habercilik tekniği açısından da kabul
edilebilir bir hali yok. Metni ayıklayıp yayımlıyorsunuz ve kendinizi kapının
dışında buluyorsunuz.
Muhabirsiniz, ilettiğiniz haber yayımlanmıyor ya da
tanınmayacak bir hâle sokularak yayımlanıyor.
Habercisiniz, canlı bir haber yapıyorsunuz, yöneticinin
kulağınızdaki minik mikrofondan size ulaşan sesi durmadan "hadi artık
'terörist' de" diye sıkıştırıyor sizi. "Terörist, hain, bebek katili,
sözde..." Bunlarsız haber yapılmayacak. Uluslararası literatürde
"çatışma dili" ve "nefret söylemi" denen şey tam da bu
işte. Aynı zamanda savaş mantığının belirtileri demeliyim: Sonuçta savaş, hangi
yoğunlukta olursa olsun, psikolojik yanı olan bir şey...
Medyanın üzerindeki baskıların diğer türlerinden az çok söz
ediliyor da, bu fakslı türünü ortaya koymak çok daha zor. Bazı medya mensupları
zaten Genelkurmay'ı aratmıyor (bkz. Ragıp Duran'ın "Apoletli Medya"
adlı kitabı). Açılan davaları, görülen duruşmaları, isteseniz de saklayamazsınız
ama, gelen fakslar, edilen telefonlar herhalde genellikle örtülü kalıyordur.
Kolektif bir biçimde ortaya konulduğuna pek fazla rastlanmadı şimdiye kadar.
Belki de ilk kez bu çalıştayda art arda dile getirildi. Tarihsel deyişimin
nedeni bu.
*
Çalıştayın katılımcılarından Prof. Yasemin İnceoğlu, dünyada
sorumlu gazetecilerin çözüme odaklı "barış gazeteciliği"ni geliştirme
yönündeki çabalarından söz etti. İktidarlara ait ideolojik yapının medyada
nasıl yeniden üretildiğine dikkat çekti. Yayılan korku ve belirsizliğin, halkı
birbirine nasıl yabancılaştırdığını anlattı.
Bu yabancılaşma meselesi açısından, Prof. Ahmet Özer de
çarpıcı bazı araştırma bilgileri verdi: Araştırmada "Kürtler ülkeyi bölmek
istiyor mu?" sorusuna ülkenin doğusunda verilen yanıtlar, batısında
verilen yanıtlara taban tabana zıt çıkmıştı: Katılanların doğuda yaklaşık
%80'i, "Hayır, Kürtler bölünme istemiyor" demiş, batıda ise yine
yaklaşık %80'i, "Evet, Kürtler ülkeyi bölmek istiyor". Olgu ile
algının farklılaşması diyor Prof. Özer. Soru aynı, olgu aynı, algılar taban
tabana zıt.
Konuşmacılar medyanın kışkırtma işinde de kullanılabildiğine
dikkat çektiler ve buna 6-7 Eylül başta olmak üzere ibretlik örnekler verdiler.
İyi haber, son dönemlerde medyayı etik açıdan izlemek
konusunda yapılmaya başlanan çalışmalardı. Bu çalışmalar ve ürünleri için
bakılabilecek internet siteleri:
www.medyatekzip.com
www.nefretsöylemi.org
* * *
Televizyonlarda Kürt sorunu tartışılırken askeriyenin
"yenildi"ğini söyleyenler oluyor. Bu sözde temel bir mantık hatası var.
Askeriye ancak askerlik alanına ait bir sorunun çözümünde yener ya da yenilir.
Kürt sorunu ise, esas itibariyle askerlik alanına ait bir sorun değil. İşin en
trajik yanlarından biri aslında bu: Askerlik alanına ait olmayan bir sorunun,
yirmi beş yıldır o alana terk edilmiş olması. Yani kırk bin insanımız gerçekte
anakronik (zamanını şaşırmış) bir çatışmanın kurbanı.
*
Ben bunları yazarken günlerden çarşamba ve televizyon,
MGK'nın bu yılın son toplantısını yaptığını, başlıca gündem maddesinin ise
özerklik ve ikidillilik tartışmaları olduğunu haber veriyor. MGK gündemi,
anakronizmin devam ettiğini açıkça gösteriyor.
*
Genelkurmay durup durup öyle açıklamalar yapıyor ve AKP
öylesine çark ediyor ki, iyi niyetli insanlar her seferinde bu işin içinde bir
iş mi var, dış güçlerin saldırısı altında mıyız, bir dış komplo mu söz konusu
gibi kuşkulara düşebiliyor. Öyle ya, sakin bir dille, ey yurttaşlar bu
özerkliği öyle değil de şöyle yapalım demek varken esip gürlemek neyin nesidir?
BDP, Türkçenin resmî ve ortak dil olmasına itiraz
etmediklerini yüzlerce kez yineledi. Genelkurmay ya da Başbakan, BDP'nin bu
ısrarını fark etmemiş olamaz. Yine de sanki bu noktada sorun varmış gibi
konuşuyorlar.
Devlet, 'Kürt' ve 'Kürtçe' sözcüklerini bir gerçekliğin adı
olarak telaffuz etmekte çok gecikti ve bu gecikmenin bedeli ağır oldu. Şimdi de
bir başka gerçekliğin adı olan 'Kürdistan' sözcüğü telaffuz edilmiyor, resmiyet
kazanmış olduğu Irak için bile. Tıpkı eskiden Kürt dememek için "kuzey Irak'taki
etnik gruplar" dendiği gibi, dolaylı formüllerle idare edilmeye
çalışılıyor. Bunlar iyi bir duygu uyandıran uygulamalar değil. Diktatoryal
rejimleri çağrıştıran uygulamalar.
* * *
AKDTYKTDK NOTU.
28.12.2010 tarihli Radikal'in 7. sayfasında yer alan,
"Sözlükten deyim ayıklamak çözüm mü?" başlıklı haber için benden de
görüş alınmıştı ama, haber aceleye gelmiş. Sözlerim özetlenerek aktarıldığı
halde çift tırnak kullanıldığı için bazı tuhaflıklar doğmuş. En önemlisi,
'sözlüklerin işlevi bilgi vermektir' biçimindeki sözüm, "Sözcüklerin
işlevi bilgi vermektir" biçimini alarak bir bilgi yanlışına dönüşmüş.
Sözcükler için elbette böyle denemez. Düzeltmiş olayım.
[9.1.2011 tarihli Radikal İki]
Amortisörlük
Öyle görünüyor ki milli güvenliğin ünlü kırmızı çizgilerinden
birini aşma gizilgücünü taşıyan bir yönelim kaygı verici boyutlara ulaştığında,
o yönelimi kabul edilebilir sınırlar içinde tutmaya katkıda bulunabilecek,
başka bir deyişle amortisör ya da supap işlevi görebilecek yetideki az çok
karizmatik birileri bir biçimde kamu önüne çıkıyor. Olayın püf noktası, bu
kimselerin bir devlet katından özel çağrı görmeleri kadar, sivil kesimlerce de
muhalif sıfatıyla belirli ölçülerde desteklenmeleridir.
Kırmızı çizgilerden en tarihseli komünizmdi, bunun epeydir bir
kırmızı çizgi olarak esamesi okunmuyor. Komünist Enternasyonal'in ruhu XX.
yüzyıl boyunca aşama aşama ortalıktan çekildi. O süreçten geriye kalan iki
büyük değer, Avrupa'da antifaşizm, Türkiye'de ise Nâzım'dır. Şimdi gençler
Nâzım'ı, adı komünist olan, ama enternasyonalizmin 'enter'i gitmiş
'nasyonalizm'i kalmış bir taklit partide aramakla meşguller. Devletler ise,
Azerbaycan'da ve Türkiye'de Nâzım'ı ufak ufak millîleştirmeye, yani bir tür
amortisör kılmaya çalışmaktalar.
Nâzım bir simge olarak putlaştırılmadığı ve yapıtları gerçek
bir merakla okunduğu sürece, ondan hiç kimse bir amortisör çıkaramaz. Reel
sosyalizm yolunda can veren Enternasyonal eğer bir gün yeniden kırmızı çizgi
olabilecek kadar canlanırsa, egemenlerin kendilerine başka amortisörler aramaları
gerekecektir.
Cumhuriyetin diğer kırmızı çizgilerinden olan İslamcılık ve
Kürt özgürlük hareketi ise canlılığını hem koruyor, hem de son yıllarda
yükselişte. İslamcılık karşısında devlet kendine bir ara şahane bir amortisör
bulmuştu: Yaşar Nuri Öztürk. Kendisinden epey bir süre özgün laiklik söylevleri
dinledik. Sıfatları son derece geleneksel (İlahiyat Profesörü, hatta dekan),
din bilgisi göz doldurmaya yetecek ölçülerdeydi. Ve bu tür konumlarda bulunan
kimselerden duymadığımız şeyleri duyuyorduk ondan, dolayısıyla kısa sürede
yaygın çevrelerin yeni yıldızı oldu. Herhalde hangi kanalda konuştuysa o
kanalın reklam gelirini bir hayli artırmıştır.
Ne var ki hep aynı repliklerle aynı oyunu sunan sahne
sanatçıları gibi Yaşar Nuri Öztürk de bir süre sonra rağbet görmez oldu. Bu tür
karizmaların genellikle bir atımlık barutu oluyor, yığınla mürit edinseler bile
çok geçmeden etrafları boşalıyor, reytingleri düşüyor. Yaşar Nuri Öztürk'le de
öyle oldu. Aslına bakılırsa, İslamcı kesimler onun işaret ettiği biçimde modern
olmaya, laik kesimler de o kadar İslami olmaya hazır ya da istekli değildi.
Sonuçta iş ciddiyete bindiği ölçüde hocayı terk etmekte gecikmediler.
Yaşar Nuri Öztürk yine de amortisör ya da supap olarak işlev
görmüş müdür? Bir miktar görmüştür, çünkü karizması sayesinde belirli bir süre
kendisine az çok ciddiyetle kulak verildi ve o süre içinde, İslami yaşamın şu
modern zaman kentlerinde nasıl biçimlenebileceği, özellikle de kadınların
İslami yaşamın gizlenmeyen katılımcıları olup olamayacakları gibi konularda
epey yeni imge sundu. Hem İslami hem de asrî olan bir hayat tarzı gizilgücü
için zihinleri biraz esnetti, genişletti.
Şimdilerde onun yerine Cübbeli bir hocayı izliyoruz, o da
son derece karizmatik, üstelik humor duygusu sahibi, sempatik ve enerjik,
konuşma temposu çok iyi ve sanıyorum dayandığı kitle Yaşar Nuri Öztürk'e göre
çok daha köklü. Ancak, hayatının bir döneminde "jet ski" yapmışlığını
ve kolları kısa tutulmuş cübbesinin postmodernliğini saymazsak, onun laikliğe
ya da sekülerliğe yontan bir amortisör işlevi görüp göremeyeceği sorusu ortada.
Öte yandan, her iktidar odağının farklı kesimlere yönelik
olarak gözüne kestirdiği farklı bir amortisör adayını destekleyeceğini tahmin
etmek de zor olmamalı.
Üçüncü bir kırmızı çizgi olan Kürt özgürlük hareketi için de
öyle. Amortisör adaylarını fark etmek için, son birkaç yılda kimlerin düşünülüp
kimler tarafından çağrılmış olduğu düşünülmeli.
Yinelemekte yarar var: Amortisör adaylarının ortak özelliği,
hem ilgili kırmızı kesime mensup ya da yakın bir konumda olmaları ve o kesimden
gerçek bir ilgi görmeleri, hem de devlet ya da bir iktidar odağı tarafından öne
çıkarılmalarıdır. Amortisörleri borazanlardan ayıran nokta da bu: En azından
başlangıçta, her iki taraftan da destek görüyorlar.
Amortisörlük işlevi ille de olumsuz mu sayılmalı peki? İlle
de bir manipülasyonun öznel ya da nesnel aracı gibi mi işler bu konum? Barışa
ve demokratik gelişmeye katkıda bulunması hiç mi mümkün değildir?
Bu soruları bütün örnekler ve sürecin bütünü için kesin
'hayır'larla yanıtlamak belki de komploculuk olur. Yine de altın soru, eniştem
beni niye öptü sorusu. Bayramsa, seyransa, o başkadır tabii...
*
'Amortisör', bilindiği üzere, teknik bir terim. Son
dönemlerin 'hayati' başvuru kaynaklarından biri olan Ekşi Sözlük'ten bu terimle
ilgili bazı "entry"ler aktarıyorum. Virgülüne bile dokunmadan:
- "suspansiyon sisteminde hareketli parçanın tümü.
esneyen bir yaydan, hidrolik sistemden oluştuğu gibi pnömatik sistemden de
oluşur. son zaman bisikletlerde de yaygın olarak kullanılmaktadır.
- "denge unsuru bölümlerden biri. kapasitesi
zorlandiginda (yüksek sürat > dar viraj > yumusak amortisör) yoldan
çikmaya neden aparat. gerçi bu noktada sebep amortisörlerden ziyade onlari
zorlayan essegin bizzat kendisidir, ayri..
- "turkiye'de hala duzgun yollar olmadigi icin isinizi,
gezinizi rahat bir sekilde surdurebilmek ve delirmemek icin cok kalitelerini
kullanmaniz gereken alet.
- "otomobil üreticilerinin verdiği spesifikasyonlara
göre üretilen amortisörler belli teknik özelliklere sahiptir. amortisörün hem
güvenlik hem de konfor unsurlarını her yol şartında sağlayabilir olması
gerekir. ancak sürücü kullanım özellikleri ve aracın hızı bunda belirleyici
olur.
- "yoldaki çukurlardan veya tümseklerden yüksek hızla
geçildiğinde meydana gelen ani darbeler amortisörün performansını olumsuz yönde
etkiler. bu durum sıkça tekrarlandığında ani performans kaybı ve hatta
amortisörde yağ kaçağı meydana gelir ve amortisörün bozulması
kaçınılmazdır."
[16.1.2011 tarihli Radikal İki]
İkidillilik
Millî Eğitim Bakanlığı'nın internet sitesinde "ana dil/
anadil/ anadili" terimini arayınız, Hasan Ali Yücel'den beri aynı durumun
sürdüğünü göreceksiniz: Eğitimciler bu terimi hiç bilmiyorlar, bildiği belli
olan bir iki kişi de toplantılarda dil sorunları konuşulurken 'anadili
demeyelim, Türkçe diyelim' diye uyarıda bulunuyor. Elhak, dilbilimle eğitim
politikalarının bir araya gelmemesi için elden gelen titizlik gösterilmiş.
Son günlerde MEB öğretmenleri okula yeni başlayan
öğrencilerin anadiline duyarlı olmaları yönünde uyarıyor diye kısacak bir haber
çalındı kulağıma. Haberin ayrıntılarını bulamadım. Doğruysa, günaydın.
Günaydın ama, mesele çocuklara sevecen davranmakla bitmiyor.
Anadili dahil, dil öğretmek konusunda yeryüzünde birikmiş ibadullah bilgi ve
beceri var. Bu konuda Türkçe yazılmış ender çalışmaların yazarlarından
yararlanılmamış olması, bilimin üzerindeki baskıların göstergelerinden biri.
Sözgelimi Prof. Ömer Demircan, çocuğun içinde bulunduğu toplumsal ortama göre
uygulanabilecek farklı yöntemleri ayrıntılarıyla ve uzun uzun anlatmıştır (bkz.
"Dünden Bugüne: Türkiye'de Yabancı Dil" adlı kitabı). Gelgelelim,
onun çalışmaları olsun, toplumdilbilim alanındaki çalışmalar olsun, uzun süre
hem kuram düzeyinde kalmış, hem de yeterince rağbet görmemiştir.
Bu politikalar sonucu, "bilinmeyen bir dil"
aşamasına geldik. Bildiğini bilmezden gelme politikaları. Bu çerçevedeki bir
adlandırma da şu: "Türkçenin Yeterince Doğru ve Güzel Konuşulmadığı
Yöreler".
136 sayfalık bir kitabın adında ve neredeyse her sayfasında
okunuyor bu söz. Kitabın adı, "Türkçenin Yeterince Doğru ve Güzel
Konuşulmadığı Yöreler İçin Sınıf Öğretmeni Rehberi". MEB "Talim ve
Terbiye Kurulu Başkanlığınca incelenmiş; 9 Ağustos 1990 tarih ve 3824 sayılı
yazıyla eğitim ve öğretim açısından uygun bulunmuş", aynı yıl yayımlanmış.
Kitabın yazarı, söz konusu yörelerdeki "Türkçe"
sorununun kaynakları hakkında bin dereden bin su getiriyor, öğretmen adayının
yeterince bilgilendirilmemesinden tutun, "maddi imkân"lara kadar
onlarca neden sayıyor ama, dil farklılığı demeye bir türlü dili varmıyor. Satır
aralarından içler acısı bir kıvranma okunuyor; "... anne ve babalara izah
edilmeli ellerinden geldiğince çocuklarıyla Türkçe konuşmaları sağlanarak
çocuklarını teşvik etmeleri gerektiği anlatılmalıdır" vb vb. Bu anne ve
babalar Türkçe konuşmayıp ne konuşuyorlar acaba? Böyle bir soru içermiyor
kitap. Soru içermiyor zaten. Yol gösteriyor: Öğretmenlere, "köyde Türkçe
konuşanların isimlerini tespit ediniz", "Türkçeyi rahat konuşan aile
ve velileri tespit ediniz" vb diyor (s. 19, 22).
Sorun aslında kitap boyunca önemsenmektedir ama, sorunlardan
çok dayatmalar da belirleyici olunca ortaya bunlar çıkıyor: Sömürge mantığına
göre kurulmuş bir Ezop dili, gerçek adlardan kaçmak için bulunmuş gülünç
birtakım betimleyici adlar ve çözüm adı altında usandırmaktan başka işe
yaramayan bir ısrar. Çözüm kapsamında, öğretmen yetiştiren kurumlara ve
bakanlığa düşen görevler, hazırlanması gereken rehber kitapçıklar, Türkçe
derslerinin mutlaka artırılması, Türkçe anaokulları ve anasınıfları açma
çalışmalarının hızlandırılması gereği vb.
Ve yazar sonlara doğru şu hükmü veriyor: "Bu
yörelerdeki eğitim ve öğretim faaliyetlerinde öğretmenlerimizin ayrı bir yol,
ayrı bir metot aramaları da boşunadır (...) normal okullarda kullanılan metot
ve teknikler az bir değişiklikle daha cazip hale getirilerek
uygulanacaktır."
Bugünlere işte böyle gelmişiz. Devlet, dilbilimin gelişmesini
bunun için ketlemiş ve dilbilim Türkiye'ye ilgi göstermekten çekinmiş.
Türkoloji bölümlerinin sayısı geometrik olarak artarken
dilbilime böylesine uzak durmayı başarmak, dramatik bir durum. Tüm sonuçlarını
hesaba katarsak, aslında trajik.
*
"Türkçenin Yeterince Doğru ve Güzel Konuşulmadığı
Yöreler"den kasıt aslında ikidilli yöreler. "İkidilli" sözcüğü,
belirli gerçekliklere verilmiş bir ad olarak, dilbilimsel bir terim. İki ayrı
durum için kullanılıyor: 1) Toplumda ikidillilik; 2) Kişinin ikidilliliği.
İkidillilik, çokdilliliğin bir türü. Türkiye toplumu
çokdilli. Belirli yöreler ikidilli. Yurttaşlarımızın çoğu ikidilli. Kimimiz,
anadilimiz Türkçe olmadığı için ikidilliyiz. Kimimiz, İngilizce ya da başka bir
dil öğrendiğimiz için ikidilliyiz. İngilizce öğrenen bir ikidilli yurttaş,
üçdilli oluyor...
Dilbilim, dilleri yaygınlığı ve saygınlığı içinde göz önünde
tutmak gerektiğini söylüyor. Siz bu gerçekliği örtmeye ya da şeytanlaştırmaya
çalıştınız mı, ayrılık tohumlarını kendi elinizle ekmiş oluyorsunuz, niyetiniz
her ne olursa olsun.
Öyle bir aşamadayız ki, bu saatten sonra resmi dilin,
bayrağın, hatta devletin tek kalabilmesi için, bu tekliklerin altında gerçek
bir çoğulculuğun gerçekleşmesi gerekiyor. Kürtler Meclis'te ve mahkemelerde
Kürtçe konuşmak yoluyla bunu anlatmaya çalışıyorlar.
* * *
NOT. Tahrifatçı Hurriyet Daily News
19.8.2010 tarihli Radikal'deki yazımda, Hrant Dink'in 301.
maddeye göre yargılanıp mahkûm edildiği yazısından söz etmiştim. Geçen gün
internette fark ettim: "Hurriyet Daily News", o yazımı almış, bana
sormadan ve kaynak da belirtmeden, İngilizceye çevirtip yayımlamış:
http://www.hurriyetdailynews.com/n.php?n=was-hrant-dink-an-8216enemy-of-turk8217-2010-08-19
Çeviride hatalar ve bir de tahrifat var: Benim yazımda
olmayan, Dink'in görüşlerini aktardığım yere bir 'sözde' sözcüğü eklenmiş;
elbette İngilizcesiyle, "so-called" biçiminde. Görebildiğim
kadarıyla, çevirenin adı yok. Buradan, tahrifat sorumlusunun Hurriyet Daily
News olduğunu ilan ediyorum.
Metnin İngilizcesini, elimden geldiğince düzeltilmiş olarak,
Türkçesiyle birlikte bloguma ekledim:
http://necmiyealpay.blogspot.com
[23.1.2011 tarihli Radikal İki.]
Ayıp,
vefasızlık, saygısızlık
Erdal Güven, 17.1.2011 tarihli Radikal'deki yazısında,
"Bakanlar, bürokratlar, idareciler, yazar çizer takımı"na,
"Demokrasilerde 'ayıp' gibi, 'vefasızlık' gibi, 'saygısızlık' gibi
ölçütler bulunmadığını" ne zaman öğreneceksiniz diye soruyor. Mesele,
Başbakan Erdoğan'ın yeni GS stadyumu Arena'nın açılışı sırasında karşılaştığı
protestoya gösterilen tepkilerin, 'ayıp, vefasızlık, saygısızlık' gibi sözlerle
dile getirilmesi.
Ben ki Radikal'de pek çok kez "Ayıp" köşesi açıp
orada belirli sözleri ve edimleri kınamışımdır, ne zaman ayıp saydığım olgulara
rastlasam uyarıcı olmaktan ve not etmekten kendimi alamam, antenlerim harekete
geçti elbette Güven'i okuyunca: Ne de olsa demokrasi ölçütlerine aykırılık
etmiş olmak ya da olmamak gibi bir soru söz konusu. Dolayısıyla, konuyu düşünüp
tartışmak farz oldu. Pardon, kaçınılmaz oldu benim için.
"Saygısızlık"tan başlayayım. Açıklanması en kolay
olanı o, çünkü demokrasinin temelinde yatan kavramlar "saygı"yla
kaimdir: Demokratik yaşamda ne kadar kural, hak ve hukuk varsa hepsi saygıyla
kaim. Birbirinin hakkına ve hukukuna saygı, genel kabul görmüş kurallara saygı,
devletin yurttaş ve insan haklarına saygısı. Yürürlükteki Anayasa'da bile
"saygı" sözcüğü, biri "saygılı" biçiminde olmak üzere 5 kez
geçiyor.
Erdal Güven meselenin bu yanından hareket etmiyor.
Diyebilirim ki bu boyutu unutuyor ya da gözardı ediyor. Onun karşı çıktığı,
"saygı" sözcüğünün 'uyma, riayet' anlamı değil, 'salt yaşı ya da
mevkii gibi nedenlerle kendisine ölçülü ve özenli davranılmasını hak eden
kimselere yönelik duygu' anlamındaki "saygı"dır. Yani, büyük ölçüde
modern öncesinden gelen, protesto hakkına saygı göstermeyen bir saygı anlayışı.
Son cümle biraz karmaşık gelebilir, aslında her okuryazarın
bildiği bir gerçeklikten söz ediyorum: Sözcükler ve kavramlar her zaman her
yerde ve herkese göre aynı kalmayıp, tarihsel dönemine, yerine ve kişisine göre
farklılaşır, içerik değiştirir. Bakış açılarımızdaki, deneyimlerimizdeki, ahlak
anlayışlarımızdaki vb farklılaşmaların bir sonucudur bu içerik değişiklikleri.
Erdal Güven'in verdiği hükmün sorunlu yanı da kavramlardaki farklılaşmayı
dikkate almayıp onları yok sayma ve demokrasi ölçütlerinden dışlama yolunu seçmesinde
yatıyor. Başka bir deyişle, kısmen haklı, ama sonuçta toptancı bir tavır.
Ayıp, vefasızlık, saygısızlık. Bu kavramların birer
demokrasi ölçütü olduklarını söylemek ne kadar yersizse, olmadıklarını söylemek
de aynı derecede yersizdir bence. Bir kere, 'Ayıplı mal, ahde vefa, hukuka
saygısızlık' gibi belirleyici bileşimler için, pozitif hukukta ihtiyaç duyulan
kavramlardır bunlar. İkincisi, bir başlarına alındıklarında daha çok etik alana
aittirler. Demokrasi etiği içerisinde içeriklerini yenilemek gereken kavramlar.
Tıpkı "millet" kavramı gibi, başka alanlara ait bazı kavramlar gibi.
Yenilemenin ve yenilenmenin en iyi yolu olarak, yok
saymaktan çok, yüzleşmeyi düşünmekte yarar var. Eski bir ahlakın 'ayıp,
vefasızlık, saygısızlık' saydığı söz ve edimler ile, yeni bir ahlakın böyle
saydığı söz ve edimler birbirinden çok farklıdır. Son Arena örneğindeki gibi
bazı durumlarda da birbirinin zıddıdır. Demokrasi, protesto hakkına saygıyı
gerektirir. Erdal Güven'in deyişiyle "Bakanlar, bürokratlar, idareciler,
yazar çizer takımı"nın yaptığı ise, protesto hakkına saygısızlıktır.
Başbakan Erdoğan, bu olayda protesto hakkına daha saygılı davranmış ve Güven
dahil herkesi şaşırtmıştır.
Bizim toplum kavramlarını yenilemekte zorluk çekiyor. Bir
kez daha: Ayıp, vefasızlık, saygısızlık gibi kavramlar, toplumsal değerlerle
ilgili, yani etik alana ait. Ve etik toplumsal yaşamın tüm boyutlarını
ilgilendiriyor, demokrasi dahil. Eski içeriklere sıkı sıkıya yapışanlar,
demokrasiyle doğan yeni içerikleri telaffuz edip vitrinlerine koyuyorlar ama,
bir türlü bir yere yerleştiremiyorlar. Belki de, deyim yerindeyse kendilerini
kaybetmekten korkuyor ya da eskinin kendilerine sağlayacağını düşündükleri
üstünlük beklentisiyle hareket ediyorlar. Yürürlükteki kavramlarla ilgili
sorunlar biraz bu arkaik otoritelere duyulan özlemi gösteriyor. Güven'in
yazısı, sorgulama ihtiyacını bir kez daha göstermiş oldu.
'Ayıp' sözcüğü son birkaç yıldır alabildiğine alan
genişletti ve yaygınlaştı. Eskiden hiç kullanılmadığı durumlar için
kullanılmaya başlandı. Bunun, bilincinde olunmasa bile, etik bir tartışma
olduğunu söylemek gerekiyor. Sözcükler aynı, ancak içerikleri dolayısıyla
tartışılan şey, etik değerler.
Söz konusu üç kavram, yürürlükteki toplumsal ilkeleri
uygulamada tartan bir üstdilin öğeleri. İçeriğinde ne olacak bu öğelerin?
Demokrasi öncesinin ölçütleri ile demokrasinin ölçütleri zıtlaştığında, bu
ikincisinin, yani insan hakları temeline dayalı hukukun ölçütleri esas
alınabilecek mi? Ayıplarımız, vefalarımız ve saygılarımız buna göre yenilenebilecek
mi? Toplumsal gelişme bu yönü gösteriyor. Arena'da da olup biten bence bu.
[30.1.2011 tarihli Radikal İki.]
Tabulu
hayat
Varlık dergisi, yaşayan en iyi Türkçe edebiyat dergisi.
Yaşayan derken yalnızca hayranlık uyandırıcı ömrünü (78 yıl, 1240 sayı)
kastetmiyorum, hayatın düğümlendiği noktaları es geçmemesini de kastediyorum.
Yayın Yönetmeni Enver Ercan tıpkı derginin ilk ve efsanevi Yayın Yönetmeni
Yaşar Nabi Nayır gibi sağlam bir edebiyatçı. Dergi onun yönetiminde, her
okuryazarın izlemesi gereken yayınlardan biri olmayı sürdürüyor.
Derginin Şubat 2011 tarihli sayısının "Kültür
Gündemi" üstbaşlıklı soruşturma soruları bu dediklerimi bir kez daha
doğruluyor. İçinde bulunduğumuz zamanların yaşamsal sorularından birini daha
yakalamış, soruyor Varlık: "Şeytan Âyetleri hâlâ bir tabu mu?" Bu
başlığın altındaki soru metni tam olarak şöyle:
"Salman Rushdie’nin 1988 yılında yayımlanan romanı
'Şeytan Âyetleri' 22 yıl sonra
ihtilaf doğurabiliyor. Kitabın ‘korsan’ bir baskısının daha
önce duyulmamış bir
yayınevi tarafından (‘Kara Güneş Basım’) Türkçede
yayımlanacağının duyurulması
kısa zamanda ulusal basında da geniş yankı buldu. Bu da
'Şeytan Âyetleri
günümüzde hâlâ bir tabu mu?' sorusunu gündeme getirdi.
Konuyu, yakın dönemde yaşanan Naipaul karşıtı kampanya ile
ilişkilendirenler,
İslam tabusunun yükselişte olduğu bir dönemden geçtiğimizi
söylüyorlar. Sizce
bugün İslam, yazı/yayın dünyamızda bir tabu mudur? 'Şeytan
Âyetleri'nin bu
meselede bir romanın sınırlarını aşan sembolik bir rol
üstlenmeye devam ettiği
söylenebilir mi?"
Ben soruşturmaya yanıtımı derginin verdiği tarihe
yetiştiremedim. Her şey çok sıkışıktı, ancak, yetişemeyeceğimi dergiye
bildirirken, bu konuda zaten kolayca söz almaya yetecek kadar hazırlıklı
olmadığımı da fark ettim. Bilinçdışım bir bahaneyi masum bir mazeret diye
sunmuş da olabilir elbette. Ne de olsa, ucunda ölüm tehditleri ve cinayetler
olan bir edebiyat pratiğinden söz ediyoruz.
Roman dolayısıyla yazarın kendisinden başka, çevirmenleri,
yayıncıları, hatta bu olay için özgürlükçü bir fikir belirtenler tehditlere ve
saldırılara maruz kalmışlardı, romanın Japonca çevirmeni öldürülmüştü vb. Turan
Dursun'un öldürülmesinde de bu konudaki görüşlerinin payı olduğu söylenmişti,
tıpkı Aziz Nesin'e gösterilen düşmanlıkta, romanı çevirtip yayımlama
girişiminde bulunmasının da payı olduğu gibi.
İki yıl kadar önce roman bir Avrupa ülkesinde sahneye
konmuştu, onun bir saldırıya uğradığını duymadık. Ancak, bunun anlamı tabunun
kesin olarak sona erdiği midir, henüz bilinmiyor. Sözün kısası, Varlık'ın iki
sorusuna benim yanıtım evettir: Bugün İslam, yazı/yayın dünyamızdaki tabulardan
biridir ve "Şeytan Âyetleri" adlı roman bu meselede bir romanın
sınırlarını aşan sembolik bir rol üstlenmeye devam etmektedir. Romanın
çevirmenini ve yayınevini gizleyip "wikileaks yöntemi"yle
yayımlanması da işgüzarlıktan değil, zorunluluktan, yani tehlikenin
gerçekliğinden kaynaklanıyor.
İslamla ilgili tabular yalnızca edebiyat alanında değil,
diğer alanlarda da sürüyor. Türkiye'de şeriatçılık hâlâ bir tabu sözgelimi.
Olağan bir tartışma konusuna bir türlü dönüşemedi. Gerçekte küresel bir mesele
bu. Düşünce özgürlüğü fikrini sahiplenenlerin başında gelen Avrupa da İslam
tabuları karşısında bedel ödemek ya da susmak zorunda kalıyor. Hıristiyanlıkla
ilgili tabular büyük ölçüde çözümlendi, ancak İslamiyetle ilgili olanlar kısmen
sürüyor. Bu açıdan, Başbakan Erdoğan'ın İslamiyet ile insan öldürmeyi
bağdaştırmaya karşı çıkan sözleri önemli. Bu sözlerinin birer taahhüt olmasını
dileyelim. Son onyılların tabuları devlet kaynaklı çünkü; Ayetullahların
Rushdie fetvaları dahil.
Günter Walraff, 3.1.2011 tarihli BirGün gazetesinde
yayımlanan Selami İnce söyleşisinde bu konudaki bir tanıklığından söz ediyor.
Rushdie'nin romanı yayımlandığı sıralar Köln'de Diyanet'e bağlı bir dernekte
Türklerle romanı tartışabilmiş olduğunu, ancak sonradan Diyanet'ten gelen yasak
üzerine tartışmanın kesildiğini belirtiyor Walraff. Öyle görünüyor ki şu an
Türkiye'de İslami olan ve olmayan çoğu tabu, devletin stratejik kararlarıyla
ilintilidir. İran'ınkinin zaten öyle olduğunu biliyoruz.
Tabuyu öcüden ve yasaktan ayıran özellik, tabu olanın hem
yasak hem de kutsal ve tekinsiz olması. 1915 ve ona benzer tarihler bizim
toplum için onyıllar boyu tabu olarak kaldıysa bunun bir nedeni de söz konusu
kavimlerle yüzyıllar boyu komşuluk edilmiş ve hâlâ ediliyor olması, aynı kaptan
su içmişlik değil midir? Tabu olan, hem ruhsal hem de bedensel açıdan
dokunabileceğiniz kadar yakın, ama aynı ölçüde de keskin ve kesici bir yasağın
konusu olandır. Bunun için asap bozucudur tabular. Bilinç düzeyine çıkarılıp
bir karara bağlanmadıkça belaya dönüşme gizilgücü taşır. Varlık dergisinin
girişimi bunun için önemli ve kolektif bir ilgi gerektiriyor.
*
Kara Güneş Basımevi'nin internet sitesinde, kitabın
28.1.2011 tarihinde yayımlanmış olacağı yazılı. Ben okumakta olduğunuz yazıyı
26 Ocak'ta yazıyorum. Eğer site dediğini yapabilirse, siz bu satırları okurken
kitap yayımlanmış olacak. Ve, kitap yayımlanmış olsun olmasın, Varlık
dergisinin konuyla ilgili "Kültür Gündemi" dosyasını içeren sayısı 1
Şubat'ta çıkacak. Her durumda, sitenin dediği doğru: "Türkiye'de
tahammülsüzlük için yeni bir sınav"dır bu.
İnternet sitesinde, yayınevine ad olarak seçilen "Kara
Güneş" sözünün tarihteki yerine ilişkin bilgiler de verilmiş: batıda
Gérard de Nerval'den, doğuda (eskisi "nur-u siyah" biçiminde olmak
üzere) Şebüsteri, Şeyh Galib, Asaf Halet Çelebi ve Hilmi Yavuz'a kadar. Deyimin
iki önemli uğrağı unutulmuş sitede: Büyük İranlı kadın şair Furuğ Ferruhzad'ın
şiirlerindeki imge ve psikanalist Julia Kristeva'nın bir kitabının adı.
[6.2.2011 tarihli Radikal İki]
Barış,
güvenlik
Kahire Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Amr Şalakani, Koray
Çalışkan'a yazdırdığı ileti-yazısında, "En çok 'Barış!' diye
bağırıyoruz" diyordu (30 Şubat 2011 tarihli Radikal). Profesör daha başka
önemli şeyler de söylüyordu ama, bu "barış" sözcüğü özellikle
dikkatimi çekti: Şalakani'nin kullandığı sözcük hangisiydi acaba?
"Barış" değildi, çünkü Türkçe konuşmuyordu kendisi: Radikal, Çalışkan
ile profesör arasındaki görüşmenin Arapça ve İngilizce yapıldığını yazıyordu.
İngilizcede, malûm,
'peace' dediniz mi, bu hem dar anlamda 'barış' demek oluyor, hem de geniş
anlamda, 'huzur' yani 'iç rahatlığı' anlamındaki barış. TV görüntülerinde
İngilizce pankartlarda "peace" okunuyordu ama Arapça pankartların
yazılarını seçemedim. Herhalde 'sulh' demişlerdir: 'Sulh'ün de tıpkı 'peace'
gibi 'rahatlık, huzur bulma' gibi anlamları var.
Ortalıkta cirit
atan kavramlardan biri de 'güvenlik'. 30 Ocak Pazar günü NTV'de Murat Belge,
Tahrir Meydanı'nda bir gençle yapılmış konuşmaya dikkat çekiyordu:
"Güvenlik istiyorum", demişti genç, "eşimi ve çocuklarımı
korumak için buradayım". Murat Belge, bunca isyan, bunca ölü, polis ve
askerin verebileceği bir şey için miydi gibi bir şey söyledi, üzerinde
yeterince durmadığı için sözü devam ettirmek gereğini hissettim. Bu ihtiyaç
henüz belli belirsizken, Neval-el-Saadavi'yle yapılmış röportajı okuyunca,
söyleyeceklerim az çok yerine oturdu:
Mısır'da kim ne
diyor merakıyla, kadın özgürlük hareketlerinin yakından bildiği, sık sık
kovuşturmaya uğrayan, Enver Sedat zamanında hapse de atılmış olan yazar
Neval-el-Saadavi'yi hatırlayıp internette aradığımda, "Democracy Now"
sitesinde onunla yapılmış bir röportaj buldum. Saadavi'nin sözlerinde de
'güvenli/k' kavramı geçiyor, iki kez: "secure/ security".
Saadavi elbette
halkın kendi kendisini yönetmek istediğinden söz ediyor ve önce, iktidar
sahiplerinden "onlar" diye söz ederek, bizlere çok bildik gelecek bir
tablo çiziyor. "Onların" stratejilerinin, insanları korkutarak,
'Güvenliğe ihtiyacımız var, Mübarek'e ihtiyacımız var' demelerini sağlamak
olduğunu anlatıyor. Buraya mim koyuyorum: Güvenlik ihtiyacı yaratmak.
Saadavi ne kadar
farkındaydı bilmek zor ama, iki cümle
sonrasında yeniden 'güvenlik' kavramına başvuruyor ve Tahrir Meydanı'nda
kendini güvende hissettiğini söylüyor!
Bu tablo, barış
kavramının da, güvenlik kavramının da, hayatımıza iki ayrı bağlamda damga
vurduğunu açıkça gösteriyor, Mısır'da da, bizim burada da: 1) Güvenlik
güçlerinin diktatörlüğüne dayalı rejimlerin kullandığı korkuluk olarak
güvenlik; 2) İnsanların birbirine güvendiği ortam, anlamındaki güvenlik. İç
huzuru içinde uyuyabilmek, çalışabilmek, araştırma yapabilmek, eğlenebilmek,
hatta üzülebilmek için her insanın ihtiyaç duyduğu, uzun erimli ve derinlikli
toplumsal koşullar anlamındaki güvenlik.
Birinci tür olanı,
'vatan savunması' çerçevesi içinde, çok azı gerçek, büyük bölümü tam anlamıyla
uydurma, tıpkı çocukları korkutmak için kullanılan 'öcü' kavramı kadar berbat
bir korkuluk kavram olup, "iç güvenlik belgesi" gibi yerlerde isteğe
ve belirli kastların çıkarlarına bağlı olarak biçimlendirilen o faşizan
'güvenlik'tir. Sömürgecilik sonrası siyaset kuramlarında 'güvenlik devleti'
olarak kavramlaştırılan ve bir ucu 'küresel güvenlik', 'küresel iç savaş' gibi
kavramlara kadar giden olgunun ana bileşeni.
İkinci tür olanı,
toplumun dar bir kesimi her şeyden habersizmiş gibi yaşayıp giderken,
tabulaştırılmış başka kesimlerin tedirginlik içinde, susamışçasına ihtiyaç
duyduğu güvenlik. Hrant Dink'in ihtiyaç duyduğu güvenlik. Yanlarında
"korumalar"ı olmadan gezemeyen arkadaşlarımızın ihtiyaç duyduğu
güvenlik. Kendince hoş giysilere bürünen üçüncü cinsten insanların ihtiyaç
duyduğu güvenlik. Suya sabuna dokunan, Kürt kültürünü savunan, 1915, 1938,
1942, 1955, 1964 diyen yazılar yazarken yokluğunu hissettiğimiz güvenlik.
Kürtlerin, özellikle "bölge"de yaşayanların, "barış" derken
kastettikleri güvenlik. Ve kadın erkek milyonlarca emekçinin, bilinç düzeyinde
bile ulaşamadığı, sosyal güvenlik...
Mısırlılar da diğer
halklar gibi, "En çok 'Barış!' diye bağırıyor"muş. Devlet kökenli
otoriteler ise "barış" sözcüğünü hiç sevmiyorlar. Barışın yalnızca
devletler arasında ve ancak savaş koşullarında sözü edilecek bir terim olduğunu
öne sürüyorlar. Bir türlü 'taban'ın insani talepleri açısından bakmak istemiyor
onlar bu kavramlara. "Jeopolitik"ten yüreklere giden bir yol
bilmiyorlar.
Bu yazı
yayımlandığında ben Van izlenimleriyle dolu olacağım, çünkü 5 Şubat Cumartesi
günü Van Barış Meclisi'nin düzenlediği bir panelde konuşacağım. Barış
sözcüğünün Türkçedeki ve diğer dillerdeki anlamlarından söz edeceğim, vb. Çoğu
zaman olduğu gibi, salondan sorular ve katkılar gelecek. Radikal İki yazıları
hafta içinde teslim edildiğinden, o konuşmaları bu hafta aktaramıyorum.
Van'dan tek bir kez
geçmiştim, birkaç yıl önce, transit olarak, Bitlis'e gidip gelirken. O sıralar,
"van" sözcüğünün Ermenicede 'şehir' anlamına geldiğini, tıpkı
Eskişehir, Yenişehir, Akşehir der gibi Van, Erivan, Tatvan dendiğini öğrenince,
ancak bir dilcinin anlayabileceği bir sevecenliğe kapıldığımı hatırlıyorum. Ama
hemen ardından bu bilginin güvenli bir bilgi olup olmadığı sorusunun uğursuz
bir çizgi olarak tabloya eklendiğini...
[13.2.2011 tarihli Radikal İki]
Kreolleşme
Edouard Glissant, Martinikli büyük yazar, 3 Şubat günü öldü.
82 yaşındaydı. Şair, roman yazarı, felsefeci, budunbilimci, dilbilimci.
Dünyanın geri dönülmez bir biçimde melezleştiğini savunuyordu. Dilbilim,
"kreolleşme" kavramını ona borçlu. "Sarsıntılı düşünce (pensée
du tremblement)" gibi önerileri de var.
"Sarsıntılı
düşünce" önerisi, akılcılıkla gelen kesinliklerin artık işe yaramadığı
saptamasına dayanıyor: Yaşadığımız "kaos dünya"yı anlamak için artık
önceki pragmatizmler yetmemektedir. Fiziksel ve biyolojik evren gibi, iktisat
dünyası da istikrarsızlık temeline dayalıdır. Bu durumu daha iyi anlamak ancak
kendi gücünden emin olmayan sarsıntılı düşünceyle olanaklıdır. Korku,
kararsızlık, endişe, kuşku, belirsizlik içeren düşünceler, "melez
düşünceler, açık düşünceler, kreol düşünceler" kastedilmektedir,
sarsıntılı düşünce derken (bkz. 4.2.2011 tarihli Le Monde gazetesinde
yayımlanan söyleşi).
Glissant,
kreolleşmeyi şöyle tanımlıyor: Rio de Janeiro, Meksiko, Paris banliyöleri, Los
Angeles çeteleri arasında ortaya çıkan sokak dilleri birer kreoldür. Kreolleşme
evrensel bir olgu, aslında melezleşen tüm banliyöleri bir bir sayabiliriz.
Buluş yetileri ve hızı açısından kesinlikle olağanüstü bir olgudur. Kreollerin
tümü kalıcı diller değil, ama toplulukların duyarlığında izler bırakıyor.
Müzikte aynı olay: Amerika kıtasındaki caz müziği, beklenmedik bir
kreolleşmedir. Hayvan yerine konmuş, hayvan kovalar gibi kovalanmış, asılmış,
canlı canlı yakılmış insanların 'blues' gibi, caz gibi, neşeli, metafizik, yeni
ve evrensel bir müzik yapabilecekleri akla bile gelmezdi. Karayipler'in,
Antiller'in müziği çoğu kez Avrupanın 'kadril' müziği ile Afrika müziğinin
karışımından oluşur: Vurmalı çalgılar, esrimeli şarkılar. Karayipler'in kreol
dillerine gelince, bu diller hiç beklenmedik bir biçimde doğmuştur:
Plantasyonların orta yerinde, efendilerle köleler arasında, uydurma yordamıyla.
Glissant'a göre,
kreolleşme, sanatta ya da dillerde, beklenmedik olanı üreten bir melezleşmedir.
Kendini yitirmeksizin kendini dönüştürmenin bir yoludur. Kreolleşmede, dağılmak
toplanmayı olanaklı kılar; kültürden, uyumsuzluktan, düzensizlikten,
girişiklikten doğan şoklar, yaratıcılık kazandırır. Açık ve içinden çıkılmaz
karmaşıklıkta yeni bir kültürün yaratılışıdır bu. Büyük medya ve sanat
merkezlerinin tektipleştirici etkisini itip kakmaktadır bu oluşum. Müzikte,
görsel sanatlarda, edebiyatta, sinemada, mutfakta ve başdöndürücü bir hızla...
Glissant,
Avrupa'nın da kreolleştiğini, bir tür takımadaya dönüştüğünü söylüyor.
Avrupa'da birbirine etkide bulunup nüfuz eden çok zengin birkaç dil ve edebiyat
olduğunu, öğrencilerin yalnızca İngilizceyi değil, bu dillerin birkaçını birden
edindiğini... Ve bunların yanında Katalan, Bask, hatta Bröton bölgesi gibi
bölgelerin gitgide daha çok canlılık gösterdiğini, ayrıca Afrika'dan, Kuzey
Afrika'dan, Karayipler'den gelen toplulukların varlığını. Bu topluluklardan
bazıları yüzyıllara, hatta binyıllara varan kültürleriyle birlikte kendi içine
kapanırken, bazılarının hızla kreolleştiğini. Ve bu olguların Avrupa içi
sınırlar kavramını gitgide bulanıklaştırdığını...
"İlişkisel
sanat" diyor Glissant. İlişkisel kimlik. Sabit kimliklerin, kreolleşmiş
toplumlarda yaşayan çağdaş insan duyarlığına zarar verdiğini söylüyor. Gilles
Deleuze'ün "köksap kimlik" kavramına benzettiği "ilişkisel
kimlik" kavramını bugünkü duruma uygun buluyor. Bunun, yabancılıktan
korkan, tek dile, tek ulusa, tek bölgeye, bazen de tek bir etniye, ırka ya da
kabileye bağlanmış, özdeşleşmiş kimlikler için zorluk getirdiğine dikkat
çekiyor. Fransız dili, edebiyatı ve kültürü gibilerin ise yabancılardan
korktuğunu, kendi içine kapandığını, asimilasyon ve entegrasyon yoluyla göçmenleri
silmeye çalıştığını söylüyor: Cezayir savaşında olup bitenlerin Fransız
bilinçdışına yerleşerek bir inkâr ve suçluluk tepkisine yol açtığını, oysa
bundan çok az yazarın söz ettiğini anlatıyor. Zengin Fransa tarihinin ve
toplumunun hak ettiği edebiyat değil bu, diyor. Ancak, yakın gelecek için bu
konuda da umutlu konuşuyor.
Edouard Glissant'ın
yapıtlarından hiçbiri Türkçeye çevrilmemiş.
*
Kreolleşme kavramı
siyaset alanında da işe yarayabilir. Geçen günlerde buna çok yakın bir anlam
alanını adlandırma ihtiyacıyla, "fermuar etkisi" demiştim. 5 Şubat
günü barış paneli için Van'a birlikte gittiğimiz Ertuğrul Kürkçü ile
"darbe-şeriat" ilişkisini konuşurken doğmuştu bu ihtiyaç. Kürkçü ile,
bu ilişkideki süreç özelliğinin dikkate alınmadığını, darbeci ve şeriatçı
odakların onyıllar boyu mutlak bir biçimde aynı kalmış gibi ele alındığını
konuşuyorduk. Oysa her hamlede birbirini etkilemiştir bu güçler. Fermuar
kavramını aklıma getiren de bu karşılıklı hamlelerdi.
Bu konuşmanın hemen
ertesinde Süheyl Batum'un ordu için "kâğıttan" demesi, ardından
Genelkurmay Başkanı'nın orduyu siyasete çekmeye çalışanları kınaması ve
Başbakan'ın salı günü AKP Meclis grubuna yaptığı konuşma, fermuara yeni ve çok
net dişlilerin eklenmesi anlamına geliyordu.
Süreç devam ederse,
siyasi bir kreolleşmeden söz edilebilecek duruma gelebilir. Matrisin içinde
Kürt özgürlük hareketi, kadın özgürlük hareketi, emekçi girişimleri, Aleviler,
medyayı izleyenler, antimilitaristler gibi çok çeşitli özgürlük talepçileri de
yer aldığına göre, kalıcı bir kreolleşme bile umut edilebilir.
[20.2.2011 tarihli Radikal İki]
Sivil
itaatsizlik halleri
Son zamanların
toplu siyasi davaları 12 Eylül döneminin ilginç birer uzantısı gibiler. 12
Eylül'den farklı olarak, bir süredir işkenceden bahseden pek yok, ancak
hukuksuzluk yakınmaları ve sanık sayıları açısından benzerlikler var.
15 Şubat tarihli
haberler arasında işin sivil itaatsizlik yönünü düşündüren bir nokta da vardı:
Balyoz soruşturmasıyla ilgili olarak tutuklanan emekli ve görevli subayların,
tutukluluklarına itirazları kabul edilmezse savunma vermeyeceklerini,
avukatlarından da istifa etmelerini isteyeceklerini söylemeleri. Bu haber
doğrulanır ve gerçekleşir de sonuçta dava bu nedenle yol alamazsa, ikinci bir
büyük davada sivil itaatsizlikle karşı karşıya olacağız demektir. Birincisi,
bilindiği üzere, sanıkların savunmalarını anadillerinde yapmakta ısrarlı olduğu
KCK davasıdır.
"Sivil
itaatsizlik" sözü, siyasal bir mücadele biçimi olarak, devlet kurumlarına
ya da onların temsilcilerine itaat etmemek anlamına geliyor. Meşruluğunu ve
gücünü şu üç özelliğinden alan bir mücadele türü bu: 1) Haklılığından; 2) Başka
çaresi kalmamışlığından; 3) Şiddete başvurmayışından.
Yürürlükteki
yasalar ya da devlet size hakkınızı teslim etmeyip hakkınız her ne ise onun
tersini dayatıyorsa, itaatsizlik hakkınız doğmuş demektir. Buradaki haklılık ve
başka çaresi kalmamışlık durumlarının ölçüsü sizin kendinizden ve
benzerlerinizden menkul olmayıp tarih ve vicdan önünde teslim edilen evrensel ilkeler
olmak zorunda.
Yanlış bilmiyorsam,
en katı disiplinin geçerli olduğu kurumlar olarak ordularda da, astların
kanunsuz emre itaat etmemek gibi bir hakları var. Daha sonra bu nedenle
yapılacak soruşturmada emrin kanunsuz olduğunu kanıtlayabilmeleri koşuluyla
elbette. Bu ne derece olanaklıysa!
Sivil itaatsizlikte
söz konusu olan ise, kanunsuzluktan çok, hukuksuzluktur. Sonuçta gelip etik
boyuta dayanan bir mesele.
Sivil itaatsizlik
yordamına 12 Eylül cezaevlerinde de başvurulmuştu. Mamak Cezaevi kadınlar
koğuşunda sürekli olarak sivil itaatsizlik içindeydik. Kavram o zamanlar
Türkiye solunda hiç yer bulamadığından, yaptığımız şeyin adını böyle koymuş
değildik. "Kurallara uymamaktan" söz ediyorduk. "Kurallar"
dediklerinin uyulacak yanı yoktu çünkü.
Bize uygulanmak
istenen rejim, görünüşte askerlik mantığına dayalı, ancak, nazi Almanya'sının
kampları ile ABD yönetimindeki Saygon zındanları gibi örnekleri saymazsak,
dünyanın hiçbir asker birliğinde uygulanmayacak türden bir yönetimdi. Bırakınız
'normal' zamanları ve bizim gibi asker olmayan mahpusları, savaş zamanlarında
ve askerlerle tutsaklara bile uygulanmayacak kurallarla koşullar yürürlükteydi.
Bu uygulamaları
ayrıntılarıyla anlatacak değilim, şimdiye kadar epey anlatıldı, kitaplar
yayımlandı, ilgilenen bulur. Burada belirginleştirmek istediğim nokta, Mamak
kadınlar koğuşundaki direnişin birinci sınıf bir sivil itaatsizlik örneği
olduğudur. Bu direnişe zaman zaman erkek koğuşları da katıldılar, kırk güne
varan açlık grevleri (gerçekten hiçbir şey yenmeyen grevler) yapıldı, ama
kesintisiz itaatsizlik yalnızca kadınlar koğuşunda vardı. Belirli bir uğrakta
coplu saldırılardan kurtulan da kadınlar oldu.
Sivil
itaatsizliğimiz, askerler coplasın diye ellerimizi açmamız emredildiğinde
açmamak (ve elbette bu nedenle her zamankinden daha beter coplanmayı göze
almak), sayım verirken avazımız çıktığı kadar bağırmamız emredildiğinde
bağırmayıp normal bir sesle saymak, bağırarak marş okumamız istendiğinde
okumamak, havalandırmada asker talimi yapmamız istendiğinde yapmamak vb
biçimindeydi.
Tavrımızın
karşılığı ise, kıyasıya coplamaların yanı sıra günler süren tabutluk cezaları,
elebaşı saydıklarına hücre tecrit cezaları, arama adı altında koğuşu ve
yataklarımızı her tür malzemeyle berbat etmeler, kitap yasakları, gazete
yasakları, görüş yasakları, vb. Radyo, tv ya da müzik âletleri zaten her zaman
yasaktı...
Zaman geldi, bu
direniş cezaevi dışından, daha önce aklımızdan bile geçmemiş olan bir destek
buldu: Annelerimiz cesaretlerini toplayıp bir araya gelmişler ve resmi
makamları dolaşıp olup bitenleri anlatmaya başlamışlardı. Sonuçta, günün
birinde coplu saldırı biçimindeki işkenceler sona erdi. Bizim itaatsizliğimiz
sürdü, diğer eziyetler ise, bazen yoğunlaştı, ama zaman içerisinde azalmaya yüz
tuttu...
"Sivil
itaatsizlik" terimi Türkçeye galatımeşhur olarak yerleşen
"sivil"li çeviri hatalarından biridir. Yirminci yüzyılda dünya ortak
kültür sözlüğüne İngilizce yoluyla giren "sivil"li terimlerin çoğu
gibi bu terim de Türkçeye gelirken anlam kaymasına uğramış.
Sözgelimi, tarihsel
"Amerikan Yurttaş Hakları Hareketi"nin adının Türkçede bazen
"Amerikan Sivil Haklar Hareketi" biçimini aldığını görüyoruz. Böyle
epey örnek var. O tür yanlışlar düzeltilebilir. Ancak, "sivil
itaatsizlik" terimi artık değiştirilemeyecek kadar yerleşmiş durumda:
Yurttaşın devlete ya da devleti temsil etme konumundaki kimselere itaatsizliği
anlamına geliyor.
Şimdi elbette 15
Şubat haberlerine göre sivil itaatsizlik sayılabilecek bir girişimde bulunmayı
düşünenlerin eski ya da görevdeki askerler olması ilk bakışta paradoksal bir
durum gibi görünüyor. Oysa, askerler de yurttaştır ve yurttaş sıfatlarıyla
sivil itaatsizlik yordamına başvurabilirler. Buradaki mesele, askerlerin sivil
itaatsizlikte bulunmasında değil, itaatsizliklerinin meşru olup olmadığı
sorusunda yatıyor. Yani, yukarıda belirttiğim üç ölçüte uygun durumda olup
olmadıkları sorusunda...
Aynı soru, KCK
davalarındaki anadili itaatsizliği için de geçerli elbette. Sivil kesimlerin
yani yurttaş kesimlerinin beyan ettiği fikirler çoğunlukla o itaatsizliğin
meşru olduğu yönünde: Savunma hakkı kutsaldır ve kişi savunmasını en iyi
bildiği dilde yapabilmelidir. En iyi bildiği dilin hangisi olduğunu kişinin
kendisi bilir. Ve çevirmen bulundurmak, yargılayanın görevidir.
[27.2.2011 tarihli Radikal İki]
1974'ten anılarla Kıbrıs
"Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır!"
"Ya taksim ya ölüm!"
Bunlar 1960'lı yılların başlarında İstanbul'da ve başka
yerlerde onbinlerce kişinin katılımıyla yapılan, bayraklarla bezeli Kıbrıs
mitinglerinin sloganlarıydı. "Taksim"den kasıt, bölünmeydi. Kıbrıs
henüz bölünmemişti ve miting yapan onbinler Kıbrıs'ın bölünmesini istiyordu.
Gerekçe ise, EOKA adlı ırkçı terör (o zamanki adıyla tedhiş) örgütünün
cinayetleriydi.
EOKA faşistlerinin katlettiği çoluklu çocuklu bir Türk
ailesinin banyo küvetine yığılmış kanlı bedenlerini gösteren fotoğraflar, yaşı
elveren herkesin zihnine kazınmıştır. Kıbrıs'taki iki halkın artık bir arada
yaşayamayacağı tezini savunanların sözlerine gazetelerde hep bu fotoğraflar
eşlik ediyordu.
Çok az sayıda yayının yer verebildiği bir başka fotoğraf
daha vardı aslında: Bir otomobilin içinde iki adam: Tıpkı banyo küvetindeki
aile gibi vurulup kanlar içinde yığılmış onlar da. Birlikte mücadele eden
sendikacılardır bu genç adamlar. Biri Kıbrıslı Türktür, adı Derviş Ali
Kavazoğlu. Diğeri ise Kostas Michaulis, Kıbrıslı Rum. Cinayet tarihi, 11 Nisan
1965.
Bu iki fotoğraf, adadaki toplumsal mücadelenin ve derin
devletlerden gelen müdahalelerin simgesi gibidir. Söz konusu devletler,
anlaşmalarda "garantör devlet" statüsünün tanınmış olduğu Türkiye,
Yunanistan ve Britanya'dır.
Jeostrateji uzmanlarına göre adanın konumu paha biçilmezdir
ve gitgide daha çok öyle olmaktadır ("stratejik olarak ilgiliyiz").
Kıbrıs halkının tarih boyunca rehin kalmasının gerekçesi budur. Siz, devletlerin
ağzını sulandıran bir "batmayan uçak gemisi"siniz. Hem de dünyanın en
zengin yeraltı kaynaklarının burnunun dibindeki bir gemi. Hangi Kıbrıslı bunu
anlamaz ya da anladığı halde karşısına geçmeye çalışır, yazgıları Kavazoğlu ile
Michaulis ve daha niceleri gibidir.
1960'lı yıllar kan revanla bitip 70'ler geldiğinde Grivas'ın
liderliğindeki faşistler Kıbrıs'ta yönetimi ele geçirdi. Türkiye, can güvenliği
kalmamış olan "soydaş"larını korumak gerekçesiyle ve adayla ilgili üç
"garantör devlet"ten biri sıfatına dayanarak, 1974 Temmuz'unda
"Kıbrıs Barış Harekâtı" adını verdiği askerî müdahaleye girişti ve
Kıbrıs bölündü.
Türkiye Kıbrıs'a asker çıkardığı sırada devlet burslusu
olarak bulunduğum Fransa'da, "Fransa Türkiyeli Öğrenciler Birliği"nin
yönetim kurulu üyesiydim. Öğrenci Birliği olarak, her tür askerî müdahalenin
yanlışlığı ilkesini benimsiyorduk ve bu çerçevede, müdahaleye karşı çıkan bir
bildiri yayımladık. Kendini o zamanki TKP'ye yakın hissedenler TKP'nin, TİP'e
yakın hissedenler TİP'in, böyle düşüneceğinden emindik.
Gelgelelim, TKP'nin yönetimindeki Bizim Radyo bizi düş
kırıklığına uğratacaktı: Bu radyo da tıpkı Ankara Radyosu gibi müdahaleyi
destekliyor, "Kıbrıs halkı Türk askerlerini bağrına basıyor" vb
diyordu. Müdahaleye ancak bir iki gün sonra karşı çıkabildi Bizim Radyo.
Grivas faşizmine karşı mücadele Kıbrıs halkının işiydi ve
gün, bu mücadelesinde Kıbrıs halkıyla dayanışma günüydü. Öğrenci Birliği
olarak, Yunanlı ve Kıbrıslı derneklerle ortak bir toplantı düzenlemek üzere
harekete geçtik. O sıralar Yunanistan'da hâlâ "Albaylar Cuntası"
yönetimdeydi, dolayısıyla Fransa'da çok sayıda Yunanlı işçi ve siyasi mülteci
vardı.
Yunanlılar açısından, ortak toplantı düzenlemekte bir sorun
yoktu. Gelgelelim, böyle bir toplantıya katılacak Kıbrıslı Rum bulmayı bir
türlü başaramadık: Komünist AKEL dahil Kıbrıslı Rumlar, "Türklerle ortak
toplantı" yapma cesaretini bulamamışlardı. Sonuçta toplantıyı Yunanlı ve
Türkiyeli işçi ve öğrenci dernekleriyle, bizim Öğrenci Birliği lokalinde
yaptık. Büyük bir kalabalık gelmişti.
Türk işçilerin büyük çoğunluğu aslında Kıbrıs müdahalesine
destek duygusuyla gelmişlerdi ve nasıl bir tepki göstereceklerini kestirmek
zordu.
İlk sözü Yunan İşçi Birliği'nden gelen konuşmacıya verdik.
Yaşını başını almış, has bir işçiydi. Yunanca konuşuyordu, söyledikleri önce
Fransızcaya çevriliyordu, ardından biz Türkçeye çeviriyorduk. Sanıyorum,
salondaki herkes için beklenmedik şeylerdi orada söylenenler. Her zamanki gibi,
halkların kardeşliği, işçilerin sınıf birliği vb diyorduk ama, o an bu zaten
oracıkta olmaktaydı, işçiler oracıkta yan yanaydılar, omuz omuzaydılar.
Konuşmalar bittiğinde, salonda sinek uçsa duyulacak bir
sessizlik oldu. Fena halde endişeliydim ve çok kişi aynı duygu içindeydi.
Bir anda güçlü bir alkış koptu. Henüz şoven zehirler
ortalığı kaplamadığından olmalı, kimse karşı çıkmadı, kimse birbirini ihanetle
suçlamaya kalkmadı. Belki o toplantıya katılanlardan bir bölümü birkaç gün
sonra düzenlenen şoven toplantılara da gidecek, oralarda "harekât için
bağış" verecekti. Ama o an, ortak bir toplantı herkese iyi gelmişti.
Tekrarlanamasa bile.
Kıbrıs harekâtının mimarı Başbakan Bülent Ecevit, bizim
toplantıdan kısa bir süre sonra Fransa'ya geldiğinde haber yolladı, gelsinler
görüşelim diye. Gittik. Öğrenim sorunları, yurt sorunları, Öğrenci Birliği'nin
lokali vb hepsini sordu, yanıtladık, talepler ilettik. Kıbrıs konusunu tam
kalkmaya davrandığımızda açtı Ecevit. Yurdumuzun çıkarları konusunda daha
dikkatli olmak gerektiği gibilerden bir şeyler söyledi ve karşılık beklemeden
çıkıp gitti. O sırada diğer kapıdan giren Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan
da ellerimizi sıktı ve hemen o da ayrıldı bizden.
Cumhuriyet gazetesi başyazarı Nadir Nadi'nin o günlerdeki
bir başyazısı da kayda geçilmesi gerekenler arasındadır. Başyazar, Öğrenci
Birliği'nin Kıbrıs bildirisinden söz ediyor ve Ceza Kanunu'ndaki 140. maddeyi
hatırlatıyordu: Yurtdışında ülke aleyhine beyanatta bulunmak gibi suçları
düzenleyen madde! Çabası boşa gitti, aleyhimize dava açan olmadı. Herhalde
Ecevit engellemiştir, belki de bu kadarcık karşı ses olsun diye.
Kıbrıs'ın sonraki halleri biliniyor. Derin haller müdahale
sonrasında bitmedi. Son "failimeçhul", 1990'lı yıllarda işlenen
gazeteci Kutlu Adalı cinayetidir. Garantöre karşı ilk dolaysız itiraz
gösterileri ise ancak geçen haftalarda düzenlendi.
[6.3.2011 tarihli Radikal İki]
Sraffa'nın
50. yılı
İktisattan
anlayanlara göre bu alanın 20. yüzyılda yaşamış en büyük kuramcısı Keynes ise,
ikincisi Piero Sraffa'dır. Düşünce tarihinin belalılarından biri Sraffa. Marx'a
yakın, Gramsci'ye yakın, Ricardo'nun editörü, "yeni Ricardocu" akımın
babası vb. Adı yine de biraz kenarda kalıyor; ya matematiğiyle göz korkuttuğu
için, ya da yapıtı siyasal ve ideolojik yapılanmalara pek elvermediği için.
Sraffa'nın
düşünürlüğü konusunda en çarpıcı verilerden biri olarak, Ludwig Wittgenstein
gibi büyüklerden bir dil felsefecisini etkilemiş olmasını anmak gerekir.
Wittgenstein, bu etkinin birinci elden tanığı olarak, düşünsel ömrünün ortalarında
bir yerde kendisini etkileyip bambaşka bir ufka yönelten iki büyük düşünürden
biri ve galiba daha önemlisi olarak anıyor Sraffa'yı. Ahmet Haşim'in
"Mösyö Lacan diye genç bir hekim" demesini çağrıştırır bir biçimde,
Wittgenstein da "Bay P. Sraffa" diyor:
"... Bay P.
Sraffa tarafından yıllar boyunca aralıksız olarak yöneltilmiş olan eleştirilere
borçluyum" (bkz. "Felsefi Soruşturmalar" adlı kitabına yazdığı
1945 tarihli önsöz, çeviren Haluk Barışcan, Metis Yay., s. 20).
Wittgenstein pek
çoğumuz gibi dili dil dışı dünyanın bire bir, saydam ve akla uygun bir
yansıması gibi görüp düşüncesini bu çerçevede geliştirdiği bir süreçte,
Sraffa'nın da etkisiyle, ölçüye biçiye ve mantığa gelmeyen dil bölgelerinin
farkına varıyor ve dil konusunda başka bir kavrayışa ulaşıyor. Düşünsel
yaşamının iki büyük dönemi, bu yeni çerçevede belirginleşiyor...
Sraffa'nın
başyapıtı ise, ilk baskısı İngilizce ve İtalyanca olarak 1960'ta yapılmış olan
"Malların Mallarla Üretimi: İktisat Kuramını Eleştiriye Açış".
Türkçesini Ümit Şenesen'e borçluyuz. Şenesen'in çevirisi ilk kez 30 yıl önce
İTÜ yayını olarak çıkmış. Şimdi ise elimizde yapıtın 50. yılında Yordam Kitap
tarafından yayımlanan "açıklayıcı yazılarla genişletilmiş" yeni
baskısı var.
Gerçekten de
açıklayıcı nitelik taşıyan sunuş yazıları, 176 sayfalık kitabın 76 sayfasını
oluşturuyor. İlki, iki Avrupalı bilim insanının ortak sunuş yazısı, ikincisi
ise Sungur Savran'ın katkısı. Editör, Savran'ın yazısını neden en başa değil de
araya koymuş anlayamadım: Savran'ın sunuşu daha genel düzeyde ve daha derli
toplu halbuki. (Kendisinin doktora tezi Sraffa üzerine imiş, bu fırsatla
öğrenmiş oldum. Nail Satlıgan ve E. Ahmet Tonak'la birlikte "Kapital'in
İzinde" adlı bir derleme hazırladıklarını da yine bu kitaptan öğreniyoruz.)
Kitabın sonunda,
üçüncü "açıklayıcı yazı" olarak, Pierangelo Garegnani ile yapılmış
bir söyleşi buluyoruz. Söyleşinin başlığı dikkat çekici: "Marksist İktisat
Kuramının Sraffa'yla Yeniden Canlanması".
Bu "yeniden
canlanma" meselesi Korkut Boratav'ın Sraffa'dan da söz eden bir yazısını
hatırlatıyor. Yazı 26.3.2009 tarihli Cumhuriyet'te yayımlanmıştı ve başka bir
kitapla ilgiliydi: Yılmaz Akyüz'ün "Sermaye, Bölüşüm, Büyüme" adlı
oylumlu çalışması.
Boratav bu
yazısında Akyüz'ün kitabını hem tanıtıyor, hem de iktisat düşüncesi içerisinde
konumlandırıyor. Yazının bölüm başlıklarından biri ise, Boratav Hoca'nın da
bölüme başlarken belirttiği üzere günümüz insanına ilk anda hayli şaşırtıcı
gelecek türden: "Kapalı ekonomi modellerinin güncelleşmesi". Gerçekten
de, "kapalı ekonomi" sözü günümüzde neredeyse "Taş Devri"
sözüyle aynı etkiyi yapıyor. Oysa birkaç onyıl öncesine kadar hiç böyle
değildi.
Boratav, yazısının
bu bölümünde şunu hatırlatıyor: Her ne kadar son krizleri ağırlaştıran etmen
"finansal sistemler"in kontrol dışılığı ise de, kriz sonrası
toparlanma ("yıkıntıları temizleme") ihtiyacı ancak ulusal düzeylerde
karşılanabilir.
Anlaşılmış olacağı
üzere, "kapalı ekonomi modellerinin güncelleşmesi"ni de bu nedene
bağlıyor Boratav: "Fazla açık" ekonomiler son iki krizde büyük rol
oynamıştır ve otuz yıla yakın bir süredir akademik müfredattan bile dışlanmış
olan bazı kuramları hatırlamak kaçınılmaz hale gelmiştir. Dolayısıyla,
hocamızın bu noktaya gelmeden önce Sraffa'nın konumlandırılması konusunda
Savran ve Akyüz'ü de dahil ettiği bir bölüm yazmış olması şaşırtıcı değil...
Son olarak,
"Malların Mallarla Üretimi"ndeki "Çevirmenin Açıklaması"na
ilişkin bir not. Ümit Şenesen, 'commodity' karşılığı olarak iktisatla ilgili
çoğu çeviride görüldüğü üzere 'metâ' sözcüğünü değil de 'mal' sözcüğünü
kullanmasını açıklamak gereğini duymuş. Bu konuda bazı itirazlarla karşılaştığı
anlaşılıyor.
Sık sık, 'ticari
mal' dendiğine rastlarız, "Çevirmenin Açıklaması"nda da rastlıyoruz.
Bu tamlamadaki "ticari" sıfatı fazla mıdır değil midir? 'Mal' sözcüğü
zaten 'ticari', yani 'alınıp satılan nesne' anlamına gelmez mi? 'Mal' ile yine
Arapça bir sözcük olan 'metâ' eşanlamlı değil midir? Sorun, bu.
'Mal' ile 'metâ',
bazı kullanımlarında eşanlamlı, bazılarında değil. Sözgelimi, 'adam malını
mülkünü satışa çıkarmış' sözündeki 'mal', ticari nesneler olabileceği gibi,
kişisel eşya da olabilir. Deyimdeki "mülk" sözcüğü taşınmazlara,
"mal" sözcüğü ise taşınırlara işaret etmektedir.
Ancak, 'mal'
sözcüğünün ikinci anlamı 'metâ', yani 'alınıp satılan nesne'dir ve bağlamın
elverdiği her yerde bu anlamı karşılamak üzere 'mal' sözcüğü kullanılabilir.
Sraffa'nın kitabındaki kullanımın da herhangi bir yanlış anlamaya yol
açabileceğini sanmıyorum. 'Metâ' sözcüğünün gündelik Türkçede artık neredeyse
yalnızca çoğuluna rastlıyoruz: 'emtia' biçiminde. 'Emtia borsası' vb. 'Metâ'nın
kullanımı iktisat kuramıyla sınırlı kaldı. Gündelik dilde 'mal' kullanılıyor:
'Malların teslimi, taşınması, depolanması' vb. Kısacası, 'commodity'nin "mal"
olarak çevrilmiş olmasında bir sorun yok bence.
[13.3.2010 tarihli Radikal İki]
Kadın
düşmanlığı
Son günlerde "mizojini" sözcüğüne epey rastlandı,
ama bunun Türkçesi nedense pek kullanılmadı: Kadın düşmanlığı. Bazı
ruhbilimciler "kadın nefreti" diyor.
Bir kavramın karşılığı olarak az bilinen bir sözcük
kullandığımızda, gerçekte o kavramı ön planda tutmaktan çekiniyoruz demektir.
Bazı sözleri yabancı bir dilde söylemek durumu hafifletici ya da gizemleştirici
etkide bulunur. 'Kadın düşmanlığı' yerine "mizojini" demek de
herhalde hem şık hem de kurtarıcı oluyor. Senede bir gün meselesine gayet
uygun.
Adı her zaman gereğince konulmasa da, içerik olarak epey
açıldı bu yıl kadın düşmanlığı: Erkek dilinde mebzul miktarda bulunan
aşağılayıcı deyim, argo ve küfürler, "şoför kadındı, tabii direksiyonu
kıramadı" anlayışları, 'kadına yönelik şiddet'in bin bir biçimi...
Bunların tümü kadın düşmanlığına dahil: Mizojini denen bozukluğun belirtileri.
Kadın düşmanlığının yalnızca erkeklerde olmadığı doğrudur.
Bu "kadın" ve "erkek" kavramları biraz karışık kavramlar;
tam olarak "dişi" ve "erkek" kavramlarına uymuyor. Bazı
"kadın"lar da 'erkek egemen ideoloji'nin birinci sınıf birer
temsilcisi olabiliyorlar (bkz. Tansu Çiller, Margaret Thatcher, Bayan İkna
Odası vb). Bunun yanında, erkekler arasında bu konuda bilinç yükseltmek için
hatırı sayılır çabalar gösterenler de var (bkz. Oral Çalışlar, "Biz Erkek
Değiliz" grubu vb).
Yine de, bu istisnalar genel kuralı bozmuyor. Genel kural,
özel bir çaba gösterilmedikçe, kadın düşmanlığının kişilere, topluluklara ve
topluma derece derece egemen olması.
Sözgelimi, başta Başkan Erdoğan olmak üzere AKP'lilerin
kadın erkek eşitliğine inanmamaları tuhaf bir durum: Hukuka bakılırsa yasa
önünde tüm yurttaşlar eşittir. Acaba bu hükmü de yanlış buluyor mu AKP'liler?
Bence bu konuda hayli hazırlıksızlar kendileri. Esaslı bir gözden geçirme çalışmasına
ihtiyaçları var. Bundan yüksünmesinler: Kadın düşmanlığının egemen
ideolojilerden biri olduğu doğruysa, ki bence öyledir, bütün hat boyunca bu
ideolojiden arınmış olduğu öne sürülebilecek pek az kimse çıkar zaten. Başka
bir deyişle, elle gelen düğün bayram!
Erkeklerin kadınlarla eşduyumda zorlanmaları şaşırtıcı
sayılmayabilir, ama kadın düşmanlığının şiddete ve tecavüze dönüşen halleri
için böyle denemeyeceği açık olmalıdır. O haller, çığırından çıkmış insanlığın
halleri.
Bazen de sonsuzca incelikli hallerle karşılaşıyoruz. Öyle
ki, anlamak ve adını koymak yıllar alabiliyor. Edebiyat alanı bunun en uç
noktalarına vardığı alanlardan biri. Orhan Pamuk'un "Masumiyet
Müzesi" adlı romanı bence bu açıdan önde gelen örneklerdendir.
Türkçede 'kapatma' sözcüğü, 'metres' anlamına gelir. Aynı
sözcüğün bir sonraki anlamı ise, bir yolunu bulup ucuza alınan maldır.
"Kaça kapattın bunları?" diye sorulur sözgelimi. Kadın ya da mal
kapatmak, erkekliğin şanından bilinir. Parası olan erkekler, nikâhlamak için
uygun bulmadıkları kadınları kapatagelmiştir (bzk. Refi Cevad Ulunay'ın
"Sayılı Fırtınalar" adlı romanı).
Orhan Pamuk'un "Masumiyet Müzesi"ndeki erkek
başkişi Kemal Satsat, onun babası ve daha başkaları da, âşık oldukları kadını
kapatmak gibi neredeyse doğallaşmış bir eğilim içindedirler. O kadar ki,
başkişi Kemal Satsat, kapatılmaya boyun eğmeyen Füsun'un karşısında durumu bir
türlü kavrayamaz, maymuna döner ve yıllar boyu ona evlenmekten söz etmeyi
beceremez. Ezberi bozulmuştur bir kere: Babasının uyguladığı, 'evde bir kadın,
uzak bir apatmanda masrafları karşılanan ikinci ve ikincil bir kadın' formülü,
Füsun olayında sökmemiştir. Füsun yıllar süren pasif direniş sürecinde,
kendisini kapatmak isteyen erkeği de yine yıllar süren bir fermantasyona tâbi
tutar...
Kadınların evlere kapatılması yalnızca kapatmalar için söz
konusu değil elbette. Tüm dinlerin en bağnaz kesimleri de kadınları evlere ya
da bir yerlere kapatagelmiş. Hem dar hem geniş anlamdaki kamusal alanlar
kadınlar için hâlâ bin bir engel, sınır ve baskılarla dolu.
Her düşmanlık gibi kadın düşmanlığının da korkudan
kaynaklandığını söyleyenler haklı olabilir. Feministler de haklı: Ne de olsa bu
bapta 'anne' ve 'fahişe' gibi iki devasa tabumuz var.
* * *
Duyuru: Fethiye'de duruşma:
Tecavüze Karşı Kadın İnisiyatifi, "Fethiye'deki toplu
tecavüz olayı"nda, kadınların uzun süren kararlı mücadelesi sonucu nihayet
tecavüzcülerin tamamının yargılanacağı davanın 16 Mart'ta yapılacak duruşması
için Fethiye' ye gidiyor.
Olay yeri Fethiye
ilçesi Gebeler Kaplıcası’ydı. Olay tarihi 2007 Haziran ayı. Olaya maruz kalan
kadında ağır nevroz halinin oluştuğu, Adli Tıp Raporuyla sabit...
Fethiye Savcılığı önce kovuşturmaya yer olmadığı kararını
veriyor. Sonra tecavüzcülerden yalnızca reşit olmayanları yargılamaya kalkıyor.
Kadınlar, 26.1.2011’deki duruşma için, tüm tecavüzcülerin yargılanması
talebiyle Türkiye’nin çeşitli illerinden ve Muğla'nın ilçelerinden Fethiye'ye
geliyorlar. Ve o gün, bilinen yetişkin tecavüzcülere de dava açıldığını
öğreniyorlar.
Şimdi ise, mahkeme heyeti tarafından talep edilen sanık
bilgisayarlarından delil toplama işleminin elde ‘hard disk’ olmadığı
bahanesiyle gerçekleştirilmediği haberi gelmiştir...
Tecavüzcüleri korumaya son verilmesi için, kadının dekolte
giymesi gibi bahanelerin bir daha işitilmemesi için, 16 Mart Çarşamba günü saat
13.30'da Fethiye’ye gidecek olan Kadın İnisiyatifi, tüm kadınları bu
dayanışmanın içinde olmaya çağırıyor.
İletişim için: Nilgün Yurdalan 0536 508 15 14.
[20.3.2010 tarihli Radikal 2]
Özgürlük,
özerklik, asimilasyon
Yarın Nevruz. Yine entegrasyon için cılız birtakım ateşlerin
üstünden atlamaya çalışan kravatlı, beşuş çehreli resmileri seyredeceğiz.
Onları ve etraflarındaki el pençe divan görevlileri Nevruz'un karikatürleri
olarak seyredeceğiz ve asimilasyonun da bir haysiyeti olmalı diye düşüneceğiz.
Newroz ise herhalde özgürlük ve özerlik iradesini ifade
edecek. Yaderklik Kürtlere mutluluk getirmedi. Adı ne olursa olsun, demokratik
bir özerkliğin örgütlenmesini istiyorlar. Ruhbilim şöyle tanımlıyor özerkliği:
Kişinin, başkalarının yersiz etkisi altında kalmaksızın
kendi tercihlerini yapabilme, kendi kararlarını verebilme, kendini yönetebilme
yetisi. Ayrıca doğru ve yanlış konusunda kendi değer yargılarını oluşturabilme,
kendi inançlarına ve değer yargılarına uygun hareket edebilme yetisi.
Bu yetinin olmadığı durumlar ise, 'tabi olma' anlamında,
yaderkliktir. Özerklik, yaderkliğin tersi.
Benzer tanımlar, toplumbilim ve siyaset bilimi için de
geçerli. Toplumsal yaderklik, ister zora dayalı olsun ister gönüllü,
asimilasyona elverişli koşullar anlamına geliyor. Günümüzde genel bir eğilim
olarak dünyada ve tüm topluluklarda yaderklikten kurtulma eğilimleri
güçleniyor, tıpkı bireylerdeki gibi.
Bunu kavrayabilmek, buna göre düşünüp davranabilmek önemli.
Kim ki Deniz Baykal gibi "ayrıştırma" suçlaması ve korkusuyla Kürt
sorununun sözünü etmekten kaçınır, tam bir devekuşu zihniyetine sahip demektir:
Kafasını kuma sokarsa gerçeklik yok olur sanan zihniyet.
Başbakan Erdoğan ise bir "ileri demokrasi"dir
tutturmuş. Bu kavramı AKP'nin ağzından duymak biraz tuhaf oluyor, reel komünist
partilerinin kırk yıllık kavramlarından biridir çünkü. Bugün de bazı Avrupa
ülkelerinin komünist partileri programlarına "21. Yüzyıl için İleri
Demokrasi" adını verdikleri görülüyor. Sakın AKP'de gizlenen şeylerden
biri de komünistlik olmasın?
Şaka ediyorum. AKP'nin kurucu belgelerinde böyle bir kavrama
rastlanmıyor. R.T. Erdoğan bir an için bir geçiş aşaması düşünerek adını
"ileri demokrasi" koymak istemiş olabilir; herhalde komünistlerden
haberdar olmaksızın.
Gerçi reel komünist partileri ile AKP arasındaki benzerlik
"ileri demokrasi" kavramıyla sınırlı değil: Tek renk, tek adam, tek
atmosfer... AKP'nin internet sitesi de tıpkı meclis grubu gibi. CHP ve MHP de
çok farklı sayılmaz. Özerklik sözü birey ya da topluluk düzeyinde hiç
alışmadıkları bir kavramdır bu partilerin. Bu söz bizim buralarda futbol
federasyonları dolayısıyla bile vurgulanmış değildir çünkü. Gerçekten de,
çalışacağımız çok ders var.
*
Nevruz geldi ve bizim toplum yenilenme sancılarıyla
tartışmalar içinde. Tartışma dedim ama, aslında tartışma diyebileceğimiz
uğraklar hep çok kısa sürüyor, haberleri kuşkuyla karşılama terbiyemiz sık sık
bozuluyor. Mehmet Metiner başta olmak üzere bazı Kürt yazarlara yönelik tehdit
haberleri konusunda da öyle oldu: Selahattin Demirtaş'ın ve ardından PKK
yetkililerinin açıklamalarına rağmen, kimin kınandığı belirsiz açıklamalar
yapma pratiği son bulmadı.
Oysa pek de deneyimsiz sayılmayız artık. Benzer bir olayı
İsmail Beşikçi'yle ilgili olarak yaşamıştık. Beşikçi Hoca'ya yönelik bir tehdit
haberi üzerine, ortak bir kınama metni yayımlanmıştı. Ben de imzalamıştım.
Tehdidin biçimi, "İsmail Hoca dikkatli olsun" sözüydü. PKK ve ona
yakın çevreler kınama metnine tepki gösterdiler, hiç İsmail Hoca gibi bir
aydına karşı böyle bir şey düşünür müyüz, anlamında itirazlar yayımladılar.
Belki de gerçekten tehdit kastı yoktu o sözlerde, ama birkaç
kez dile getirildiği üzere, eli silahlı biri öyle söylediğinde, tehdit
yorumu çok da yersiz sayılamıyor. Yine
de, daha iyi bir doğrulama çabası gerekirdi belki.
Sonuçta, bildiğim kadarıyla o tehdit izlenimi ortadan
kalktı. Artık kimse Beşikçi Hoca'ya yönelik bir tehditten söz etmiyor.
Gelgelelim, Beşikçi'nin ardından bu kez daha başka, Kürtçeye ve Kürt kültürüne
hatırı sayılır katkıları olan bazı yazarlara yönelik tehdit haberleri dolaştı
ortalıkta ve iş Mehmet Metiner'e kadar geldi.
Akıl ne diyor? Diyor ki, bırakınız Kürtçenin verimli yazar
ve çevirmenlerini, Mehmet Metiner gibi birine bile herhangi bir tehdit
yöneltmek, olsa olsa yöneltene zarar verir. Yönelten tam bir zorba, iflah olmaz
bir özgürlük düşmanı olarak görülür. Dolayısıyla, Kürt özgürlük hareketine
mensup ya da saygılı olan hiçbir çevre, söz konusu tehditlerin faili olamaz.
Beşikçi olayı öncesinde, deneyim kıtlığından ötürü, böyle bir bilinç durumu
oluşmamıştı belki. Ama bugün bunu söylemek için yeterince veri var.
Bu durumda, iki şüpheli kalıyor geriye (suçlar işlendikçe
hepimiz dedektif kesiliyoruz!):
Birinci şüpheli, Kürt hareketinin kıyılarında kendi başına
davranabilen çeteler. Böyle çeteler varsa, ki olabilir, çünkü Kürt hareketi ve
sorunu artık her türden toplumsal oluşuma beşiklik yapabilecek kadar geniş ve
yaygın, o çeteler tıpkı bazı terör eylemleri gibi bu tehditlerin de faili
olabilir.
İkinci şüpheli, elbette, devlet çerçevesinde psikolojik
harekât meraklılarıdır. Her durumda söz konusu olan, özgürlük hareketine büyük
zararı olan edimler.
Gerçekler herhalde bir gün ortaya çıkarılacaktır. Bugün
önemli olan, her koşulda kuşkuyu elden bırakmamayı başarabilmek. Adalet için!
Newroz pîroz be! Nevruz, kutlu olsun.
Jülide Gülizar'a saygıyla
İlkokul çocuğuyken, cumartesi günleri saat beş dedi mi
radyonun yanına kamp kurup "Çocuk Saati"ni ve Jülide Gülizar'ın
anlattığı güzelim masalları dinlemek. "Spikeriniz Jülide Gülizar!" Ne
kadar sürmüştü bu haz ve merak? İki yıl? Daha az? Daha fazla? Bilemiyorum. Son
yıllarda onu yeniden, bu kez televizyonlarda Türkçeden söz ederken izledim
zaman zaman. Fazla öğreticileşmişti, dilin farklı boyutlarından haberdar
olmamış, hatta haberdar olmak istememiş gibiydi. Tonlamalarındaki sevecenlik
azalmıştı. Yok olmamıştı yine de. Sevgi ve saygıyla anıyorum.
[27.3.2010 tarihli Radikal 2]
Metâ
üzerine notlar
Metâ meselesinden 6.3.2011 tarihli Radikal İki'deki
"Sraffa'nın 50. yılı" başlıklı yazıda söz etmiştim. Konu, Piero
Sraffa'nın kitabında çok geçen İngilizce 'commodity' sözcüğünün Türkçeye 'metâ'
değil, "mal" olarak çevrilmiş olmasıydı. Kitabın adı, "Malların
Mallarla Üretimi", çeviren Ümit Şenesen.
Şenesen'in, kitabın
girişindeki "Çevirmenin Açıklaması" başlıklı notunda bu sözcük
seçimini açıklamak gereğini duymasından, bu konuda bazı itirazlarla
karşılaştığı sonucunu çıkarmıştım. Bana göre kitabın bağlamı açısından
"mal" sözcüğünün kullanılmasında bir sakınca olmadığını eklemiştim.
O yazıda da
belirttiğim gibi, "mal" sözcüğünün anlamlarından biri 'metâ'dır, yani
'alınıp satılan nesne'. Gerçi 'mal' sözcüğü bazı kullanımlarında 'metâ'
anlamına gelmez. Sözgelimi, "malını mülkünü" dediğimizde 'mal'
kavramına, taşınır kişisel eşyaları da katmış oluruz. Ancak, Sraffa'nın
kitabındaki bağlamda 'mal'ın "metâ"dan başka türlü anlaşılması
tehlikesi yok. Dolayısıyla ben de buna işaretle, gündelik dildeki yaygınlığını
da gerekçeme katarak, 'commodity'nin "mal" sözcüğüyle karşılanmış
olmasında bir sorun görmediğimi yazdım.
Kitaptaki sunuş
yazılarından birini yazmış olan Sungur Savran'dan bu konuyla ilgili çok iyi bir
uyarı ve katkı geldi. Aktarıyorum:
"...Yazdıklarınız yanlış değil, ama eksik. Malın iki anlamından söz
ediyorsunuz; oysa, bir üçüncü anlamı var. Hizmet ile karşıtlığı içinde,
genellikle tanımlandığı haliyle, maddi biçim alan bir ürün anlamını
unutmamalıyız. ("Genellikle tanımlandığı haliyle" dememin nedeni,
mal/hizmet arasındaki ayrım çizgisini başka bir yerden çekmemiz gerektiğini
düşünmem. Ama şimdiki bağlamda bunun bir önemi yok, çünkü, şöyle ya da böyle,
mal/hizmet karşıtlığı ya da farklılığı bir gerçek.) Bu durumda, meta iki ayrı
biçim alabilir: mal ve hizmet. Sizin söyledikleriniz bunu göz önüne almadığı
için, yanıltıcı olabilecek sonuçlara ulaşıyor. Meta, kendisinin bir alt
başlığına indirgenmiş oluyor.
"Bunun
sakıncaları çok sayıda. Birincisi, kavram özgüllüğünü yitirmiş oluyor. Evet,
sizin dediğiniz gibi, dilin tarihsel gelişmesi içinde, mal 'alınıp satılan
nesne' (ya da ürün) anlamını kazanmış. Ama bilimin dili bazen günlük anlayışa
karşıt yönde (İngilizce söyleyecek olursam "counter-intuitive") olmak
zorunda. İkincisi, metanın yerini alan malın alt başlıkları şimdi nasıl ifade
edilecek? O zaman, mal/hizmet karşıtlığı için yeni birşey bulmamız gerekiyor.
Üçüncüsü, eğer metanın yerine malı koyarsak, malın sözünü ettiğim 'maddi ürün'
anlamı dolayısıyla, bütün metaların maddi ürün olduğu izlenimi yayılacak --ki
Adam Smith'in üretken emek/ üretken olmayan emek tanımından Sovyet ulusal
hesaplar sistemine kadar bu yanlışın zaten çokça yapıldığı bir dünyada bu,
bilimsel içerik bakımından son derecede tehlikeli.
"Bu kadar uzun
uzadıya argümanlar öne sürmem, elbette sadece masum niyetlerle dilsel
saiklerden hareket etmemden değil. Kabaca 1870'li yıllardan itibaren, benim,
Marx'ı izleyerek, burjuva iktisadı diyebileceğim iktisat okulları, kapitalizmi
ebedileştirirken metanın tarihsel özgüllüğünü de bütünüyle bir kenara
bıraktılar. (Klasik ekonomi politikte bile zaten yarım yamalaktı metanın
özgüllüğü. Ama orada hiç olmazsa meta/commodity/marchandise vb. ayrı bir
kavramdı.) Böylece, meta kavramı Marx'ın ekonomi politiğin eleştirisine özgü
bir kavram haline geldi. Genç kuşakların kavramı tanımaması, Marksizmin
Türkiye'de 1980'den, dünyada yaklaşık 1989'dan beri bir güneş tutulması
yaşamasından. Ama bu tutulma bittiğinde, kavram yine büyük önem kazanacak. Bu
kavramın özgüllüğünü vurgulayan terim üzerinde bu yüzden ısrarcı
olmalıyız."
Savran'dan, sonraki
yazışmalarımızda, aşağıdaki açıklamalar da geldi:
"Üstelik, sözü
uzatmamak için kısaca söyleyeyim, Sraffa'nın Marx ile ilişkisi konusundaki
tartışmada kim haklı olursa olsun, sanıyorum neredeyse olgusal olduğu
söylenebilecek bir şey, Sraffa'da meta kavramının Marx'taki ağır
tarihsel/toplumsal ilişki yükünü taşımadığıdır. Ümit'e [Şenesen] bu yüzden çok
ısrar etmedim. Marx ya da Marx geleneğinde bir çalışma olsaydı çevirdiği, çok
ısrar ederdim.
"(Biliyorum,
yeni kurallara göre meta'nın a'sına şapka koymam gerekiyor. Biliyorum, siz
koyuyorsunuz. Alışamadım, hepsi bu!)"
Savran'a
teşekkürlerimle. Kendisine bütünüyle katılıyorum. Kitabın çevirisi için
söylediklerine de: "Sraffa gibi bir yazarı bu kadar rahat okunur bir
biçimde çevirmek az marifet değil."
Son bir nokta
olarak, 'mal' ve 'metâ' sözcüklerinin fiil hâline bakalım: mallaştırmak ve metâlaştırmak.
'Mallaştırmak' diye bir sözcük kullanılmıyor, en azından ben rastlamadım. 'Mala
dönüştürmek' biçiminde, iki sözcüklük bir fiil üretebiliriz ama bu, daha çok
tanımlamaya girer.
"Metâlaştırmak" ise epeydir dolaşımda. Sözlüklere de girdi.
Günümüzde en çok, medyada kadın bedeninin ticari amaçlarla sergilenmesini
anlatmak için kullanılıyor. Sergilenen imgeler "metâ" kavramına dahil
ama, argonun alanına gitmediğimiz sürece, 'mal' kavramına dahil değil. Emeğin
metâlaştırılması ise zaten başlı başına ve ezeli bir sorunsal. Hizmetin metâ
niteliğiyle birlikte malların da dahil olduğu bir metâlar evreni söz konusu.
Sraffa'nın kitabı
böylece bize ek sorgulama olanakları sağlamış oldu.
[3.4.2011 tarihli Radikal İki]
Topyekûn
itham
Düşünce özgürlüğünün ana ilkesini Rosa Luxemburg hükme
bağlamıştı: "Özgürlük her zaman ve yalnızca, farklı düşünene
tanınandır."
Bugün artık bu ana ilke yerleşmiş ve sınırları çizilmiş
durumda. İki sınır var. Birincisi ırkçılık, savaş kışkırtıcılığı ve nefret
içeren söylemler; ikincisi hakaretler.
Bu sınırlar, hukuk terazisinin ağırlıkları. Ama yalnızca
pozitif hukukla, yani yasa ve yönetmeliklerle ilgili terazinin değil, daha
geniş bir düzlemle, insanlığın ortak kültürüyle ilgili terazinin de ağırlıkları
bunlar. Eğer Nâzım'ın "asrım sefil,/ asrım yüz kızartıcı,/ asrım cesur,/
büyük/ ve kahraman" dediği yirminci yüzyıldan bize bir şeyler kaldıysa, o
kalanların başında işte bu özgürlük terazisi geliyor. Ve tıpkı diğer tüm ölçü
ve tartılar gibi özgürlük terazisi de artık dünya düzeyinde ayarlanıyor.
Pekçokları gibi bizim toplum da terazisini kalıcı bir
biçimde ayarlayabilmiş değil. R.T. Erdoğan zaman zaman özgürlüklerden söz edip
"her tür milliyetçiliğe karşıyız" dese de, sonuçta özgürlük kıtlığı
fena halde can yakmaya devam ediyor. Bir kadın hekim, türbanlı çalıştığı
gerekçesiyle görevden alınabiliyor. Kadınların tacize uğramasını kılık
kıyafetleriyle haklı çıkarmaya kalkışan resmilere rastlanabiliyor. Sezgin
Tanrıkulu'nun deyişiyle "hukuki güvenlik hakkı"yla ilgili ihlalleri,
sözgelimi tutuklama cezalarını, Kürt sorununu, ikide bir toplatılan ya da
kapatılan gazeteleri hatırlatmak gerekebiliyor.
Ceza yasasının ırkçı 301. maddesi de hiç unutturmuyor
kendisini. Bu hafta yine bir ek skandalla gündemdeydi: Orhan Pamuk'un "Bu
topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü" sözüyle ilgili
olarak, şimdilerde Ergenekon'dan tutuklu olan Kemal Kerinçsiz'in açtığı davada
Kerinçsiz'in tazminat talebi mahkeme tarafından kabul edilmişti.
"30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü." Bu
cümle, Kerinçsiz'in davayı açarken dediği gibi "Türk milletini topyekün
itham altına sokan" bir cümle midir gerçekten? Yargıtay Genel Kurulu'na
bakılırsa, evet, öyledir. İlgili kararında şöyle diyordu bu kurul:
"Davalı tarafından söylendiği iddia edilen sözlerin,
davacıların vatandaşlık bağı ile bağlı bulundukları Türk milletine yönelik
olması durumunda davacıların aktif dava ehliyetinin bulunduğunun kabulü
gerekir".
Bu kararın vahametine o zaman da dikkat çekmiştim: bkz.
21.5.2009 tarihli Radikal, "Hukuka saygılıyız" başlıklı yazım. Şimdi
işte o kararda "gerekir" denen şey yapılmaya başlanmış: 27.3.2011
tarihli gazetelerdeki habere göre, Şişli 3. Asliye Hukuk Mahkemesi Orhan Pamuk
aleyhine tazminata hükmetmiş. Eğer bu hüküm önümüzdeki günlerde Yargıtay'ca
onaylanırsa, tüm yurttaşlar Pamuk aleyhine aynı davayı açabilecektir diyor
hukukçular.
Onaylanması, hukuk yoluyla ırkçılığın ayyuka çıkması
anlamına gelecek. Dolayısıyla, konunun üzerinde ısrarla durmak gerekiyor.
Soruyu yineliyorum: Pamuk'un cümlesi,
"Türk milletini topyekün itham altına sokuyor" mu gerçekten?
Bu soruya evet yanıtını vermek, şu dünyada hiç kıtlığı
çekilmeyen katliamlardan her biri için o katliam hangi "millet"in
mensuplarınca işlendiyse o milleti "topyekün itham altına sokmak"
anlamına gelir, sözü edilen katliam gerçek olsun ya da olmasın. Kerinçsiz'in ve
301'in mantığı tam tamına böyledir.
Bu mantığa göre, Yahudi soykırımının faili Almanlar,
Afrikalıları kitleler halinde köleleştirip yok eden Fransızlar, Amerika
kıtasında yerli bırakmayan İngiliz ve İspanyollar, vb vb hep soykırımcı,
katliamcı, ırkçı milletlerdir. Onlar ırkçıdır, biz değiliz. Mantık bu.
Böyle bir mantığa, ciddiye alınır bir hukuk ilkesinde
rastlanabilir mi? Bir toplum, 'millet' ya da kavim için "o katliamcıdır"
ya da "ırkçıdır" demenin bizzat kendisi ırkçılık olmaz mı? O toplumu
ya da "millet"i son bireyine kadar ve ebediyen damgalamış olmaz mıyız
böyle bir işaretlemede bulunursak?
Oluruz. "Topyekûn itham altına sokmak" diye asıl
buna denir. Ve böylesine toptan bir işaretleme durumunda, ırkçı olan, Almanlar,
Fransızlar ya da işaret edilen toplum/millet hangisiyse o değil, işaret
parmağının sahibidir. Yani 301'ciler.
Alman "milleti", ne şimdi ırkçıdır, ne de Hitler
dönemi dahil, tarihinin herhangi bir döneminde ırkçı olmuştur. Yüzde sekseni
doksanı bir dönem boyunca paçayı ırkçılığa kaptırmış bir "millet"te
bile ırkçı olan o belirli kesimdir, "millet"in bütünü değil. Öyle
olmasa insanlıktan umudu kesmek gerekirdi. Her zaman, kendisini o en aşağı
zihniyetten kurtarabilen hiç değilse bir avuç kimse çıkabilmiştir. Her
katliamda, her soykırımda.
Bu yazıyla uğraşırken televizyondaki haberlere kulak
veriyorum. Zirve davasının avukatı Erdal Doğan, bizim toplumumuzda ırkçılık ve
ayrımcılık karşıtı mücadelenin yetersizliğinden söz ediyor. O kadar haklı ki!
'Tarih' dediniz mi çocukların aklına, bile bile allanıp şanlandırılmış bir
maval geliyor; Meral Danış Bektaş'ın deyimiyle, "tarihsel
haksızlık"lar değil.
Orhan Pamuk'un suçlama konusu olan sözü aslında farklı
biçimlerde pek çok kimse tarafından söylendi. Onun sözünün farklılaşan tek
yanı, 1915 ve 1938 rakamlarını yuvarlamış olmasında yatıyor. Pamuk'a düşmanca
davranan herkes kendi kendisiyle yüzleşmeli bence: Bu 301'in mantığında ırkçı
nefretin hiç mi payı yok?
*
8 Nisan, Dünya Romanlar Günü. Yaşasın Romanlar!
*
Duyuru
Çevrenizde "ah okuyabilse" diye düşündüğünüz kimse
varsa, ilgileniniz: En iyi eğitim kurumlarından biri olan Darüşşafaka, yeni
öğrenci alımı için yirmi ilde sınav tanıtım toplantıları yapacağını duyuruyor. Toplantılar
4 Nisan'da on ilde başlayıp farklı tarihlerde farklı illerde devam edecek.
Adaylarda aranan özellikler ve diğer her tür bilgi için:
www.darussafaka.org
[10.4.2011 tarihli Radikal İki]
"Stalin
Yargılanıyor"
Stalinizm Sovyet tarihininin ayrılmaz bir parçası. Bu, işin
olgusal yanı. Çin, Arnavutluk ve Kamboçya'da Maoizm dönemlerini de olguya dahil
edebiliriz, o dönemlerde de adı açıkça konularak benimsenmişti çünkü Stalin.
Ancak, iş devlet yönetimiyle ilgili olguları aşan bir
işleyiş ilkesi olarak düşünüldüğünde, görüşlerle kuramların farklılaştığını
görüyoruz. Kendini solda sayan bazı kesimler tarihsel Stalinizmi "bazı
hataları varsa da" teviliyle benimserken, diğer bazı kesimler Stalinizmi
soldan bile saymıyor.
Bu ikinci grupta yer alan çeşitli kuramcılar Stalinizmi
'totalitarizm' çerçevesinde incelemiştir. Bir bölümü klasikleşmiş ve Türkçeye
de çevrilmiş olan çalışmalar, bir yandan nasyonal sosyalizmin, diğer yandan
reel sosyalizmin totalitarizmini anla(t)maya çalışır. O arada, totaliterliğin
yalnızca bu rejimlere özgü olmayıp modern topluma içkin bir eğilim olduğu
görüşü güç kazanmıştır. Hannah Arendt'in "kitle insanı" kavramı gibi,
birey düzeyi ile toplum düzeyinin kesiştiği yerde konumlanan yaşamsal önemde kavramlar
üretilmiştir. Konunun bu yönüyle ilgili iyi bir değerlendirme ve başvuru
kaynağı olarak, Simon Tormey'in Türkçeye de çevrilmiş olan
"Totalitarizm" adlı kitabına bakılabilir.
"Konunun bu yönü" dediğim, deyim yerindeyse, makro
boyuttur. Ancak, teleskoptan dürbüne, oradan da mikroskoba geçer gibi en geniş
toplumsal boyuttan yola çıkıp, bireyler, özneler ve bireysel ilişkiler boyutuna
geçtikçe, uzaktan görünmeyen bazı gerçekliklerle de karşılaşırız: Totalitarizm
çalışmalarının yanında, psikanalitik açıdan bakan çalışmalar da zuhur
etmiştir...
Yine de, pek çok konuda olduğu gibi Stalinizm konusunda da,
bilgi edinmeyi aşan kavrayış olanaklarını bize ancak iyi sanat yapıtları
sağlıyor. Konuyu açmamın nedeni de bu. Özgül olarak, son günlerde okuduğum
"Stalin Yargılanıyor" adlı oyun. Gün Zileli yazmış, Tarık Günersel'in
sunuşuyla Kibele Yayınları'ndan çıkmış. Bildiğim kadarıyla henüz sahnelenmedi
ama, oyun okumak denen deneyimin en iyilerinden birini sunduğunu söyleyebilirim
bu metnin.
En iyilerinden, çünkü dikkatimizi daha ilk anda Stalin gibi
bıkıp usandığımız bir simada yoğunlaştırmayı başarıyor. Yaşasın kurmaca!
Kurmacanın olanaklarını çok iyi kullanmış Zileli. Ve kurgu nefis.
Oyunun adından ötürü, okuma öncesinde başrolde Stalin'i
göreceğimizi tahmin etmişizdir ama, beklediğimiz Stalin bu değildir. Yerleşik
Stalin imgesi başarıyla tersine çevrilerek, projektörlerimizi yeniden
ayarlamamız kaçınılmaz kılınmıştır.
Oyunun esin kaynağı, Soljenitsin'in "Gulag
Takımadaları" adlı romanındaki birkaç cümle. Zileli bunu yakalamış, oyunun
girişinde alıntılamış ve bir tür işaret fişeği gibi kullanmış.
Yine oyunun adından ötürü, bir yargılama olmasını
beklemekteyiz ve 'oluyor' da bu yargılama; oyunun gövdesini yargılama
oluşturuyor. Ancak, oyunun adından tahmin edemeyeceğimiz bir biçimde Stalin hem
yargılanmakta hem de yargılamaktadır. İşte bu evirme, izleyicinin/okurun
uyuması tehlikesini yok ediyor, anlatılanı berraklaştırıyor, oyunu etkili
kılıyor.
Stalin 'bildiğimiz' Stalin olmaktan bütünüyle çıkarılmış
değil aslına bakarsanız. (Öyle olsa oyun inandırıcılığını yitirebilirdi.)
Sözgelimi, geri almak istediği birtakım idam emirlerini geri almakta
geciktiğini, yani infazın gerçekleşmiş olduğunu öğrendiğinde yeni bir emir
verip, "idamların bir yanlışlık sonucu yapıldığı ve sorumlular hakkında
gereken soruşturmanın yürütüleceği" ilan edilsin diyerek sorumluluğu
kendine hiç bulaştırmaması, bildiğimiz Stalin'den (ve aslında Stalinizmden) hiç
uzağa düşmüyor. Ancak, bu tür emirleri geri filan almayan gerçek Stalin'e göre,
burada olup bitenin içerik olarak yine de olağandışı kaldığını söylemek
zorundayız.
Gün Zileli böylelikle, kişi olarak Stalin ile, bir zihniyet
olarak Stalinizmi neredeyse fiziksel bir biçimde birbirinden ayırarak bu
ikincisinde odaklanıyor. Oyunun en büyük başarısı bence bu. Ayırma işlemi
öylesine köklü ki, putlaştırılan kişinin kendisi de o putlaştırmanın kurbanı
durumuna düşüyor.
Stalinizm bir yönüyle de "Çoğunluk" filmindeki
baba ve arkadaşları gibi pek çok zihnin ihtiyaç duyduğu ilişki biçiminin adı.
Kunt bir ilke etrafında, karşılıklı teslimiyetlerle oluşturulmuş Çelikten bir
ilişkiler ağı. Stalin, çelik demek. Oyunda da, olgunun en az ön plandaki
bireysel ve toplumsal görüntüleri kadar, ilişkisel yanları ortaya seriliyor.
Söylemeye gerek var mı bilmiyorum: Burada sergilenen,
yalnızca tarihsel Stalinizm değil. Oyun her tür hiyerarşik yapıya
uyarlanabilecek karmaşık bir işleyişi ortaya koyuyor. Öyle ki, kendi dar ve
geniş anlamdaki toplumsal deneyimlerimizden sezdiğimiz ve oyundakilerle
benzeşen tüm uğraklar, herhangi bir özel vurguya ya da anıştırmaya gerek
kalmaksızın zihnimizde belirebiliyor. Bütün olay, hem tarih, hem de buram buram
güncellik kokuyor. Stalinizm gelip geçmiş bir arızi rejim meselesi değil
gerçekten de. Her an öne fırlamaya teşne özelliklerimizin başında geliyor:
Birinin ya da bir adın gölgesine sığınmak, orada istediğiniz odunlukları
yapmak...
Gün Zileli gibi Nâzım da sorunsalı kurcalamış ve birinci
sınıf bir tiyatro oyunu yazmıştı: "İvan İvanoviç Var mıydı Yok
muydu?" Stalinizmle ilgili evrensel değerde iki oyun, bir kültür için az
şey değil. Ama aynı zamanda belirtisel elbette. Ateş-duman meselesi!
Umarım Zileli'nin oyunu başka dillere çevrilir. Yazarın
"Stalinizm" adlı, daha önce yayımlanmış bir kitabının da olduğunu
eklemeliyim. Onu henüz edinip okuyabilmiş değilim. Herhalde olgu siyasi
yönleriyle dört yanımızı kuşattığındandır, bu kısacık oyundan bir an önce söz
etme isteği galip geldi.